Patronsuz Medya

Çocukluk arkadaşları unutulmaz

Melih Özel - 15 Haziran 2012  


Ortaokul ikinci sınıfta tanıştık Atila ile. Sınıfta kalmıştı. O zamanlar, nedense, sınıfta kalmış çocuklara "iki yıllık" denilirdi. Zayıf uzun boylu bir çocuktu Atila. Benden uzundu, bir hayli hem de. Yaşça da büyüktü. "İki yıllık" olmanın dışında, okula da geç başlamıştı. Sakalları çıkmaya başlamıştı ki o yaş ve sınıftaki çocuklar için sık görülen bir durum değildi bu.

Kısa kesilmiş, koyu kumral saçlarını yandan ayırıyor ve sola doğru tarıyordu. Hafifçe çıkık elmacık kemikleri, çekik gözleri, beyaz teni ile sevimli bir yüzü vardı. "İki yıllık" olmaktan mı, yoksa, kişiliğinin bir yansıması olarak mı bilmem, ağırbaşlı bir hali vardı. Ama haytaydı.

Aslında uzaktan tanıyordum onu. Babası, oturduğumuz evin hemen önündeki dolmuş durağındaki minibüslerden birisinin şoförü idi. Akşamüzerleri ve en çok da tatillerde Atila'yı da görürdüm orada. Babasına "muavinlik" yapardı. "Örneeek evler, 75 eeevler, hemen!" filân diye bağırırdı, çocukluktan ergenliğe geçmeye çalışan çatlak sesi ile.

Okul başlayıp da sınıf arkadaşı olunca, bazen okuldan çıktığımızda, beraber yürür gelirdik bizim evin oraya kadar. Ben eve girerken o da babasının dolmuşuna takılırdı. Dedim ya biraz haytaydı, deyim yerindeyse. Ders çalıştığı filân yoktu. Okula da babasının zoru ile geliyor ve bunu söylüyordu da.

Okul başladıktan bir kaç hafta sonra sınıf öğretmeni tarafından oturma yerlerine müdahale edildi, yerler değiştirildi ve Atila benim yanımda oturmaya başladı. İlk bir kaç gün biraz tuhafıma gitti Atila ile oturmak. Düşünsenize 11-12 yaşındayız, daha çocuğuz. Ama Atila sigara kokuyordu. Hem de ciddi bir şekilde. Bir gün sordum: "Sen sigara mı içiyorsun?" diye. Çok rahat bir tavırla "Evet!" dedi. "Baban kızmıyor mu?" dedim. "Yakalayınca sopalıyor ama o da benim yaşımdayken başlamış oğlum" dedi. Sonra alıştım birlikte oturmaya.

Bana biraz yukarıdan bakıyordu. Toy, çocuk, hatta muhallebi çocuğu olarak görüyordu, fark ediyordum. Eski sınıfındaki çocuklarla bir araya geldiği zamanlarda, bir şekilde beni görürlerse, yüzlerindeki alaycı ifade çok dikkatimi çekiyordu. Aralarında fısıldaşıyor ve ardından gülüşüyorlardı.

Dersleri iyi, çalışkan bir çocuktum. Yaramazlığım, haytalığım yoktu. Benden 6 ve 8 yaş büyük iki ağabeyim vardı. Üniversitede okuyorlardı başka bir şehirde. Okuldan eve, evden okula giden nispeten renksiz bir çocuktum. Sokakta oynama çağım yavaş yavaş geçmeye başlamıştı ve okuldaki çocukların önemli bir bölümünün aksine, zamanımın çoğunu kitap okuyarak geçiriyordum.

Şimdi düşünüyorum da, Atila haklıymış benim için öyle düşünmekte. Düşünsenize, sürekli kitap okuyan, biraz bilmiş, dersleri iyi, sokakta aksiyonu olmayan, top oynamayı beceremeyen, kavga - dövüş bilmeyen, bir evin en küçük çocuğu. Dersler iyi diye, okulda öğretmenler tarafından da biraz kayırılıyor muydum acaba? Bu da katkıda bulunuyordu sanırım Atila'nın gıcık kapmasına. Bu yukarıdan bakış, sınav zamanları özellikle ufak tefek kopya vermeler söz konusu olunca ya da ödevlere yardım edilince birkaç günlüğüne geçiyor, sonra eski tas eski hamam oluyordu.

Arada ben de gıcıklık yapıyordum. Ama diyorum ya, bilmişlik yaparak gıcıklık yapıyordum. Meselâ "Oğlum senin adın Atila mı, yoksa Atilla mı? Hangisi doğru?" diye soruyordum. "Ne bileyim lan! Kafa kâğıdında Atila yazıyor!" diyordu kızarak. Üsteliyordum, "Peki, benim adımın doğrusu ne o zaman? Melih mi, Mellih mi?" diyordum. Küfrediyor, kovalıyordu beni, tehditler savurarak.

- "Sen evin önüne çıkma lan, ağzını burnunu kıracam senin!"

Sınıfta, ders sırasında ilgisi dağınık bir çocuktu. Başka şeylerle meşgul oluyor, uyukluyor ya da bana lâf atıyordu. Dersi dinlediğim ve sınıfın başarılı öğrencilerinden birisi olduğum için de durum öğretmenlerin dikkatini çekiyor ve Atila, öğretmenlerden fırçayı yiyordu. Bu durumun kabahatlısı olarak da beni görüyordu.

Beden eğitimi dersleri, Atila'nın benimle en çok dalga geçtiği zamanlardandı. Müfredat hâlâ öyle mi bilmiyorum. Nedense bizim öğrencilik dönemimizde Milli Eğitimimiz her çocuğun bir jimnastikçi olduğunu düşünüyordu her halde. Hatırlar mısınız? Amuda kalkmalar, kasadan atlamalar, yok birbirinin omzunun üzerine çıkmalar.

Beden eğitimi derslerinde nefret ederdim amuda kalkmaktan, kasadan atlamaktan, takla atmaktan filân. Zaten yapamazdım da. Amuda kalkmaya çalıştığım zamanlar benim için tam bir eziyetti. Küt diye düşerdim. Öğretmen ısrar eder, birilerine ayaklarımı tutturur, kızar söylenirdi. Atila hem derste hem de dersten sonra benimle acaip dalga geçerdi. "Koçum, ineklemekle olmuyor, bak. Kütük gibisin lani hi ho ho!" filân gibi lâflarla beni kızdırıyordu. Aslında kızdığım da yoktu pek, ama çocukluk işte. İtişip kakışıyorduk bu minvâl üzere.

Gene hatırlayanlar olacaktır, öğrenciliğimizde "İş Bilgisi Dersi" vardı müfredâtın bir parçası olarak. Şimdi düşünüyorum da aslında ne güzel bir dersmiş. Sanırım tornavida tutmayı, ağacı çatlatmadan vidayı sıkabilmeyi, çiviyi eğmeden çakabilmeyi orada öğrendik. Neler yapmadık ki? Akranlarım arasında hatırlamayan var mıdır, meselâ cilt yapmayı? Cilt bezi, beyaz tutkal, mukavva, sicim, yorgan iğnesi ve ipi gibi detayları hatırlar mısınız? Ciltbezini kabarcık bırakmadan mukavva üzerine yapıştırabilir misiniz? Bunu yapmak için ıstakalar olurdu küçük, tahtadan. İş bilgisi dersinde cilt yapmayı öğrettikleri gibi, o tahta ıstakaları da yaptırırlardı.

Bu dersi verebilecek öğretmen sayısının yetersizliğinden olsa gerek, iş bilgisi dersimize sosyal bilgiler öğretmeni İbrahim Bey girerdi. (Ayrıca, İngilizce dersimize de İş ve İşçi Bulma Kurumunun müdürü giriyordu. Valla yalan söylemiyorum). Sanırım İbrahim hoca, Bulgaristan'tan göçmen gelmişti ve belirgin bir Rumeli şivesi olan, ama bir o kadar da belirgin batılı bir anlayışa sahip, çok iyi bir insandı.

Bir gün geldi ve o haftaki projemizi "balıkçı iskemlesi" olarak açıkladı İbrahim hoca. Hani ayakları ortasından vidayla birbirine tutturulmuş, ortasında bir branda bezinden oturma yeri olan, açılır kapanır, portatif basit bir oturak. İkişer ikişer grupladı bizi. Biz de Atila'yla partner olduk.

İşte, ağaçlar kesilecek, ölçülecek, işaretli yerlerden delinecek, vidalanacak. Brandanın iki kenarına iki kalın ağaç sarılıp çakılacak. Sonra bu tahtalar ayakların uç kısımlarına çakılacak. Tamam!

Ağaçları işaretledik, kesilecek ve delinecek yerleri çizdik. Atila kesecek, ben de delinecek yerleri matkapla deleceğim.

Atila ilk parçayı aldı. Çizili yeri tezgâhın kenarına gelecek şekilde, tahtanın yarısını dışarıya uzattı. Sol eliyle dışarıdaki kısmı tuttu, sağ eliyle testereyi çizgili kısma dayadı. Testereyi biraz hızlı ve kontrolsüz biçimde aşağı yukarı hareket ettirirken, sol eliyle dışarıda kalan kısmı aşağıya doğru bastırıyor.

"Oğlum, dikkat et! Eline gelecek testere" dememe kalmadı. Tahta, daha kesilme işlemi tamamlanmadan kırıldı. Sol eli birden boşa çıkıp masanın altına doğru hızla kayarken, testere aşağı hareketini tamamladı ve sol kolu bileğinin üzerinden kesiliverdi. Ortalık birden kana bulandı.

Atila, can havliyle bağırırken herkes panik halinde bağırıp çağırmaya başladı. İbrahim hoca, nereden buldu bilmem, küçük bir havlu parçasını yaranın üzerine sıkıca sardı. Hemen yanında ben duruyorum. "Tut Melih burayı sıkıca" dedi. Sonra koşarak atölyeden çıktı.

Atila yerde oturuyor. Ben yanında çömelmiş durumdayım, elimde Atila'nın bileği. Havlunun kenarından hâlâ kan sızdığını görünce, Gökkuşağı Ansiklopedisinde okuduğum bilgiyi dile getirdim: "Havluyu tam yaranın üzerine koymuş hoca" dedim. "Biraz yukarından sıkmak lâzım aslındaki gelen kan azalsın!" Yazık, Atila'nın bet-beniz atık, canı yanıyor bir yandan. "Sıçacam lan ağzına, hıyar! Sırası mı lan ukalâlığın? Mahvoldu lan kolum" diye başladı sövmeye.

İbrahim hoca geri geldi o sıra. Atila'ya bakarak "Ben konuştum çucuğum" dedi. "Devlet Astanesinin acilinde bekliyorlar." Sonra bize döndü.

- "Kim gider Atila ile astaneye bakayım?"

Kimseden ses çıkmadı. "Ben giderim hocam!" dedim.

- "Tamam. Adi sen şimdi sıkıca tut Atila'nın bileğini. Gidin astanenin aciline."

İkiletmedik lâfı. Çıktık yola. Hastane, okula çok yakın. O zaman etraf bomboş. On dakikada yürüdük. Yol boyunca Atila bana epey bir sövdü. 'Yarayı açık bıraktım' diye, 'yaranın üst tarafını çok sıktım' diye, 'kolunu kalp hizasının üstünde tut dedim' diye. Açıklamaya çalışıyorum: "Oğlum, ansiklopedide okudum ben bunu. Kalbinin üstünde tutarsan kanamazmış. Bileşik kaplar gibi düşün…" diyorum. "Eşşoğlueşşek, ne diyosun lan sen!" diye basıyor kalayı.

Allahım, yarabbim! Düşünüyorum da şimdi. Nasıl bir sorumsuzlukmuş kolunda büyükçe bir kesik olan küçük bir çocuğu, yaşıtı bir başka çocuğa emanet edip, hastaneye, üstelik de yürüyerek yollamak. Demek 38-39 yıl önce normal kabul ediliyormuş bu davranış. Ne bileyim?

Neyse, vardık acile. Bu gün gibi hatırlıyorum siyah kıvırcık saçlı, simsiyah gözlü, topluca bir hemşire abla karşıladı bizi. O zamanlar hemşirelerin kolalı beyaz kepleri vardı başlarında. Ortasında kıpkırmızı bir hilal. İbrahim Bey'in onları aradığını söyledi. Sonra Atila'yı müdahale odasına alırken bana da "Sen şurda ellerini iyice yıka bakalım" diyerek odadaki lavaboyu işaret etti. O zaman fark ettim ellerimin bayağı kan içinde olduğunu. Ellerimi yıkarken doktor geldi. "Ben de gelebilir miyim içeriye?" dedim. Hemşire abla itiraz etti, ama doktor abi "okuldan beri getirmiş çocuk, gelsin bakalım" dedi.

Girdik içeri. Yarayı açmış, çevresini tentürdiyot ile boyamışlar. Kanama filân durmuş. Doktor abi, sonradan agraf denildiğini öğrendiğim tel zımba gibi bir dikiş malzemesi ile yaranın iki dudağını dikerken ukalâlıklarıma devam ettim: "Doktor amca, ben gelirken kanamasın diye yaranın üst tarafından sıktım, kolunu da yukarıda tutturdum" diye. İşlem bitti. Çıkarken doktor abi sırtımı sıvazladı, övücü şeyler söyledi.

Çıktık. Bizim evin oraya kadar yürüdük. Yol boyunca Atila pek bir şey söylemedi. Minibüs durağına geldik. Babasının arabasını uzaktan görünce "Sağol Melih!" dedi. Koşarak ayrıldı. Ben de okula döndüm.

O günden sonra Atila'nın bana karşı tavrında belirgin bir değişim oldu. O eski yukarıdan bakan, alaycı, kıl çocuk gitti, beni başkalarına karşı koruyan, adeta abilik yapan başka birisi geldi. Arada bir bilgiçlik yaptığımda etraftan dalga geçen ya da kıllık yapan olursa "oğlum bu herif doktora bile ukalâlık yaptı, siz kimsiniz lan" diye bana arka çıkıyordu.

Derslerdeki ilgisiz hali devam etmekle birlikte, bana bulaşmaz oldu. Okuldan sonra ya da tatil günlerinde eve girer çıkarken karşılaşırsak, eskiden yüzüme bakmazken, şimdi hal hatır soruyor hatta sohbet ediyordu.

Sene bitti. Atila bir kaç dersten ikmale kaldı, ama sonunda geçti sınıfı. Üçüncü sınıfta farklı şubelere düştük. Ama irtibat kesilmedi. Hem okulda, hem de minibüs durağında ahbaplık etmeye devam ettik. Minibüste giderken gelirken beni görürse, uzaktan sağ elinin işaret parmağı ile sol bileğini gösteriyor, sonra sağ elini kalbinin üzerine götürüp, başını eğerek, afili bir selâm veriyordu.

Ortaokul bitti. Tatil süresince de arada sırada karşılaşıp sohbet ettik. O yaz liseyi yatılı okumak üzere İstanbul'a geleceğim belli olunca, bir gün karşılaştığımızda Atila'ya söyledim durumu. Durakladı. "Çok iyi ya, çok iyi!" gibi bir şeyler söyledi. Sonra "Melih, sana bi şey söyleyeceğim. Oğlum, o gün bileğim kesildiğinde var ya, senin yaptığın kardeşliği hiç unutmayacağım biliyo musun? Öbür heriflerin hepsi korktular, sen delikanlılık yaptın. Sağol kardeş." dedi.

O yaz sonu lise için İstanbul'a geldim.

O yıl sonunda babam emekli oldu ve Afyon'dan ayrıldık. Bir daha hiç görmedim, ama hatıramdan hiç silinmedi Atila.

Çok uzun yıllar sonra bir yaz Afyon'dan geçerken, çocukluğumun mekânlarını dolaştım. (Bkz: "Çocukken yağmurun kokusu da başka") Bizim küçük taş evimizin önündeki o minibüs durağı hâlâ oradaydı.

Araçlar daha moderndi, simalar daha farklıydı.

Hem şoförlere baktım, hem de muavinlere, kolunda yara izi olan dostumu görebilir miyim diye.

Göremedim.

Yorumlar

Derkenar'dan ödüllü bulmaca: Fotograftaki yakışıklılardan hangisi Atila, biliyoruz. Peki, Melih hangisi?

Ödül: Bilene bir avuç safra kesesi taşı. (Kahverengi ve cilalı gibi olanından.)

Büdütör - 16 Haziran 2012 (11:04)

Duvar kenarı 2. sıra. Safra taşını isterim ama hocam!

Selçuk - 16 Haziran 2012 (12:06)

Geçmiş zamanı bunca renkli ve güzel anlatmak her faniye nasip olmaz. Dostum yine çocukluk ve ilk gençlik günlerimizde (ne kadar da benzeşiyor o çağlarımız) yaşadıklarımızı bir kez daha yaşattı bizlere. Yukarıdakinin benzeri epeyce okul resmim var. Hemen hepsinde Melih'in oturduğu sırada veya boy fakiri olmaktan dolayı en ön sıradayım. Yine tamamında arka sırada ayakta duran ceket düğmeleri ilikli arkadaşlarım var.

Melih bence bu ekipteki en zeki bakışlı olan. Ya da saçları en sık olan. İki tanım da gayet güzel uymakta.

Ahmet Faruk Yağcı - 16 Haziran 2012 (13:06)

Melih abi, sorsaydın keşke minibüs sahiplerine Atila'yı. Bir daha Afyon'a yolun düşerse sor bari, öykünün ikinci kısmı çıkar, kim bilir!

Gökhan Akçiçek - 17 Haziran 2012 (22:40)

"İş Bilgisi Dersi" zamanlarına yetişemedim ama beden dersleri aynen öyle anlattığınız gibi sanki herkes olimpiyat jimnastikçisi olacakmış tadında eğitimlerle geçerdi. O beden eğitiminin vazgeçilmezi "kasa" ise gözüme hep korkutucu gelmiştir.

Atila'yı anlatınca benim de aklıma, bizim zamanların ya da sınıfın, Atila gibi çocukları geldi. Hayta, dersleri pek bir kötü ve epey de kavgacı tiplerdi "bu gibi" diye sözünü ettiğim çocuklar. Sınıfta hep arka sıralarda oturur, hocaların dayaklarına istisnasız her gün maruz kalırlardı. Kafalarında tahta cetvelleri kırarken hocalarımız, sınıfa dönüp yeni cetvel isterdi. Dayağa devam etmek lâzımdı çünkü.

İşin en acıklı tarafı ise öğrenciler hemen yarışırdı, hocaya yeni cetveli verebilmek için. "Örtmenim, örtmenim" diyerek uzatılan cetveli alan hocamız devam ederdi dayağına kaldığı yerden. Kimilerinin uzattığı cetveller ise tahta yerine demirden olurdu. O zamanki çocuk aklımla bile gözlerim portlayarak bakardım "umarım hoca seçmez o demirden cetveli" diyerek.

Dayak yiyen hayta, önce bozuk dururdu ama sonra teneffüste en pis gülümsemesi ile ortalarda dolaşır, o da başkalarını döverdi. Tuhaf bir eğitimdi galiba.

Alper Uzun - 18 Haziran 2012 (17:54)

Sevgili arkadaşım Ahmet Faruk, fotograftaki detaylarla kendi anıları arasında bağlantılar kurmuş. Gerçekten de o dönemde biz ve bizden önceki nesil, homojen adeta tektip bir öğrencilik yaşantısı sürüyorduk ve tüm ülkede neredeyse aynı anılara sahip nesiller yetişmekteydi.

Şimdi aynı şehirde yaşayan arkadaşlarımızla, farklı okullarda okuyan çocuklarımızın yaşantılarını konuşuyoruz. Bakınca bizim çocukluğumuzdaki homojen öğrencilik yaşantısı yok. Kılık-kıyafetten, öğretmenlerle ilişkiye kadar her alanda farklı farklılar. Bu kötü bir şey mi, iyi bir şey mi bilemiyorum. Ama durum bizim çocukluğumuzdaki gibi değil. Biz ortaokulu Afyon'da da okusak, Sakarya'da da, Tirebolu'da da, benzer yaşantıların yarattığı anılara sahip olduk.

Belki de ortak noktalar sayesinde birbirimizi daha iyi anlayabiliyoruz. Bilmiyorum ki!

Ayrıca, Ahmet Faruk'un zekâm ve saçım konusundaki yorumlarını okuyan ve bizi tanımayanlar yanlış anlamasınlar diye küçük bir açıklama yapmak istiyorum. Zekâ konusu tartışılıp, konuşulacak bir şey değil. Arkadaşım abartmış. Ama saçlar konusunda, sevgili dostum kinaye yapmış.

Efendim ellili yaşlarımı idrak ettiğim şu günlerde başımın üzerindeki saç miktarı, yukarıdaki fotografa bakılarak öngörülemeyecek durumda. Seyrek filân değil, eni konu kel. Dolayısı ile beni son 30 yıl içinde tanımış dostlarımın bu resimde beni tanımaları zor olabilir.

Resimdeki saçlı halim beni bile şaşırtıyor. Saçlarımdaki değişime bakıp "bunca saç nereye gitti?" diye soruyorum. "Uyak çağrışım" ile aklıma Pete Seeger'ın savaş karşıtı şarkısı geliyor:

Where have all the flowers gone

(Konuyu değiştirmeye çalışıp, iyi kıvırttım mı acaba saç konusunu.)

Ahhh, ah! Hayat döktü saçlarımızı kardeşim!

Melih Özel - 18 Haziran 2012 (21:00)

Bir kere Ahmet üstad "bakışlardaki zekâ" konusundaki tespitinde yalnız değil. Tam ben söyleyecekken o söyledi diye lâfımı yuttum valla. Ayrıca ben o bakışlarda bir de "özgüven" gördüm. Saç kısmını bilemem ama yüz aynı yüz; bakar bakmaz tanıyorsun.

Kısaca, "Melih olacak çocuk, daha ortaokul sıralarından belli olurmuş" diyelim, uzlaşalım.

Hemen yukarıda Melih üstadın da zikrettiği gibi, biz "eski" kuşak (ki buna halen 30'lu yaşlarını sürenleri bile dahil edebiliriz) Türkiye'nin hemen her yerinde benzer okul anıları yaşamışız. Neler meselâ?

Cetvelle öğrenci döven hocalar, olimpiyat hazırlığı kıvamında "beden" dersleri, sadece ellerimizi kullanarak nasıl adam öldürüleceğini öğreten "askerlik" dersi hocaları, saçı uzun erkek öğrencinin kafasında "tren yolu" açan müdürler, öğrencilere amelelik -ya da en azından mıntıka temizliği- yaptırılan "boş" dersler, en arka sıralara oturtulan uzun boylular (ki o ben oluyorum, hele bir de gözlerin 2, 5 derece miyopsa ve bunun farkında değilsen, gitti tahtaya yazılanları okuyarak takip edilebilen fen dersleri), salozluğun ya da yeteneksizliğin verdiği ezikliği sınıfın en parlak öğrencilerini döverek aşmaya çalışan kabadayı arkadaşlar, amonyak kokusuyla göz yakan okul helâları, öğrencisine okuması için roman verdi diye işkence gören öğretmenler, öğrencisini işkencecilere ispiyonlayan başka öğretmenler, dersini çalışmadan sınıfa girip, anlatacağı bölümü kitaptan okuyan öğretmenler, soru soran öğrenciye tahammülü olmayan öğretmenler, uyku ilâcı kesafetinde müfredat programı, havasız sınıflar, küf kokusu, ayak kokusu, aybaşı kanı kokusu, osuruk kokusu, kirden katılaşmış ceket kokusu…

Bak gene boktan ayrıntıları art arda sıralamaya başladım. Roger Waters'tan fenayım. Ben susayım en iyisi; bu tür çocukluk anılarını tatlı tatlı anlatabilenlere bırakayım sözü.

Benim adıma Pink Floyd konuşsun:

We don't need no education
We don't need no thought control
No dark sarcasm in the class room
Teachers leave those kids alone

Necdet Şen - 18 Haziran 2012 (23:08)

Melih Hoca diyor ki:

"Ahhh, ah! Hayat döktü saçlarımızı kardeşim!"

Hayat mı fazla testesteron mu, bilemiyoruz tabii ki. Ama kel erkekler daha seksî oluyormuş, onu biliyoruz. Erbabı söylüyor.

Yıllar önce Cevat Çapan'a şöyle bir sual sormuştum:

- "Üstad, sizdeki saç ve sakal, hani neredeyse bir manga erkeğe yetecek kadar…"

Üstad, bu türden takılmalara alışkın olmalı ki, muzipçe yapıştırmıştı cevabı:

- "Bir kafa ya kıl tutar ya akıl. Bizimki kıl tutmuş maalesef."

Durmuş Düşünür - 19 Haziran 2012 (18:01)

Kellik üzerine deneyimli olanlar, kellikte 30 yıla yakın bir kıdeme sahip olan bendeniz de dahil, bu konuda çok geyik muhabbeti malzemesi de olmuşuzdur.

Diyebilirim ki, kellik konusunda - iyi sohbet ortamı da varsa - hani Cyrano de Bergerac'ın burun üzerine tiradı kadar kelâm edecek lâf kalabalığımız vardır.

Kellik konusunda bildiğim en eski espri Romalı devlet adamı, düşünür ve oyun yazarı Lucius Annaeus Seneca'ya (d. Cordoba, İspanya MÖ 4 - ö. Roma, M. S 65) ait:

"Kel olduğum kanısında değilim, sadece saçlarımdan daha uzunum."

Melih Özel - 19 Haziran 2012 (20:05)

Melih'ciğim, doktor olma yolunda ilk adımlarını atmışsın o yıllarda…

Hale Kürklü - 7 Temmuz 2012 (23:52)

diYorum

 

365
Derkenar'da     Google'da   ARA