"Aaa, hatmi!"
Nasıl şaşırmış ve nasıl bağırmışsam, hanım ve oğlum tuhaf tuhaf yüzüme baktılar.
Yüzümdeki ifadeyi tahmin edebiliyordum. Hem şaşırmış, hem çok eski bir dostu görmüş gibi sevinmiş, hem de duygulanmıştım.
"Sonra anlatırım, gelin birkaç fotograf çekelim" dedim ve şimdi size anlatacaklarımı onlara da anlattım.
Şaşkınlığımın nedeni bu karşılaşmanın, bir hayli yağmurlu bir günde,ta Amsterdam'da, kalabalık bir cadde üzerindeki binalardan birinin önündeki bir avuç toprak parçasında gerçekleşmesi idi.
Hatmi, o sıra, güzelim çiçekleri ve capcanlı, dipdiri gövdesi ile burada ikamet etmekte idi.
* * *
Dört yaşımla on dört yaşım arasını, ikisi de bahçeli ve bu bahçelere sevgi ile bakan bahçıvanların olduğu iki ayrı apartmanda geçirdim.
İlki, her katında iki daire olan 4 katlı bir bina idi. Apartman sakinlerinin ağzında söylenişi ile apartman görevlisi Mustafendi zayıf, yanık tenli, dudağında eksilmeyen sigarası ve başından hiç çıkarmadığı kasketi ile ilginç bir tipti. Ailesi ile apartmanın arka bahçesindeki müştemilâtta yaşıyordu. Biri benimle akran üç çocuğu vardı.
Kasketini özellikle yazıyorum. Zira başı ile öyle bütünleşikti ki, sanırım yıllar sonra ilk defa kasketsiz gördüğümde, saçlarının bir hayli dökük olmasına ve başının kasket içerisinde kalan kısmındaki cilt renginin, güneş yanığı yüzü ile inanılmaz derecede tezat oluşturan beyazlığına çok şaşırmıştım.
O apartmanda beş yıl yaşadık. Adımı nedense bir türlü öğrenemedi. Onun nezdinde adım "Veli" idi. Babama şikâyet ettiğim zamanlarda, "olsun, o da 'Melih ne biçim isim ya' diye düşünüyordur; ne yapacaksın, öyle kabul ediver" derdi gülerek.
Mustafendi, bazı akşamlar eşi ve çocukları ile şöyle bir dolaşmaya çıkardı. Başında kasketi, ağzında sigarası, sırtında ceketi ile ellerini arkasına kavuşturur ve salına salına istasyona doğru yürürdü. Siyah bir çarşaf ile örtünen eşinin ikisi eteğine ve eline yapışmış, biri kucağında üç çocukla Mustafendinin üç adım gerisinden küçük ve hızlı adımlarla gidişine bakar ve anneme - babama sorardım "neden arkadan yürüyor?" diye. Sanırım hiç doyurucu bir yanıt alamadım o sorularıma.
Apartmanın bahçe duvarının yerden yüksekliği 40-50 cm idi. Üzerinde de bir o kadar yükseklikte basit demir parmaklıklar vardı. Apartmanın giriş kapısının tam karşısındaki - binayı cepheden ortalayan, gene demir parmaklıklı ve bir erişkinin beli yüksekliğinde - iki kanatlı giriş kapısından bahçeye girince 8-10 adım attın mı apartmanın giriş kapısına ulaşabilirdin. Çocukluk hafızamda kocamanmış gibi yer etmiş olan o "bahçe", binanın giriş kapısının iki tarafında da birer daire olduğunu hesaba katarsan işte o kadar, küçücük bir alandı.
Bahçe kapısı ile giriş kapısı arasındaki o mesafe karo taşlar ile döşeli idi. Bu yürüme alanının iki tarafında, simetrik bir şekilde bu alanları ortalayan birer göbek ve bahçe duvarını çepeçevre dönen çiçek alanları vardı. Mustafendi bu alanlarda karanfiller, nergisler, şebboylar, akşamsefaları, aslanağızları yetiştirir, bu alanların sınırını çizecek şekilde düzenlenmiş küçük toprak alanlarda bulunan çimlerin bakımını yapar; ortadaki göbeklerde bulunan az sayıda gülü de korumaya çalışırdı.
Apartmandaki az sayıda olmayan çocuğun verebileceği zararı tahmin edersiniz. Mustafendiden zaman zaman içerisinde masum küfürlerin de olduğu fırçalar yerdik. Meğer o çiçeklerin yaşamlarının her aşamasını gözleme imkânımın olması ne büyük şansmış. Kokuları, kuruyup düştükleri ya da kopartılmış olanlarının hem taç yapraklarını hem de çiçeğinin yapraklarını birer birer kopartıp tabakalarını incelemeye çalışırken ellerimde bıraktıkları yapışkan hissiyat ve renk bu gün gibi aklımda.
O bahçede tanıdım çiçek tohumlarını, bitki soğanlarını, köklerini; bunlarla uğraşırken karşılaştığım solucanları; toprak kokusunu, toprağın nasıl çok yumuşak ya da çok sert olabileceğini.
* * *
İkinci oturduğumuz ev bir resmi dairenin lojmanı idi. Bir önceki evin bahçesinin mütevazı boyutuna göre kocaman sayılabilecek bahçedeki binanın alt katı banka şubesi idi. Üst katında da lojman olarak kullanılan daireler vardı.
Bahçenin bir tarafı bankanın girişiydi. Bu girişin sağ tarafındaki bahçe, resmi plakalı bir jip ve bir binek aracın park alanıydı. Karo taşlarla döşeli bu kısım ile ortasında büyükçe bir kamelyanın, uzak köşesinde bir kümes, birer ikişer tane de olsa vişne, kiraz, erik ağaçlarının ve çeşit çeşit çiçeklerin bulunduğu diğer iki kanat müthiş bir tezat oluşturuyordu.
Buradaki bahçıvan, gene bina sakinlerinin ağzındaki söylenişi ile "Memedağa" idi. İl merkezine yakın büyükçe bir köydendi Memedağa. Kocaman nasırlı elleri, sakalı ve ileri yaşının verdiği fiziksel özellikleri taşıyan iri gövdesi ile çocukluğumun önemli karakterlerindendi.
Binadaki neredeyse tek çocuk olduğum için (abilerim üniversiteye başlamıştı, diğer dairedeki çocuklar yaşça benden büyüklerdi) Memedağa ile bahçede zaman geçiriyor ve ahbaplık ediyordum. Kürek, çapa nasıl tutulur, toprak nasıl bellenir gibi küçük eğitimler de alıyordum.
Dedim ya bahçe büyük ve çok güzeldi. Bir önceki apartmanın bahçesindeki çiçeklere göre hem tür, hem de boyut olarak belirgin farklılıklar vardı. Kadifeler, ateş çiçekleri, sakız sardunyalar, kamelyayı sarmış olan asma ve mis kokulu hanımeli, şakayıklar ilk aklıma gelenler. Tabii meyve ağaçları, yeşil yapraklı ağaçlar, iğne yapraklılar…
Ve hatmi çiçekleri…
Bahçede bulunan yürüme yollarının kesiştiği merkezi bir alana yerleştirilmiş küçük süs havuzunun bir tarafında, o yollardan birisinin ağzında, yolun iki tarafında birkaç adet hatmi çiçeği vardı.
Hatminin çiçek ve yaprakları tüylü bir gövdenin üzerindedir ve çok tipiktir. Parlak canlı renklere sahip çiçeklerinin aksine, gövdesi ve yaprakları bir hayli pastel renktedir.
Anneannem geldiğinde mutlaka bahçeye iner, biraz dolaşır, kamelyada oturur sohbet eder, hatta bazen yanımızda indirdiğimiz iskambil kâğıtları ile altmışaltı oynardık. Mevsim uygunsa anneannem o hatmi çiçeklerinden toplar, kuruturdu. "Öksürük olunca içerim" derdi. Kuruyana kadar pencerenin önünde duran o çiçekleri izler, "kurudu mu?" diye sorar dururdum, kurmamış olduklarını görüyor olmama rağmen.
Anneannem, bazen oturma odasındaki pencerenin kenarına yerleştirdiği kırlente dayanarak bahçeyi seyreder, bir yandan da bana bazı çiçekleri, ağaçları anlatırdı. Bazen Memedağayı eleştirir, neyi nasıl yapması gerektiği konularında yorumlar yapardı.
Memedağa bir kalp krizi sonucu hayatını kaybettiğinde ailece sanki bir yakınımızı kaybetmişiz gibi üzüldüğümüzü hatırlıyorum. Memedağanın vefatından sonra bahçeyi bu kez oğluna emanet etmişti bankanın yönetimi. Şimdi adını hatırlamadığım bu genç ve sakin insanla sanırım Memedağa ile kurduğum iletişimi kuramadım. Zira hafızamda hiç yer etmemiş.
Memedağa öldükten bir yıl sonra da yatılı okumak üzere İstanbul'a geldim.
* * *
Kırk yıla yakın bir süre bahçeyle, çiçeklerlerle, toprakla o çocukluk dönemimdeki kadar yoğun bir temasım olmadı. Ama kırmızıya çalan pembe renkli çiçekleri, griye bakan yeşilimsi yaprakları ve gövdesi ve kurutulduğundaki tipik görüntüsü ile "hatmi" hafızamın pasif kısmında durup duruyormuş meğer.
Kırk yıl sonra Amsterdam'da, Nieuwezijds Voorburgwal caddesinde yürürken, birden bire önüme çıkıp, hafızamın pasif bölümünden, aktif bölümüne sıçradığı ana kadar…
Eski bir dostu görmüş gibi olmamı nasıl açıklayacağımı bilemiyorum. Ama hissettiğim şey buydu.
Günümüzün şehir yaşamında, bırakın büyük şehirleri, yukarıda anlattığım çocukluk günlerimin şehrinde dahi, artık bahçesinde öyle çiçeklerin, ağaçların olduğu apartmanlar var mı? Hiç sanmıyorum.
Şimdilerde siteler var! Dev boyutlu. Otuz kırk katlı, yüzlerce daireli.
Evet, bahçeleri var, ama çocukların özgürce koşuşturduğu, çiçeklerle haşır neşir olduğu bahçeler değil bunlar.
Evet, çim var bu bahçelerde; üzerine basılmaz ama. Uzak, erişilmez, dokunulmaz, koklanmaz, ellenmez birkaç çiçek varsa hele bahçede, o da büyük şans işte.
Çiçekler yok, ama kocaman havuzlar var; spor salonları, tenis kortları var.
Peki kadifeyi karanfilden, şebboyu akşamsefasından, şakayıkı unutma beni çiçeğinden ayırabilir mi şimdiki çocuklar?
Nineler öksürük olunca içmek için kurutacakları hatmiyi nasıl bulacaklar?
melih bey,
şuna siz bari kamelya demeyiniz…
kameriye deyiniz…
kamer / ay ilişkisini düşününüz…
selamlar…
Murat Örem - 18 Ekim 2015 (12:47)
Eskiler "galat-ı meşhur, lûgat-ı fasihten evlâdır" der.
"Kameriye" sözcüğü dilimizde "kamelya" biçiminde de söylenir.
İkisi de doğrudur.
Dil bilgisi de, din bilgisi gibi, bilinmesinde fayda olan, ama yazan kişinin tercihlerini katı disiplin içine hapsetmemesi gereken bir konu olarak algılansa, iletişim açısından daha sorunsuz bir yaklaşım olur diye düşünürüm.
Örneğin, sizin yukarıdaki cümlelerinizi…
küçük harfle başlatıyor…
ve satırlara bölüyor olmanızın…
bilgisizliğinizden değil şairane üslubunuzdan kaynaklanıyor olabileceğini düşündüğüm gibi…
Sakallı Celâl - 18 Ekim 2015 (14:39)
Murat bey, dikkatiniz ve yazımı baştan sona okuduğunuz için çok teşekkür ederim.
Öncelikle, yazıyı yazarken bilerek kameriye yerine kamelya yazdığımı belirtmek isterim.
Evet, haklısınız sözcüğün doğrusu kameriye, ama pek çok sözcüğü doğru halinden çok genel kabul görmüş hali ile kullanıyoruz. "Evraklarınız hazır mı?", "evladım, yapma!" doğru kullanım mı? Her ikisi de zaten çoğul sözcükler. Ama doğru diye, "Veledim, yapma" demiyoruz.
Galat-ı meşhur, lûgat-i fasihten evlâdır!
Hiç kullanılmayan, az bilinen ama doğru kullanıma sarılıp, yaygın kullanılan kelimeleri dışlamak ne kadar gerçekçi ve mümkün bilemiyorum. Pek çok sözlükte kameriye, kamelya ve çardak eş anlamlı olarak gösterilmiş ve aynı kapsamda sınıflandırılmış.
Ama dediğiniz doğru, kelimenin doğrusu kameriye.
Öte yandan haksız olduğunuzu düşündüğüm konu sözcüğün Arapça "ay" kelimesi ile ilişkilendirilmesi. Etimolojik olarak kameriye kelimesi, Arapça kökenli değil. Bu biraz zorlama olsa gerek.
Tekrar teşekkür ederim.
Melih Özel - 18 Ekim 2015 (14:58)
Sayın Melih Özel,
Emek verilmiş yazıları, dolu dolu yaşanmışlıkları okumak keyiftir, bilirsiniz.
Bu gerçek sizin yazılarınız için de geçerli.
Çok yapılan yanlışlar nitelikli yazılarda daha çok göze çarpar.
Belki bu yüzden kısa da olsa yorum yapmak zorunda hissettim kendimi, öncesinde onlarca yazınızı okumuş olduğum halde.
Cevabınız öyle içten ve nezaket dolu ki verdiğiniz örneklerin bir kısmına itirazım baki olsa da susma hakkımı kullanacağım.
Fakat, son cümledeki hatırlatmanız önemli ve doğruya daha yakın.
Biraz araştırınca gördüm ki galiba İtalyancadan gelmiş bu kelime değişe değişe.
Hasılı kelâm siz yazın biz okuyalım.
Selamlarım ve iyi dileklerimle…
-bu arada yorum yazarken büdütörün müdahaleleri sonucu bu kadar çok büyük harf kullanmak zorunda kalmak da ayrı bir deneyim oldu benim için…-:)
Murat Örem - 18 Ekim 2015 (22:23)
"Derkenar bir okul gibi" diyorum her zaman.
Ayrıca karşısında sizin gibi dikkatli, titiz okuyucular olduğunu bilmek, insanı yazarken çok özenli olmaya zorluyor.
Zarif değerlendirmeleriniz ve iltifatlarınız için de ayrıca teşekkür ederim.
Melih Özel - 18 Ekim 2015 (23:07)
Hatmi çiçeğinden nereye mi geldik, hayatın ta göbeğine… Kokular hatırayı tazeliyor, zihnimizin arka odalarını yokluyor bir bir. Ev hanımlarının güneşli günlerde yatakları havalandırması gibi. Çiçek kokusu iyi geliyor insan ruhuna. Hanımeli koksa sokaklar, hayattan başka bir şey istemem…
Melih hocam yazınızdan şunu anladım: Ara sıra havalandırmak gerek harfleri, sözcükleri de…
Gökhan Akçiçek - 23 Ekim 2015 (20:16)
Biz küçükken Bursa da kiracısı olduğumuz, şimdi rahmetli olan Hasan Bey Amca'nın muhteşem bahçesinin tedrisinden geçme şansına sahip olduk. Başta rengârenk güller, tarhları ayıran mavi boncuklu çimler, çark-ı felekler, fıskiyesinde pinpon topları olan kırmızı balıklı havuz, ispenç tavukları, kümesten tünel kazıp yandaki bağa kaçan tavşanlar…
Ama hatmi çiçeğiyle babaanemin bahçesinde çok erkenden tanıştık. Kendisi ayrı, tohum kapsülleri ayrı güzeldi. Bizim için işlevi oyun bağlamındaydı. O yapışkan, ibiği andıran kırmızı taç yapraklarıyla kendimizi bir horoz gibi süslerdik.
Mommo Kızkardeşim filminde ise gülhatmi, filmin küçük kahramanı kızın deyimiyle gülfatma olarak karşımıza çıkmıştı. Annelerini kaybeden iki kardeşten kız olanı dedesi tarafından evlâtlık verilirken, bahçedeki dostu gülfatmayla "gidiyom ben gülfatma" sözleri ile vedalaşıp içimizi parçalamış, zırıl zırıl ağlamamak icin mücadele etmiştik.
Şule - 29 Kasım 2019 (01:54)
Melih Özel neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.