Patronsuz Medya

Kar Yolları Kapadı

Melih Özel - 20 Haziran 2013  


Haki renkli eldivenlerimi elime giydikten sonra, şapkamı biraz daha kulaklarıma doğru çektim, boynumu aynı renkli yün kaşkoluma biraz daha gömdüm. Merdivenlerden hızlı hızlı indim.

Soğuk insanın içine işliyordu.

Sirkeci'deki Büyük Postane'nin dış merdivenlerini çıkınca ulaşılan kocaman giriş kapılarının hemen dışındaki boşlukta, yan yana dizili duran jetonlu telefonlardan birisinden annemi aramıştım az önce.

Denediğim ilk telefona attığım jeton, annem telefonu açtığı sırada düştü, ama hat da kesildi. Zaten elimde dördü büyük, altısı küçük cem'an on jetonum vardı. Sinirlendim boşa giden jetona -ki hatırlayanlar olacaktır, jeton demek para demekti o zamanlar- ama öğleden sonra otobüse binip, eve gidecek olmak hem parasızlığıma hem de acil jeton gereksinimime çözüm getireceğinden fazla umursamadım.

- "Saat üç otobüsüne biniyorum" dedim anneme, "herhalde sekiz, sekiz buçuk gibi orada olurum. Akşam görüşürüz annem!"

- "Sıkı giyinseydin oğlum, burada kar var, hava da soğuk. İyi yolculuklar, salimen gel inşallah" dedi annem, yılbaşı akşamı evde olacağımdan duyduğu sevinci sesine yansıtarak.

Günler önceden almıştım biletimi. Şimdi insana şaka gibi geliyor ama, o zamanlar, yani 1982 yılında, İstanbul'dan Bolu'ya yolculuk beş, beş buçuk saat sürüyordu. Doğrudan Bolu'ya giden otobüs şirketi sadece bir taneydi ve bayramlarda ya da yılbaşı dönemlerinde bu otobüse bilet bulabilmek neredeyse olanaksızdı. Ben de tatillere giderken kolaylık olsun diye Ankara'ya giden otobüs şirketlerinden Bolu'ya bilet almayı tercih ediyordum, hem bilet bulma şansımı artırabilmek için hem de nispeten istediğim saatte gidebilmek için.

Tıp Fakültesi üçüncü sınıftaydım ve İstanbul'da okuduğum yıllar içerisinde ilk defa yıl başını evde geçirme şansına sahip olmuştum. Lisedeyken izin vermezlerdi yılbaşı tatillerinde eve gitmemize okuduğum yatılı okulda. Zaten ya bir günlük olurdu yılbaşı tatilleri ya da bilemedin iki günlük.

Fakülteye başladığım ilk iki yılda da benzer nedenlerle yılbaşını yurtta arkadaşlarımla geçirmiştim. Ama bu kez eve gidecektim. Düşünsenize yedi yıldır ilk defa yılbaşında ailemle birlikte olacaktım. Şimdi tam hatırlayamıyorum ama galiba günlerden Cuma idi ve ben pazartesi günkü derslere de gitmeyecek şekilde bir ayarlama yapmıştım.

Öğlene doğru sıkı sıkı giyindim. Kaldığım yurttan çıktım, hazırladığım küçük çantamı elime aldım. Sultanahmet'ten, Yerebatan Sarayı önünden geçerek Gülhane Parkı'na doğru yürürken, soğuk kendini bayağı bir hissettiriyordu. Hava aydınlık ve güneş pırıl pırıldı ama her aldığım nefeste göğsümün soğuk hava ile dolduğunu hissediyordum.

Büyük Postane caddesinin köşesine geldiğimde denize doğru baktım. Gökyüzü masmavi, deniz koyu lacivert görünüyordu. Biraz sonra bir tanesine binip Harem'e geçeceğim arabalı vapurların hareketlerini, üzerlerinde uçuşan martıları görebiliyordum. "Hava çok güzel" diye içimden geçirdiğimi bu gün gibi hatırlıyorum. Çok gençtim, bu havaların kar öncüsü olduğunun henüz farkında değildim her halde.

Telefonların olduğu alan çok kalabalık değildi. Jetonumu yutan ilk telefona biraz söylendikten sonra bir başkasına yönelmeden önce etrafı bir inceledim. Boş bir telefona yönelmektense konuşmakta olanları bekledim, "birisi konuştuğuna göre, makine sağlamdır" düşüncesi ile.

Ahizeyi elime alıp sesi kontrol ettikten sonra, önce bir küçük jeton atıp numarayı çevirdim. Boşa giderse hiç olmazsa büyük jeton kaybetmemiş olacaktım. Annemin sesini duyunca da diğerlerini sıra sıra atmaya başladım. Jetonları atan elim de, ahizeyi tutan elim de buz kesti 3-4 dakikalık konuşma süresinde. "İçeride telefon yok muydu acaba?" diye de içimden geçirdim doğrusu. Olmadığını sonradan öğrendim.

Dediğim gibi eve gidiyor olmak keyfimi yerine getirmiş olduğundan, jetonlarımın hepsini bitirene kadar konuştum annemle.

Birazdan anlatacağım, hataymış. Sonradan kafama dank etti…

* * *

Karşıdaki sokağa girip, bir alt caddeye girdim. Milli Piyango bileti almak istiyordum. Önce Nimet Abla'ya gideyim diye düşündüm. Ama hem soğuk hem de arabalı vapur iskelesinden uzaklaşmama isteği yüzünden vaz geçtim. Sokaktaki satıcılardan birinden bir bilet aldım ve arabalı vapura yöneldim.

Arabalı vapur yolculuğu ile ilgili gönlümden geçenleri de -gene soğuk yüzünden- kısmen gerçekleştirebildim. Çay, simit, martılar, açık hava, boğaz kokusu bileşenlerinden bazılarını bir araya getirerek Harem'e geçtim.

Harem, bu tür tatil dönemlerinde olabileceği gibi tıklım tıkıştı ve karmaşa içindeydi. Böyle zamanlarda Topkapı'dan gelen otobüslerin hep geç geldiğini bildiğimden, kalkış yeri Harem olan bir şirketten almıştım biletimi. Zamanı geldiğinde otobüse bindim. Bu gün gibi hatırlıyorum: Yerim sağda önden ikinci sırada, 8 numaralı koltuktu.

Bostancı'ya geldiğimizde artık ısınmıştım. Tabii şimdi genç arkadaşlar okuyorsa bu yazıyı "Bostancı mı? Ne alâka?" diyeceklerdir. Evet henüz TEM diye bir yol yoktu, ikinci köprünün sadece lâfı vardı ve İstanbul'dan Anadolu'ya E-5 karayolu ile ulaşılıyordu.

İzmit'e kadar yolculuğun bir özelliği yoktu. Otobüs terminalinde beklerken, pişmaniye satıcılarının çığlıkları arasında biraz yürüdüm ama soğuk artık abartılı durumdaydı ve otobüse hızla geri döndüm. Yolculuğun sonrası ile ilgili ilk ipuçlarına dair konuşmaları işte o zaman duydum.

Ankara yönünden gelen otobüslerdeki yolculardan, şoförlerden ya da muavinlerden duyduklarını anlatıyordu bazı yolcular."Gerede'de kar çokmuş", "Bolu'da 20-30 cm kar varmış", "Bolu Dağı'nı 2 saatte geçememişler", "Düzce ile Hendek arasında da buzlanma olmuş. Üzerine de kar başlamış" gibi pek çok cümle kulaktan kulağa aktarılmaya başlamıştı.

Ben de kıllandım ama dikkatimi elimdeki kitaba verip, etrafa kulağımı kapatmayı tercih ettim. Okuduğum kitabı da çok net hatırlıyorum: Şolohov'un "Ve Durgun Akardı Don" romanının ikinci cildiydi elimdeki. Kendimi kaptırmış okuyordum.

Adapazarı kavşağını geçtikten az sonra mola verdi otobüs bir benzin istasyonunda. Konuşan arkadaşın "İstanbul'dan gelip Ankara'ya gitmekte olan Feşmekan Turizm'in sayın yolcuları. Kaptanınız onbeş dakika çay ve ihtiyaç molası vermiştir. Çaylarınız şirkettendir. Tesisimize hoş geldiniz" dediğini düşündüğüm klâsik anons ile karşılandık. İhtiyaçlar giderilip, çaylar içildi. Otobüse döndüğümüzde bir kısım yolcu ile Şoför ve Muavin bir durum değerlemesi yapmaktaydılar.

Ankara'dan gelen otobüslerin şoförleri ve yolcularından alınan bilgiler yol durumu hakkında keyifli ifadeler içermiyordu. Bunun üzerine bazı yolcular Adapazarı kavşağına geri dönüp Eskişehir üzerinden Ankara'ya gitmeyi teklif etmişler, şoför ve muavin de bu sivri akıllı yolculara Hendek, Düzce, Bolu, Gerede ve Kızılcahamam'da inecek yolcuları olduğunu söylüyorlardı tam ben arabaya binerken ve örnek olarak da beni gösterdiler. Bunun üzerine "acaba geri mi dönsek" diyenler oldu ki ben de bunlardandım.

Sonunda şoför "Düzce'ye kadar gidelim duruma bakalım, Bolu dağı kötüyse döneriz" dedi. Bu da genel kabul gördü.

Yola çıktık, muavin kötü kokulu ucuz limon kolonyasının dağıtımını henüz tamamlamıştı ki önümüzde sağ şeritin otobüs, TIR, kamyon, minibüslerle dolu ve araçların da durmakta olduğunu gördük. İki dakika sonra biz de durduk.

"Sağ şerit" denilince, yolun gidiş istikametini kastettiğimi sanırım anlatabilmişimdir. Zira sol şerit, karşıdan gelen araçlara aitti. Yaaa, nasıl unutuyor değil mi insan o yılları. Evet efendim, İstanbul'dan Ankara'ya işleyen anayolumuz öyleydi işte.

Hendek'teydik. İlçenin binalarının karlı çatıları hemen sağ tarafımızda, artık kararmış havaya rağmen, net bir şekilde görülüyordu. Hemen herkesin dikkatini çeken husus karşıdan araba gelmemesiydi. Normalde bu durumda herkeste ileride bir yerde yolun kapalı olduğu düşüncesinin oluşması gerekmez mi? Bizim ülkemizde değil!

Karşıdan gelen olmadığını gören bir yığın aracın solumuzdan hızla geçerek ileriye doğru gittiklerini görünce, yanımda oturan 30 yaşlarındaki kibar beye "yolu iyice tıkayacaklar" dedim. Cevap vermek yerine boynunu sol tarafa şoförün başının istikametine uzanarak ileriye baktı ve "tıkandı bile, galiba" dedi.

Evet, önümüzdeki araçlar durduğu için durmamızın üzerinden daha 10 dakika bile geçmemişti ki iki şeritli yol üzerinde, yüzlerce araç iki sıra şeklinde duruyor hale gelmişti.

- "Eee şimdi ne olacak?"

Herkesin aklındaki sorunun bu olduğunu tahmin etmişsinizdir.

Yılbaşını uzunca bir zaman sonra ailemle birlikte güzel bir yemek masasında karşılama hayalimin tuz buz olmasına mı yanayım, "bari geri dönseydik" diye mızıldanan yolcularla, daha önce söyledikleri bu fikir kabul edilmediği için "buraya kadar gelip, yolda sıkışıp kalmamızın nedeni sizsiniz be!" diye posta koyan diğer yolcular arasındaki kayıkçı kavgasına mı kızayım…

Bir yandan da annemlere nasıl haber vereceğimi düşünüyorum. Cep telefonlarının kullanılmaya başlaması için daha en az 10 yıl vardı. Şoförle muavin aşağıya inip biraz dolaşıp geldiler. Şoför otobüse bindi oturdu ve şöyle yarım arkaya dödü ve "Ön tarafın da arka tarafın da ucu gözükmüyor ha! Burada kaldık!" şeklinde durumu özetledi.

Haydaaa!

Beklerken okumaya devam ettim:

"1916. Ekim. Gece. Yağmur ve rüzgâr. Ormanlık arazi. Akçaağaçlarla kaplı bir bataklığın kıyısında siperler. İlerde dikenli tel örgüleri. Siperlerin içinde dondurucu sulu kar. Bir gözetleme noktasının saçı ıslak, hafiften parlıyor. Sığınaklarda tek tük ışıklar.

Subay sığınaklarından birinin girişinde tıknaz bir subay, ıslak parmakları kaput bağları üstünde kaya kaya bir saniye durdu. Alelacele bağları çözdü, yakasından suları silkti, girişin orda ayak altında çamura dönen samanlara çizmelerini sildi, sonra kapıyı itip açtı, başını eğdi, sığınağa girdi."

İçim ürperdi, üşüdüm. Başımı kaldırdım, baktım kapı açık. İnsanlar iniyor, biniyor. Dışarıda sigara içiyorlar. Başka araçlardakilerle sohbet ediyorlar.

Ben de indim. Hava korkunç soğuktu. Muavine yanaştım. "Yolun arkasındaki yerleşim yeri Hendek mi?" diye sordum. Olumlu yanıt alınca da "acaba jetonlu telefon var mıdır ki yakınlarda" düşüncesi ile biraz yürüdüm. Evet yerleşim yeri görünüyor ama yoldan geçiş yok o tarafa. Banketin sağ tarafında oldukça derin bir çukur var yol boyunca içi kar ve su ile dolu. Çukurun diğer tarafında da sımsıkı kavak ağaçları ve çalılar var.

Biraz geriye doğru yürüdüm. Hava da karanlık. Az ileride şehre doğru giren küçük bir yol gördüm. Sapağa ulaştığımda kulaklarım ve burnum neredeyse donmuştu. Sola dönüp 50-60 adım atınca ilçenin uzak kenarı diyebileceğimiz bir mahallede buldum kendimi. Sağa sola biraz bakındım. Telefon kulübesi filân yok. Biraz yürüdüm.

Ben yaşlarda iki genç bir duvara dayanmış sigara içiyordu. Onlara sordum "jetonlu telefon var mı civarda" diye. "Var" dedi çocuklardan biri ve eliyle şöyle belirsiz bir yeri işaret etti. O yöne bakınca gördüm kulübeyi ve sevindim de. Ama sonra aklıma geldi:"Koçum sen dördü büyük altısı küçük, bütün jetonlarını hovarda bir şekilde bitirdin, hatırladın mı?"

Çocuğa tekrar sordum: "Jeton alacağım bir yer var mıdır?"

Saatine baktı. "Altıyı geçti" dedi, "Az ileride postane var, ama altıda kapanmıştır. Şurada ileride bakkal var, orada kontörlü telefon vardır" dedi. Yürüdüm bakkala, içeri girdim.

Kirli bir florasan lâmbanın yetersiz bir şekilde aydınlattığı dükkânda bakkal amcanın oturduğu masanın üzerinde telefon duruyordu. Kirli krem rengi bir telefondu. Altında dikdörtgen şekilli metal bir kutu vardı. Telefonun hemen ön tarafında, kutunun üst yüzeyinde metal bir sürgü vardı.

Ahizeyi kaldırdığında telefonda ses olmuyor. Sürgüyü bir tarafa çekince, bakkaldan alacağın jetonu koyacağın boşluk ortaya çıkıyor; jetonu koyup sürgüyü çektiğin zaman ahizede çevir sesini duyarsın. Numarayı çevirdikten sonra karşı tarafın telefonu açmasını beklersin. Hat açıldığında, o sürgünün üzerindeki butona bastırırsın. Koyduğun jeton, alttaki kutunun içine düşer ve görüşme başlayabilir.

Elimi cebime attım. Parayı çıkarırken, telefon için izin istemeye hazırlanıyordum ki, daha ağzımı açamadan bezgin yüzlü bakkal amca "Hat kesik!" dedi. Meğer benden önce onlarca başka yolcu gelmiş aynı maksatla. Artık yüz ifadelerinden anlıyormuş bakkal amca gelenin derdini.

Bozuk moralim iyice bozulmuş durumda geri döndüm otobüse. Dışarıdakilerin çoğu, hatta tamamı otobüse binmişler. Zira, soğuk dışarıda durmaya izin vermiyor. Şoför, motoru durdurmuş. Otobüsün içerisinde soğuk, nemli, kötü kokulu, ağır mı ağır bir hava. İç lâmbalar yanmış, kırmızıya çalan bir turuncu renk hakim ortama.

Koltuğa oturdum. Şapkama, kaşkoluma, kabanıma iyice bir sarındım ve başımı -sigara, toz, rutubet kokusu bu gün bile burnumda olan perdeyi de araya koyarak- pencereye dayadım. Gözlerimi kapattım.

Biraz uyuklayarak, biraz kitap okuyarak, açlıktan guruldayan karnımın sesini bastırmak için arada su içip arada da molada aldığım sakızı çiğneyerek, epey bir vakit geçirdim. Yanımdaki abi gürültülü bir şekilde horlayarak uyumaktaydı.

Gece yarısı yeni yıla girerken muavin herkese kolonya dağıttı. Şoför, yirmi dakika kadar motoru çalıştırdı ve içeriyi biraz ısıttı. Herkes birbirinin yeni yılını kutladı. İhtiyaçlar için otobüsten inip geri gelenlerden durum raporları geliyordu ve çoğu olumsuzdu.

Özetle anlaşılan şuydu: İleriye gidiş mümkün değil. Trafik ekipleri gelmiş; hem polisin hem jandarmanın. Kızgın bir trafik ekibi, sol şerite geçip önlere gitme sevdası ile yolu tıkayan sürücüleri fırçalıyormuş. Adapazarı'ndan artık bu tarafa geçişe izin vermiyorlarmış. Taa arkalardan sol şeritteki elemanları geri geri manevra yaptırarak geriye alıyorlarmış. Bir kaç saate biz de geri dönecekmişiz. Kuyruk 8-10 kilometreymiş…

Hasılı, ailemle birlikte geçireceğim diye çok heveslendiğim 31 Aralık 1982 gecesini, soğuktan titreyerek, havasız, kötü kokulu, karanlık bir otobüste geçirdim. O zamandan beri her yılbaşı gecesi o günü gene hatırlarım ve çoğu zaman çevremdekilere anlatırım da…

Gecenin bir hayli ileri bir saatinde motorun çalışması ile uykudan uyandım. Asabi bir trafik polisinin şoförle konuştuğunu duydum. Geri dönmesi için manevra yaptırırken bir yandan da ikaz ediyordu: "Yol buz, yavaş. Emniyet şeridine geçme, sollama, diğer şeride girme tamam mı? Sırf bu yüzden dikildiniz burada bu saate kadar. Yavaş, topla! Tamam, devam et!"

Yolda sıkışıp kalmamızdan 9-10 saat sonra yeniden hareket ettiğimizde, istikametin İstanbul olması canımı nasıl sıkmıştı, tahmin etmek zor değil. Başım hâlâ pencereye dayalı idi. Yüzümü dışarıya çevirdim. Cam tamamen buğulu idi ve pencerenin alt kısımlarında bu süre içerisinde oluşan hatırı sayılır buzlanma, şimdi erimeye başlamıştı. Eriyen buz ve camın yüzeyindeki buğu yoğunlaşarak pencerenin alt kısmından koluma akmış ve kabanımı bayağı ıslatmıştı.

Araba giderek hızlanırken, iç ışıklar tamamen kapatıldı. Dışarısı daha iyi gözükür oldu. Cama hohladım bir kaç kere. Sol elimin dört parmağını bir araya getirip büzerek cama, koyulaşan buğunun üzerine bastırdım. Köpek patisi izine benzer bir iz oluştu camda. Arka arkaya bir kaç tane daha yaptım. "Sanki camda köpek yürümüş gibi di mi?" dedim kendi kendime. Camdaki gölgemde gülümsediğimi fark ettim.

İstanbul'a geri dönmekte olduğum 1 Ocak 1983 gününden yedi yıl önceye döndüm adeta. "Alemsin ha" diyen Zehra'nın, "Oğlum manyak mısın?" diyen Adnan'ın sesini duyar gibi oldum. Gözlerimi kapattım.

Gözümün önünde, bir başka otobüsün içerisinde şimdi oturduğum koltuğun bir arka sırasında yan yana oturduğum Zehra, önümüzde ağabeyimle birlikte oturan Adnan, bir midibüs dolusu sporcu çocuk, o kadar çocuğun sorumluluğu ile yüzü gerilmiş Edebiyat öğretmeni Özcan Bey belirdi sanki… Kütahya - Afyon arasında kardan kapanmış yolda beklerken cama yaptığım köpek patisi izlerini Zehra'ya gösteriyordum.

Kendi kendime "Demek arada bir oluyormuş böyle!" dediğimi hatırlıyorum, uykuya dalmadan önce.

Yorumlar

Sevgili Melih, öyle noktalara dokundun ki, sabahtan beri o yılları düşünüp duruyorum. Yolda kalmak, jetonlu telefon aramak, anneye ses duyurup kapamak ve tabii ki kumbaralı telefonlar. Kumtel marka olurlardı. Sana bir de sır vereyim. Kulaklıktan yüksek sesle konuşursan jetonu indirmeye gerek olmazdı. Birkaç kez kumbaralı telefonu emanet eden bakkal amcanın iyi niyetini suistimal etmişliğim vardır.

Ezilmiş ruhuma, bunalmış bünyeme ferahlık verdin. Varol.

Ahmet Faruk Yağcı - 21 Haziran 2013 (17:41)

Orhan Pamuk okuruyum. Külliyatının hemen tamamını okudum. Kitaplarından birisini okumada çok zorlandım. Takibinde de murat edileni anlamakta da başarılı olamadım. Yine de inatla okudum. Orada yeni kuşağın bilmediği, Ronson marka çakmaklardan, gaz ocağı iğnelerinden, lüks gömleklerinden bahseder. Bunları okumak ve bir zamanlar elimin bu cisimlere değdiğini bilmek çok keyiflidir.

Melih akıllı adam, biliyor Otomarsan tarafından imal edilen 302 Mercedeslerin eskilerinde ikinci ve üçüncü sıralara denk gelen hizada kalorifer peteği olduğunu. Üflediğinde ayakların sıcacık olduğunu. Yan camların üzerinde de sürgülü açılır kapanır kısımların olduğunu. Tepede üç adet havalandırma kapağı olduğunu bunların açılması ile ille de bir yaşlının 'oğlum dalımız dondu gapayın şu gapaa!' diye ünleyeceğini.

Elbette biliyor o dönemin çocuklarının okuduklarında 'vay be ne günlerdi!' diyeceklerini. Neyse biz geçenlerde söz kestik; kendisiyle oturup uzayan bir akşamda bunları konuşacağız. Siz bekleyin biraz daha yazmasını.

Bu güzelim yazı bizler için iyi bir zamanda geldi. Dimağımızı serinletti. Yazının kısmetsizliği ise yanı başında süren bir tartışmanın odağı başka yere çekmesiydi. O da kısmet. Yarınkiler, olmazsa öbür günün çocukları yazının nasıl yazılacağı konusunda örnek alacaklar. Bir kez daha sağol. Varol.

Ahmet Faruk Yağcı - 23 Haziran 2013 (17:42)

Hayatımda dört ya da beş kez kar yüzünden yolda kaldım. Bunlardan ikisi iz bıraktı. Birini yukarıda anlatmaya, diğerini de son iki paragrafta kısaca hissettirmeye çalıştım. Umarım lâfı bir araya getirip onu da anlatırım bir ara.

Her ikisinde de otobüs yolculuğu yapıyorduk ve otobüsler Ahmet Faruk'un sözünü ettiği 0302'lerdendi. Bir tanesi "midibüs" diye bilinen, diğerinden daha küçük bir araçtı.

"Anı" yazacak kadar dolu bir yaşamım ve daha da önemlisi başkalarının okumaları için ilgilerini çekecek anılarım olduğunu sanmıyorum. "Eee, Derkenar'daki neredeyse tüm yazılarında, niye böyle eskiye ait yaşantılarını anlatmaya soyunuyorsun o zaman?" diye sorarsanız eğer, bir kaç nedenim var.

Bunların arasında en önemlisi şu: Ahmet Faruk, seninle hep konuştuğumuz gibi, bizim yaşamamızda öyle hızlı bir değişim yaşandı ki çocukluğumuzda, ilk gençliğimizde yaşadıklarımız, bizden 10-15 yaş genç kardeşlerimiz için inanılmaz yabancı. "Belki bir köprü olur mu yazdıklarım acaba, bizimle bizden sonraki kuşak arasında?" diye düşünüyorum bunları yazarken.

Bir diğer nedenimi söylerken mahçup da oluyorum, fazla mı iddialı bu lâf acaba diye ama, kendi yaşamımızdan kesitleri bir şekilde yazıya dökerek, biraz da tarihe not düşmüş oluyoruz bence.

Tabii sen ve diğer dostlarımızın, umarım hak ettiğimiz övgüleri ve teşvikleri de bir başka nedeni oturup bunları yazmamın.

Teşekkür ederim güzel düşüncelerin için. Epeyi lâf biriktirdim muhabbet için. İple çekiyorum o akşamı.

Melih Özel - 23 Haziran 2013 (19:19)

Melih üstad, bence fazlasıyla tevazu gösteriyorsun.

Hem tarihe not düşüyorsun, hem de bugünkü ve yarınki okurlarına eskimeyecek bir edebi lezzetler armağan ediyorsun. Hem de daha fazlası…

Yazma eyleminin burnu bir karış havada bir seçkin grubunun tekelinden çıkıp, söyleyecek sözü olan herkesin elinin ulaşabileceği bir yerde olmasını savunurum eskiden beri.

İnanıyorum ki, şu an yazarlığı aklının ucundan bile geçirmeyen, ama bu işin kaymağını yiyen birçok ünlü isimden daha donanımlı ve daha yetenekli birçok insan yaşıyor aramızda. Sessizce izliyorlar. Yazarak hayatımıza kazandırabilecekleri deneyim ve fikir zenginliğini, gereksiz bir alçak gönüllülükle bizden esirgiyorlar.

Oysa söyleyecek sözü olan herkes, ucundan kıyısından da olsa, bulaşmalı bu işlere. Bunun bir yarış değil, cömertlik olduğunu bilmeli.

Yazmak çizmek, çıplak gözle görülemeyeni görünür kılacak bir uğraşta yer almak, o kadar cilalanmış, ulaşılamayacak bir yükseltiye konmuş, bir zümrenin tekeline tahsis edilmiş ki, çoğu insan daha en baştan "benim ne haddime" deyip havlu atıyor.

O zaman da meydan çoğunlukla egosu devleşmiş kifayetsiz muhterislere kalıyor.

İnsanlar yazmayı gözlerinde büyütüyorlar. İşin teknik kısmı atla deve değil, biraz çabayla öğrenilebilir. Ama bunu gel bir de o ilk "yazmaya kalkışma" eşiğinin önünde durup da paralize olmuş olana anlat.

Derkenar'daki en fazla gözlerimi kamaştıran şey, yazarlarının yaratılıştan sahip oldukları yeteneğe ek olarak, bir de eli öpülesi sahicilik ve tevazu içinde oluşları. Yazma işini bir ikbal kapısı olarak görmeden, kasılmadan, poz kesmeden, olanca sadelikleriyle yapıyor ve şu alaca karanlıkta pırıl pırıl parlıyor oluşları.

Böyle berrak bir kaynağın yanı başında durup gürül gürül akan o suya hayranlıkla bakan ve bundan kendine pay biçmeye yeltenen lüzumsuz bir adamın (büdü) duyduğu zihinsel hazzı ifade edebilecek uygun kelimeleri bulamıyorum.

Pamuklara sarmak lâzım sizi ama nerede o cesamette pamuk?

Necdet Şen - 24 Haziran 2013 (01:49)

Melih kardeşim, o günü dün gibi hatırlıyorum. Hava güneşli ve parlaktı, soğuk ise sanki abartılacak kadar değildi galiba. Çünkü, üzerimde ceket ve gömlek, yanımda ise amca oğlum Osman ile Galata köprüsünden Cağaloğlu yokuşuna doğru yürüyüp, Hürriyet gazetesinin tam karşısındaki İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü ana binasına varmıştık. 31 Aralık 1982 tarihi yanılmıyorsam cuma gününe denk geliyordu. O gün, kazandığım memuriyet sınavının mülâkatı vardı. Alelacele evrakları tamamlayıp 31.12.1982 günü saat:16.55'de göreve başlatmışlardı beni. 25 yıl altı ay sürecek olan kamu görevim de böylece başlamış oldu. Sevinçten olacak soğuğu pek duymadım galiba. Tekrar aynı yolu yürüyerek, Harem vapuruna bindik, oradan Gebze trenine atlayıp doğruca çayırovaya, amcamların evine varmıştık. Aklım Ordu'daki ailemde idi. Tren penceresinden rüzgârların savurduğu bir şarkıya eşlik ediyordum, öyle kalmış aklımda…

Gökhan Akçiçek - 25 Haziran 2013 (01:34)

Değerli Necdet Şen'in, yazmak, fikir beyan etmekle ilgili kullandığı 'bir zümrenin tekeline tahsis edilmiş ki (…) 'ifadesi her ne kadar doğruyu söylerken yanlışı da barındırsa da, bir ' giz'i içinde barındırıyor, esas olarak! -bu arada hiç kimse ile, kelimeler üzerinde tartışmaya girmek istemediğimi, eleştirmek istemediğimi belirteyim! -

O giz ki, 'söyleyecek sözü olan herkes'in elbette çok ama çok söyleyecek şeyi olduğudur çünkü, İnsan Evren'in aynasıdır; sözü bitmez, yeter ki dili çözülsün!

Önemli olan; söyleyecek bir şeyleri olan insanların, kendilerinin değerlerini bilmeleri; her zaman, şişmiş 'ben'leriyle şöhret olmuş insanların söylemleri karşısında kendilerinin en az onlar kadar değerli olduklarını uygulayarak göstermeleridir!

'İnsanlar yazmayı gözlerinde büyütüyorlar. İşin teknik kısmı atla deve değil, biraz çabayla öğrenilebilir. 'derken de Necdet kardeşim, çok ufak olan, ama yazmayı gözünde deve yapan çekingen insanlar için önemli bir 'ayrıntı' ya değiniyor.

Derim ki: İnsan yanlış yaparak doğruyu bulmak / öğrenmek, Mükemmel olmak için yaratılmıştır!

Başla!

Gerisi gelir!

Sen başlamazsan yazmaya hikâyeni, başkaları senin hikâyeni yazar istemediğin bir dille!

İyiyi, güzeli önermekle, okumaya - yazmaya heveslendirmekle, bilerek veya bilmeyerek en iyi yol üzerindesiniz!

Yani, İslâm'da!

Barış'ta yani!

Tebrikler!

Heyecan verdiniz!

Bir o kadar da heyecanınız artsın!

İsmail Sabaz - 25 Haziran 2013 (04:14)

Melih Bey'den bir sonraki kuşak olarak sanırım ben teknolojinin altın çağına denk gelmişim. Zira doksanlı yılların başında jetonlu telefonlar yerini yavaş yavaş kartlı telefonlara bırakmıştı.

İlk kartımı aldığımda bunu bir tür abonelik sanıp PTT memuruna aylık ödemeleri nasıl yapacağımı sormak gafletinde bulunmuş, memurdan ters bir cevap almıştım.

Hakkını vermek gerekirse bu telefonlar jetonun pabucunu dama attığında havamız da bir parça değişmişti. Cüzdanımızda diğer ikisi bankamatik kartı ve okul kimliği olmak üzere kendine her daim yer bulan üç şeyden biriydi 30'luk ya da 60'lık telefon kartları.

Şimdi bakınca o bile tarih olmuş. Telefon kulübeleri önünde oluşan uzun kuyruklar, içeridekinin konuşması uzadıkça gerilen sinirler, yapılan kavgalar… Şimdi yüzlerine bakmıyoruz ama az kahrımızı çekmedi o kulübeler.

Yalçın Şahin - 25 Haziran 2013 (20:45)

Gerçekten de kartlı telefonlar, 70'li, 80'li yılların teknolojisi (!) ile karşılaştırılınca adeta bir devrim Yalçın Bey.

O jetonlu telefonlara kavuştuğumuzda bile "Breh breh!" demiştim, "Bu ne üstün teknoloji yahu. Arıyorsun, sanki şehir içiymiş gibi görüşüyorsun."

Ee, jetonlu telefonlardan önce ne yapıyorduk peki? Anlatayım efendim.

Lisedeyken, Cumartesi sabahları Üsküdar'a gelir çarşı içindeki postaneye giderdim. O zaman babam sağ ve Afyon'da oturuyorlar. Sene 1976!

Telefon numarasını bankodaki memur ablaya ya da abiye yazdırırdım. "Ödemeli" diye de belirtirdim. Yani "parayı babamlar verecek, ben değil" demiş olurdum.

"Normal mi olacak?" sorusuna hemen her defasında olumlu yanıt verirdim. Ayrıca "acele" ve "yıldırım" seçenekleri de vardı ve çok önemli bir şey yoksa, böyle bir seçeneğe asla başvurulmazdı.

Sonra oturup beklersin.

Beklersin.

Beklersin.

En kısa zamanda bağlanma rekorum 15 dakika, en uzun bekleme rekorum da 4 saattir. Yeminle. Lisede geçirdiğim dört yıl içerisinde, bir saatten kısa sürede bağlandığım günlerin sayısı 10 değildir, inanın.

İnanmak mümkün değil sanki değil mi? Arada gidip çarşıda dolaşır, yemek yer gene gelirdim. "Ulan sinemaya bile gidebilirdim ha" diye düşündüğüm zamanlar olurdu.

2-3 saat bekledikten sonra sıkılıp iptal ettirdiğim ne çok olmuştur. Oradan çıkıp, şimdi Marmaray kazıları filân yapılan yerlerde bulunan bir çay bahçesine oturup, eve mektup yazardım. Hatırlarsanız, mektup yazma konusunu bir eyyam evvel anlatmıştım Derkenar sakini dostlarımıza.

Çok mu yaşlandım ben yahu! Nelerden söz ediyorum böyle? Hoppalaa!

Melih Özel - 25 Haziran 2013 (21:57)

Ben bu telefon olayının farklı bir boyutuna değinmek istiyorum. Gençliğimizin telefon maceralarında "ödemeli yazdırmak" kadar "komşuya ödemeli yazdırmak" diye de bir olay vardı. Malum; yoksulluk demeyelim ama yoksunluk devri, her evde telefon yok. Bugünkü gibi Telekom'a git, kaydını yaptır, bir kaç gün içinde evine telefon gelsin yıllarına daha zaman var. Evine telefon bağlatmak ciddi bir gelir ve şans işi. Önce PTT'ye gidip, kaydını yaptıracaksın. Sonra bekleyeceksin ki yeni hat döşensin. Yıllar sürebilir evine telefon bağlanması. Bir de eve telefon hattı almak için başvurmak bir vizyon işi. Her evde telefon olmadığı ve iletişim bugünkü gibi telefon yoğun olmadığından çoğu kişi ev telefonunu ihtiyaç olarak bile algılamıyor. Mektupla haberleşmek ya da ev ziyaretleriyle görüşmek yaygın ve muteber. O yüzden annem hâlâ rahmetli babamın gelişimi öngöremeyip eve telefon bağlatma işinde geç kaldığına hayıflanır.

Ee evde telefon olmayınca ve İstanbul gibi uzak bir şehirde yatılı okuyorsan acil bir durumda ailenle konuşman gerektiğinde evinde telefon bulunan komşulara ödemeli telefon yazdırmak tek çıkar yol olarak kalıyor o zaman. "Ben çaldırıp, kapatayım, siz benim ailemi çağrın, 10 dakika sonra tekrar ararım" gibi şimdiki zamanların pratik çözümleri de keşfedilmemiş henüz. Postaneye gider, ödemeli telefon yazdırırsın. Uzun bir süre bekleyişten sonra adın çağrılınca cam bölmeli kulübeye koşturursun. Komşunla acele selâmlaşıp, aileni çağırmalarını rica edersin. Komşun pencereden "hu Leyla Hanım, Hüseyin Bey, çabuk olun oğlan telefonda" diye ailene seslenir veya evin küçük çocuğuyla haber gönderirdi. Ailen bir taraftan komşuya ayıp olmasın diye acele ile komşuya doğru yol alırken bir taraftan acaba kötü bir şey mi var diye meraklanırdı.
Aradan bir zaman geçip ailen hattın diğer ucunda yerini alınca yapacağın konuşmanın uzunluğu komşunuzla ilişkinize ve anlaşmanıza bağlı olurdu. Eğer ailen ile komşunuzun ilişkisi sıkı fıkıysa veya telefon ücretini ödemek üzere anlaşmışlarsa sorun yok, telefonda istediğin kadar ve mevcut aile fertlerinin hepsiyle konuşup hasret giderebilirdin. Yok ailenle komşunuzun ilişkisi nezaket üzerine ise o zaman komşuya ayıp olmasın diye nefes almadan telefona ilk gelen annen ya da babanla konuşup derdini anlatır, geriye kalanlara selâm ve sevgilerini iletir ve istemeden telefonu kapatırdın.

O zamanlar "komşuya ödemeli telefon yazdırmak" için de sağlam nedenlerin olmalıydı. Ya sağlıkla ilgili bir sorun olmalıydı ya da sorunun çok muacceliyeti olmalıydı. Öyle kafası estiğinde "ya anne/baba sizleri çok özledim" babında açılan telefonlara, iki çocuğunu gurbet ellerde okutmanın "iktisadı" üzerinde master yapan memur babanın cevabı genellikle "sık dişini yavrum, bayram/yarıyıl tatili yakın" şeklinde olurdu ve bu bir sonraki telefon denemesi için umudun kırılması demekti. Naz yapmak, hâlâ hayatta kalma mücadelesi veren aileler için öncelik sıralamasında henüz üst sıralara tırmanmamıştı. O yüzden geriye doğru baktığımda 3-5'i geçmez bu yöndeki denemelerim.

Ama zaman çabuk aktı. 80'li yıllar onca acının yanında, gelişimi ve değişimi de getirdi. Anneme göre vizyon yoksunu memur babam geç de olsa telefon için başvurdu ve evimize telefon bağlanması için PTT'ye başvurdu ve nihayet evimize telefon bağlandı da komşularımıza rica da bulunmaktan kurtulduk. Ama "jeton" teknolojisine hâlâ zaman vardı. Değişim dedikse o kadar da değil. Her şey yavaş yavaş ve sindirerek.

Ben şehirler arası otobüslerdeki deneyimlerimi yazmak istiyordum ama telefon öncelik aldı. Uzun bir yorum oldu ve sevgili Büdütor abimizin hoşlanmayacağı kadar devrik cümlelerle dolu, farkındayım. Ama kalem bu sefer böyle oynadı. İnşallah otobüs deneyimleri daha az devrik cümle yoğun olur. Kalın sağlıcakla.

Özkan Dalgıç - 30 Haziran 2013 (12:55)

diYorum

 

514
Derkenar'da     Google'da   ARA