Patronsuz Medya

Kendine Sürgün

Gökhan Akçiçek - 1 Temmuz 2018  


1933 yılının Temmuz ayında Galatasaray Lisesi'nde bitirme sınavları yapılmaktadır. Atatürk, okulu ziyaret eder. Tüm idari kadro ve öğretmenler el pençe eğilerek Atatürk'ün elini öperler, biri hariç… O öğretmen, sadece Atatürk ile tokalaşmakla yetinir.

Bu hareket herkesin gözüne batmıştır. Atatürk, merak ettiği genç öğretmenin sınıfına da uğramıştır. Fakat öğretmen ile Atatürk arasında geçen sohbet hayli entelektüel bir boyuta ulaşır. Atatürk o sınıfta -kaynaklara göre- yedi saat kalmış ve 13 adet de kahve içmiştir. Ziyaretin sonunda Atatürk, genç öğretmene döner ve "bir soru da siz sorun öğrencilerinize" der. Genç öğretmen fırsatı kaçırmaz:"Tarihte diktatörleri sayın…" diye başladığı bir konuşmayı soruya dönüştürür.

Asıl film bundan sonra başlıyor.

Aidiyet hissinden uzak yaşanabilinir mi? Bir guruba, bir klana, herhangi bir yapıya dâhil olmadan ve ihtiyaç duymadan insan kendini var edebilir mi? Takım, taraftan kültürü ve bütün mensubiyetler, kişisel özelliklerimizi törpülüyor, değiştiriyor ve adeta silikleştiriyor. Birbirinin aynısını düşünen, benzer tüketim alışmakları olan, kılık kıyafet de bile aynı beğeni duygusu ile hareket eden, duygusal kodlarını bir frekansa ayarlayan milyonlarca ikiz kişilikler ile dolu dünyamız. Öğrenilmiş refleks ve tutumların içinde kalmakta ısrar ediş, belirlenmiş bir söylemin fasit dairesinden çıkamamak, beraberinde dışlanmayı da getiriyor. Kimileri ait olmanın hazzından kolay kolay vazgeçemiyor. Bu duyguyu sosyalleşme olarak düşünüp, aksi olursa varlıklarının tehlikeye gireceğini de sezinliyorlar. Kendine yer açmak, ortalıkta kalakalmamak, bir şeye yaramak hissi benliğimizin bir parçası gibi üzerimize ezelden yapışmış.

Peki, bu tablonun dışında kalanlar yok mu? Kendini bir proje gibi hazırlayanları dışarıda tutarsak, hayatın içinde birkaç mümtaz şahsiyet bunu başarmış gözüküyor. Sayıları ve etkileri çok olmasa da, yeryüzü levhaları onların ismini bazen en görünür yerlere asıveriyor. Benim için, bizim ülkemizden ilk aklıma gelenler: Sakallı Celal, Hayalet Oğuz, Manisa Tarzan'ı ve İlhan Şevket Aykut oluyor. Başkaları da vardır mutlaka. Lâkin ilk çırpıda sayabileceklerim bunlardır.

İlhan Şevket Aykut (D: 1907 Bingazi Libya, Ö: 1991 İstanbul) bir Osmanlı zabitinin oğludur. Babası Kıdemli Yüzbaşı Recep Bey'dir. Asi, kafasının dikine giden ve görüşlerini hiç sakınmadan ifade eden biridir. İlkokulu Kırıkkale'de, Ortaokulu Kayseri'de, Lise'yi ise Trabzon'da bitirir. 1927'de İstanbul Hukuk Fakültesi'ni derece ile bitirmiş fakat avukatlığı sevmemiş, öğretmenlikte karar kılmış, Galatasaray Lisesi'nde tarih ve coğrafya öğretmenliği yapmıştır. Batı müziği hayranıdır; Bach, Mozart ve Beethoven dinler. Resim sanatı hakkında bir eleştirmen kadar bilgi sahibidir. O dönemin modern resim akımı "abstre"ye ilgi duyan ressamlar Aykurt'un eleştirilerinden çekinirler. Mayakovski'yi orijinalinden okumak işin Rusçanın yanı sıra beş dil öğrenir: İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Osmanlıca. Heykeltıraş Kuzgun Acar'ı tembel bulduğu için onunla görüşmeyi keser. Grafik sanatçısı Mengü Ertel'e de evlendiği için kızar ve darılır.

Çocukluğunda başlayan "farklılık düşkünlüğü" babasına korku verir ve Yüzbaşı Recep Bey oğluna şöyle seslenir: "Bu gidişle sen beni maaşımdan da edeceksin." 1920'de babasının görevi nedeniyle Trabzon'dadırlar. Babasının komutanı Paşa, bu çocuğu merak eder ve bir gün sokakta karşılaşırlar. Çevresinde "Çetin Ceviz", "Şeytani Zekâ" diye anılan 13 yaşındaki bu çocuğu, Paşa'da tanımak ister ve bu fırsatı kaçırmak istemez. Paşa, kaldırımdan çocuğa seslenir: "Baksana oğlum, gelsene bir dakika!" Çocuk "Gelemem" der. "Benim geldiğim kadar sen de gel, yolun ortasında buluşalım" deyince, mecbur Paşa bu öneriye uyar. Yolun ortasında yan yana geldiklerinde ise Paşa, sitemle, "Oğlum beni tanımadım mı? Ben babanın komutanıyım" der. Çocuk umarsız bir şekilde cevap verir: "Sen babamın komutanısın, benim değil!"

Aykut, hayatı anlamlı kılan ve varsa onları hayatından silerek işe başlıyor. Atatürk ile yaşadığı o olumsuz karşılaşmanın sonrasında, talihsiz bir olay daha yaşıyor: Bir vapur seyahatinde İnönü'yü herkesin duyacağı bir şekilde, yüksek sesle eleştirir. İnönü'yü "Hitler hayranı" olmakla suçlar. Artık sıra sistemin çarklarına gelmiştir ve hemen işlemeye başlar. Önce Galatasaray Lisesi'nden Vefa, Darüşşafaka ve Çarşamba Kız Lisesi'ne oradan da Yozgat'a sürgün gönderilir. Terfisi engellenir ve bu durum kendisine 19. 08. 1937 tarihli bir yazı ile bildirilir. İstifa kaçınılmazdır, o da öyle yapar. Tek tesellisi, "Atatürk beni anlamış, ilgi duymuş, belki de sevmişti. Öyle olmasa saatlerce oturup üst üste 13 kahve içer miydi?" sözleri olur. Galatasaray lisesinde iyi anıları da olmuştur kuşkusuz. Ama bir anısı onu derinden yaralar. Hitler'i eleştirdiğini bilen öğrenciler, nöbetçi öğretmen olarak okulda kaldığı günlerde odasının bahçeye bakan penceresi önüne gelip tempo tutuyorlar: "Bir, iki, üç… İlhan Şevket Piç… Bu işler güç…"

Aykut, istifasından sonra ömrü boyunca bir işte çalışmamış, dostlarının yardımı ile yaşamıştır. Babasından kalan yüklü bir mirası da reddetmiş ve ailesi ile ilişkiyi keserek, babası, annesi ve kız kardeşi ile bir daha görüşmemiştir. Yine de annesinin ölüm haberini bir berberde tıraş olurken alır, gözyaşlarını tutamaz.

uzun yıllar boyunca adresini kimseye söylemeden yaşar, resmi kurumlar ile irtibatını da dondurur. Dostluklarını hep o başlatmış ve tek taraflı olarak da zamanı gelince o sonlandırmıştır. Bir yerde "83 ailenin kapısı bana kapandı" diyor. Çevresine daima kuşku ile bakıyor. Polisçe takip edildiği fikri onda saplantı haline dönüşmüş. O yıllarda her lise birincisi polis takibinden de kurtulamazmış.

Âşık olduğu, flört ettiği bütün kadınları gerekçesiz o terk ediyor. Kadınlara yaklaşımı farklı bir üslupta, o dönemin "erkek" ideolojisinin dışında gelişiyor. Çevirilerden para kazandığı, el altından başkaları adına doktora ya da doçentlik tezleri yazdığı söyleniyor. Evde olduğu zaman Sofya radyosunu açıyor, klâsik müzik dinliyormuş. Günlük iki öğün olan yemek listesine titizlikle uyuyor, az ve öz besleniyormuş. Her zaman şık, elbisesi, kravatı ütülü, gömleği kolalı ve temiz, günlük tıraşlı, ayakkabıları daima boyalı; haftanın her günü için ayrı bir diş fırçası kullanıyormuş. Her gün en az sekiz saat yaya olarak İstanbul'u dolaşan biri. İlgi alanları hukuk, felsefe, edebiyat ve resim… Aslında gizli şair… Yazdığı 800 şiiri Fransız Kültür Merkezi'ne emanet etmiş.

Aykut'un kırılma noktası Troçki'nin öldürülmesi ile başlıyor galiba. Stalin ve Troçki arasındaki tercihini Troçki'den yana kullanıyor. Onun öldürülüşü "kimseye güvenilmezliğin" adeta bir sembolü. Rusya hayranı olmasına rağmen Nazım Hikmet'in şiirlerine uzak bir tutum sergiliyor. Köy Enstitüleri'nin köylüyü kendine yeter olarak yetiştirmeyi amaçlamasının işçi sınıfının gelişmesine karşıt olacağı hatta anti-devrimci olduğu kanısını taşıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar ile tanış olmasına ve onu önemsemesine rağmen şiir olarak Yahya Kemal taraftarı.

Var olmanın sıkıntısı, kendine sahip çıkma takıntısı, paranoid safhada gelişen saklanma isteği Aykut'u yeraltına sığınmaya zorlamıştır. Şimdiden bakıldığında içinde onlarca anlaşılması zor ayrıntılar ve çelişkiler barındıran bir yaşamı görüyoruz. Huysuz, marjinal, yalnız, mutsuz, gaip ile zahir arasında gidip gelen, buyurgan, sistematik, keskin, yakıcı, adressiz, isyankâr, otoriter, sosyalist, nevrotik ve şair…

1940-1950 arası yaşantısına ait hiç bir bilgi kırıntısı bulunmuyor Aykut'un. Atatürk ile yaşadığı o talihsiz karşılaşmadan sonra ilk işi ismini değiştirmek oluyor. 1934'de Mehmet Şevket olan adını İlhan Şevket Aykut olarak mahkeme kararı ile değiştiriyor. Bu eylemi onun yeraltına çekilmesinin ilk işareti olarak gözüküyor. Hiç bir şiirini yayınlamıyor, sadece dostları dediği küçük toplulukta okuyor. "Türkçe şiir dilidir, düzyazı yazmam" diyor. 1950'ye kadar yazdığı şiirlerini ve bazı dosyalarını imha ediyor. Bunların arasında "Anamın Güttüğü Domuz" adlı bir romanı ve "Öztürkçe Sözlük" çalışması yer alıyor.

Edebiyatımızda örneğine hiç rastlanmayan bu durum, o tuhaf intihar olayı gerçekleşmese birkaç dostunun hatıralarından kalacak ve öyküsüne beklide ulaşamayacaktık. 55 yıla yakın bir sürede, hiç bir işte çalışmadan yaşamını idame ettirmesi hayatın akışına biraz uymuyor gibi. Aykut'un hakkında o yıllarda dolaşan iki söylenti vardır. Birincisi, babasının subay olması ve meslekten istifa etmesine rağmen üniversite çevrelerinde rahatça dolaşması ve misafir öğrenci olarak felsefe derslerini takip etmesine izin verilmesi, mektuplaşmalarında kod adı kullanıyor olması, onun MİT ajanı olabileceği kuşkularını doğuruyor. Diğeri ise Rus ajanı olduğu yönündedir. İki durum da net olarak aydınlatılamamış olmasına rağmen, birinci şıkkın olma ihtimali var gibi gözüküyor. 55 yıl hiç işte çalışmayan birisi geçimini nasıl sağlar? Sevdiği dört dostunun her ay belli miktarda bir bütçe ayırarak onu destekledikleri söyleniyor. Ülkemiz gibi vefasızlığın her safhada yoğun olduğu bir yerde bu seçenek çok da inandırırcı gelmiyor bana.

Moda'da oturan Oktay Gültekin, Aykut'un en uzun görüştüğü kişi. 10 yılı aşkın onun evinde kiracı olarak kalıyor. Son adresi Yeni Fikir Sokak, no: 13, Moda'dır. Az sayıda olan arkadaş çevresine "70 yaşıma geldiğimde aranızda yoğum" der. Daha sonra bunu 80 yaşa çıkarır, nihayetinde 85'de karar kılar. Yaşamının son yıllarına doğru eline 600 sayfalık bir Fransızca sözlük alır. Her gün bir sayfasını Türkçeye çevirmeyi ve son sayfayı da çevirdikten sonra intihar etmeyi planlar. Fransızca sözlüğün son sayfasını 17 Mart 1991 günü sabahı çevirmiş ve sözlük tamamlanmıştır. Üst katta oturan ev sahibinin oğlunu çağırır. Kapıyı açan gencin eline 1. 500. 00 TL'yi ve şiirlerinin yazılı olduğu dört defteri tutuştur. "Bu, defin masrafını fazlasıyla karşılar, kalanı ile de sevgilini yemeğe götür. Defterleri de babana ver, o ne yapacağını bilir" der. Tekrar o gence döner: Gözümün retinası yırtıldı, biri iki görüyorum. Eyvallah ben gidiyorum". Odasına çekilir, iki kutu ilâç içerek yaşamına son verir.

Hakkında ilk kez 1992'de Aktüel dergisinde, Neyyire Özkan bir yazı yazar: "Ölümün Keşfettiği Şair". 2000 Yılında ise hakkında ilk kitabı YKY'dan Zeki Çoşkun: Kılıç Artığı, İlhan Şevket Aykut, Gizlenen Bir Şairin Portresi adı ile yayınlanır.

Aykut, bir dahi miydi? Kıymeti bilinmemiş bir şair mi? Yoksa takıntılarını tedavi ettirememiş bir psikolojik hasta mıydı? Şiirlerini bir ara Hilmi Yavuz'a incelemesi için veriyor. Genel kanı şiirlerinin vasatın altında olduğudur. Bu yazıyı hazırlarken hakkında yeni değerlendirmeler var mı diye kontrol ettiğimde şair, yazar ve doktor Altay Öktem'in bir tespitine rastladım. Öktem'in "Hayat Bazen Çentiklidir" adlı kitabında Aykut için söyledikleri şöyledir: "İlhan Şevket, elbette sıra dışı. Ama unutulmamalıdır ki sıranın dışında da birçok sıra vardır. Örneğin bir paranoid için İlhan Şevket'in hayatı sıradan. Hiç bir özelliği ve farklılığı yok. Tüm paranoidler üç aşağı beş yukarı bunları yaşıyor zaten. Hastalığından kaynaklanan takıntılarını da marjinallik gibi sunmak yazınsal etikle de, tıbbî etikle de bağdaşmaz."

* * *

ÇARMIH / İlhan Şevket Aykut

Bu dam,
Bu gökler,
Bu Türkiye,
Bu yalnızlık.
Kuşlar çarmıhımın çivileri.
(1960)

Yorumlar

Herkese merhaba!

Sevgili Gökhan Akçiçek, size ne kadar teşekkür etsem az. Bir değil birkaç nedenden.

Nasıl tanımlayacağımı bilmediğim - vefasızlık deseniz değil, tembellik deseniz değil, depressif ruh hali deseniz değil; ya da bunların biraz biraz hepsinin ortaya çıkardığı -anlaşılmaz bir hal ile Derkenar'ı bu kadar ihmal etmiş olmama nasıl bir tedavi sağladınız bilemezsiniz.

Kendimi gazete okumaya, TV seyretmeye ya da günceli takip etmeye yardım edebilecek her türlü araçtan uzak durmaya programladığım ve sadece biraz kitap okuyup, biraz resim yapıp, biraz da eski filmleri seyredip zamanımı - tam anlamı ile - harcamakta olduğum bu günlerde bu entelektüel, bilgi veren, hoş, derinlikli yazınız beni kendime getirdi. Şiir okumaya genel olarak mesafeliyim. Ama yazının sonundaki şiir adeta beni ve yakın çevremi tanımlıyor.

Elinize sağlık.

Bu vesile ile Büdütörümüze de teşekkür ediyor ve tüm Derkenar okurlarının bayramını kutluyorum.

Daha sık ve daha yoğun görüşmek üzere.

Melih Özel - 20 Ağustos 2018 (17:33)

Melih Hocam, beni hep "öyküsü" olanlar kalbimden yakaladı. Bu, sakın çizgi dışına çıkanlara bir güzelleme, ya da marazî bir tutumu yüceltme de sayılmasın lütfen. Diyeceğim odur ki, başka hayatlar da mümkün. Gündemin dışında kalanların da söyleyecekleri varmış. Kıymet hükmümüzü bazen gözden geçirmek gerekiyor diye düşünüyorum. Bilesiniz, sizin de yazılarınızı özledik. Selâm ve hürmetler efendim!

Gökhan Akçiçek - 22 Ağustos 2018 (01:48)

diYorum

 

Gökhan Akçiçek neler yazdı?

585
Derkenar'da     Google'da   ARA