Gökhan Akçiçek - 1 Temmuz 2014
Türkü seven ve söyleyen bir milletiz. Halk müziğimiz, yıllardır gürül gürül akan ırmaklar misali, sesini, kaderimize bağlamış bir mecburiyetin adı gibi peşimize düşüyor. Sazın tellerine değen her dokunuş, kadim bir milletin avazını da nesillere büyülü bir emanet gibi devrediyor.
Söz, onca sevdayı, sızıyı ve yaşanmışlıkları da zamanın koynundan alıp, gümüş bir çerçeveye yerleştirerek, hanemizin en görünür duvarına iliştiriyor. Yapıyor bunu. Çünkü bu toprakların insanına kattığı onca kıymet hükmü, bize, yaşanılası bir ülkeyi de bir uçtan bir uca armağan etmiş oluyor.
Radyo hep açık olurdu bizim evde. Gün onunla başlar, onunla nihayetlenirdi. Boş odalara, hollere ve avluya temelli yerleşmiş bir alışkanlık gibi, konuk olduğu her evin yüz güldüren misafiri de o olurdu. Onu küstürmeye kimse cesaret edemezdi. Bir tek ağır hastalıklarda ve ölümü ağırladığımız cenaze ve yas günlerinde uzaklaşabilirdik ondan. En uzun ayrılığımız birkaç günü ancak bulurdu.
Önceleri yeri başımızın üzerindeydi. İlk çıktığı günlerin alışkanlığı ve hürmeti ile bu ayrıcalığı bir hayli sürdü. Sonraları her eve yayıldıkça masa üstlerine kadar da indi. Ama olsundu. Elimizin en fazla değdiği araç yine oydu. Üstüne dantelli örtüler bile hazırlanmıştı senelerce.
Bir Erzurum türküsü olan, "Huma kuşu", İbrahim İşçi" dedemin (annemin babasının) türküsüydü. O türkünün sözlerindeki anlamı hayatına da uygulamış ve bu muradın gerçekleşmesi üzerine de sanki keyfi yerine gelmiş gibiydi. Türkünün sözleri, "Yar koynunda beslenen bir çift suna" dan dem vuruyordu. İki eşi vardı dedemin. Aynı çatı altında idiler. Biri anneannem Hatice Hatun, öbürü sonradan kuma getirdiği Fadime Gelin.
Adil amcamın tam bir sanatçı duruşu vardı. Uzun dal gibi boyu, sesinin güzelliği, yüzüne yerleşmiş nedeni belirsiz bir gizem, onu, akranları ve aile bireylerinin arasından sıyırıp alıyordu. Ona baktığınızda, -tanımadığınız halde- ondan size yansıyan o ışığın saygı ve merak uyandıran halini çok doğal karşılar, hemencecik onun çekim alanına girerdiniz. Onu mutlaka ya ressam ya üst düzey bir bürokrat ya da konservatuarın fasıl heyetinde keman çalan biri sanırdınız. Mesleği olan kamyon şoförlüğünü asla ona kondurmaz, olsa olsa onu, şehir tiyatrosundan erken ayrılmış bir oyuncuya yakıştırırdınız.
Onun türküsü tabii ki Selânik yöresine ait "kızlar kazsın mezarımı" olacaktır. Bildiğim kadarı ile kızlarla arası hep iyiydi. Gönül çelen bir centilmenin, daldan dala konan havai bir delikanlının, vefasız da olsa, bu kusurunu kolayca bağışlatacak özellikleri saymakla bitmezdi. Narin ve orantılı bir vücudu, neyi giyse yakıştıran bir karizması vardı. Zahir öyleydi. Tüm horonların en başoyuncu oydu. Elindeki mendilini öyle bir sallardı ki, rüzgar yolunu şaşırmış da onun gövdesine konuk olmuş sanırdınız. Sesinin güzelliğinden dolayı, birkaç kez Ordu'da Köprübaşı camisinde ezan bile okumuşluğu vardı. Ara sıra okuduğu ezanı mahalleliler tanır, övünç duyarlarmış.
Babamı ve diğer amcamı (üvey amcam Rafet'i) kolayca şoför sanabilirdiniz. Uzundan az kısa, orta boyları bu tahmininizi haklı çıkaracak sezgilere gayet açıktı. Babam, gülüşüne yerleşmiş, yaşanmamış sevdasını sanki ömrüne eklemiş gibi bakardı insanlara. Bakışlarından size geçen bir iyilik, dile getirilmemiş sevda sözcüklerinin dudaklarına yapışıp kalmış izi vardı sanki. Anlıyor ve tanıyorduk bu bakışı, ta ki kapanana değin. Babamın türküsü bir Bilecik türküsü olan "Söğüdün erenleri, çağırın gidenleri" idi. Bu türkü, yaprak hışırtısı gibi değdiği yerleri sözün büyüsüyle okşar geçerdi. Zaman zaman bildiğim kadarı ile bu türküyü söylemeye çalışır, onun gönlüne girmeyi umardım. Bu tavrım hoşuna giderdi babamın.
Babamın babası Sayit Ağayı yani dedemi, türküsünü dinleyecek kadar tanıyamadım. Daha doğrusu yanımızda türkü söyleyecek kadar içli dışlı olmazdı bizlerle. Ağır bir hali vardı. Ciddiyetini korur, aramıza aşılmaz mesafeler eklerdi. Ben ortaokulda iken vefat etti. Hayattaki aile bireylerine sordum ise de onun söylediği ve sevdiği türküyü hatırlayan çıkmadı.
Nedense benim türküm, ilk dinlediğim ve farkına vardığım günden beri, özellikle Neşet Ertaş'ın sesinden, Kırşehir yöresinin "Acem Kızı" oldu. Beni başka diyarlara alıp götüren bir yanı var bu türkünün. Çocukluğuma mı, acemi sevdalarımın ilk günlerine mi, yoksa elinden kayıp giden anılar demetinin bir daha göremeyeceğim izlerine mi? Bilmiyorum doğrusu.
Büyüdükçe, içinden geçtiğim hayatın yüreğime ve yüzüme attığı çentikler çoğaldıkça, tabii ki -sayısı az dahi olsa- başka türkülerim de oldu. Mesela "Kırmızı buğday" ı ikinci sıraya rahatlıkla koyabilirim. Bunun yanı sıra, bütün Emirdağ türkülerini de sayabiliriz.
İçimi sızlatan hep bağlama ve ney sesi oldu. Ara ara keman sesini de özlemişliğim vardır. Bazen düşünürüm acaba türküler olmasaydı ne ile avunurdum? Yüreğimin sesini kısıp, hayatı kabullenir bulma gücünü nereden alırdım?
Türkülerle büyüdüğüme şükrediyorum. Çünkü türkülerin, insan ruhuna işleyen bir tılsımı var. Bizi büyüten ve hayata hazırlayan bir yanı var türkülerin…
Uzun sayılabilecek bir süre, arada ülkemize dönmeden, yurt dışında kaldım. Zaman zaman aklıma gelen, zaman zaman da orada bile bir şekilde kulağıma çalınan türküler ve uyandırdıkları hissiyat üzerine o zaman ne çok düşünmüştüm.
Özellikle uzun yollarda araba kullanırken bazısı ifade edilmesi çok güç duygular uyandıran; bazısı bir anıyı, bir kişiyi, bir olayı hatırlatan; kimisi neşeli, kimisi hüzünlü pek çok türküyü, kötü ve detone sesimle bağıra bağıra az söylememişimdir kendi kendime.
Sevgili Akçiçek, bu düşüncelerini ve duygularını yazıya dökmüş.
Diline sağlık.
Melih Özel - 2 Temmuz 2014 (12:47)
Türküler, Anadolu'nun gizli tarihidir aynı zamanda. Açık gönül büfesidir. Seçersin ve seni dilendiren sestir. En mahrem duyguları bile anlatabilme yolumuzdur. Türkülere sevdalı olmadan şair de olmazsınız gönül adamı da. Gökhan Akçiçek her ikisini bihakkın başarmış. Tebriklerimi sunarım.
Siteyi hazırlayanı da tebrik ederim. Dil hassasiyeti, görsellik ve yazar ve konuları bir araya getirebilen organizasyon yeteneği nedeniyle de. (Biraz zahmetli olsa da cümleleri büyük harf ile başlatmalısın Mustafa) uyarısı için de.
Mustafa Everdi - 7 Ağustos 2014 (16:00)
Gökhan Akçiçek neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.