Etrafımıza dikkatli bakmadıkça hiç bir zaman farkemedeyeceğimiz işaretlerle dolu bir hayatı yaşıyoruz.
Hatta dikkatli baksak dahi göremeyebiliyoruz. Ya zamanı gelmediği için -ki bu galiba tecrübe ve donanım oluyor, zamanla kazanılıyor- ya da merakımız, algımız o yönde olmuyor, onun için bakan körler olabiliyoruz.
Bir de herkes en iyi kendi yaşadıklarını biliyor. Paylaşıldıkça daha da iyi bilinmesine bir katkı oluyor. Herkes her şeyi bilemez ki. Bildiğini iddia edenler aslında hiç bir şeyi bilmediklerini itiraf ediyor her zaman.
Bunca karmaşa içinde bir kaç konudan bahsetmek istiyorum. Hani o mahalleye, o sokağa uğramadığımız takdirde belki de hayatımız boyunca bilemeyeceğimiz bir evin kapısını usulca aralayıp da orada gördüklerimizi birilerine anlatmayı istemek gibi bir şey bu.
Hani en azından birimiz gidip bakmış evden içeri usulca. Gizemli bir ev belki. Ve daha nice bambaşka mahalleler var, gizemli evlerin sessizce keşfedilmeyi beklediği.
Ortak çalışmalar yaptığımız bir hocamın Antarktika'ya yaptığı yolculukları, araştırma safhası ile birlikte 1 ay tutuyordu. Oradaki bir araştırma istasyonunda ekibiyle birlikte kalıyorlar ve üzerinde araştırmalarını yürüttüğü o balığı yakalıyorlardı. Kimi deneyleri orada yaparlarken, kimi deneyleri daha sonra üniversitede kendi laboratuvarında yapmak üzere saklıyorlardı.
Sonuçta bir balık için Antarktika'ya gidiliyordu. Gidilen gemiyi görseniz, sırf bu bilimsel keşif yolculuğunun sadece seyircisi olarak bile katılmayı düşünebilirdiniz.
Bu balığın bu kadar peşinde koşulmasının en büyük sebebi ise yine insanlara bir şekilde yardım edebilmenin bir anahtarını ele geçirmekti. Hani hepimizin nasıl ki kırmızı kan hücreleri ve hemoglobini var. Dolayısı ile oksijeni bütün vücudumuza taşıyabiliyorlar. Bu önemli transferde görevliler. Oysa buzul sularında yaşayan bu balık türü ne hemoglobin ne de kırmızı kan hücresi yapıyor.
Çalışma bu sorunun üzerine kurulu: Nasıl oluyor da oluyor, bu balıklar bu şekilde yaşayabiliyor? Bir açıklaması şu: O sulardaki oksijen miktarının çok çok yüksek olması, onlara böyle bir uyum imkânını sağlamış. Ama buna karşılık da, kalbin pompalama gücü daha yükseliyor. Oksijen direkt olarak plazma ile taşınabiliyor.
İyi güzel de bu Discovery Channel gibi çalışma neden? Ne yapalım şimdi biz bunu? Neden anlatıyorum tüm bunları? Antarktika balığından kime ne?
Bu çalışmalar, aneminin (kansızlık hastalığının) tedavisine katkıda bulunmak amacını taşırken, bir yandan da böyle bir uyumun nasıl oluştuğunu da bulmaya çalışıyor. Belki de merak ve teknolojik gelişim olmasa hiç bir zaman bilemeyeceğimiz bir balık türü bize bu hastalığın tamamıyla kontrol ve tedavi edilmesinin yollarını açacak.
Bazen sorunların çözümü hiç umulmadık noktalarda olabilir. Sanırım o yüzden, önyargılı olmak bilim adamının en büyük düşmanıdır diye düşünüyorum. Sadece bilim adamımın değil, aslında tüm insanların.
Yukarıda sözünü ettiğim çalışma, her ne kadar geleceğe doğru bir yolculuk olsa da, bu okyanus kıyısındaki istasyondan bir kaç yüz mil içerilere doğru olan bir bölgede ise bir çeşit zamanda yolculuk çalışmaları yapılıyor.
Antarktikanın buzlarla kaplı alanının altında yaklaşık 150'ye yakın göl olduğu tahmin ediliyor. Bunlardan biri çok çok ilginç. Diğer göllerle bağlantısı olmayan, yerin iki buçuk mil (yaklaşık 4 kilometre) altında bulunan bu göl son derece ilginç. Vostok Gölü'nün yeryüzüyle ilişkisi 14 milyon yıldan beri kesik. Bu tam anlamıyla bir zaman yolculuğu.
Bunun farkına varan bilim adamları şimdi bu göle ulaşabilmenin yollarını arıyorlar. Delik açıp ulaşmak mesele değil. Oraya ilk temas ile birlikte bu göl tüm saflığını kaybetmiş olacak. Steril bir şekilde bu göle ulaşıp, örnek alabilmek esas amaç.
Göldeki oksijen düzeyi diğer tatlı su göllerine göre elli kat daha fazla. Korkular bu sondaj sırasında ondört milyon yıllık gölün kontamine olabilme (mikrop kapma) ihtimali.
1990 yılından beri Rus bilim adamları sondaj yapmaktalar, 1998 yılında sondaj çalışması 8 yıllığına durdurulmuş. Ne zaman ki teknoloji bu çalışmanın gölün sterilliğini bozmadan yapılmasına izin verecek duruma gelmiş, tekrar başlamışlar.
Kısacası, yıllar süren bu çalışmalar sonunda o sularda yaşayan canlılara ulaşılacak. Bu sadece o canlılara ulaşmak olmayacak. Aynı zamanda 14 milyon yıldan beri izole olmuş bu gölün canlılarının enzimleri de çok değerli. En uç nokta denebilecek koşullarda bulunan koruyucu enzimlerin yapısı, işleyişi belki de hiç tahmin etmediğimiz bir bilginin anahtarını verecek bize. Bu bilgiler Jüpiter ve Mars'ın buzul ayları Europa ve Enceladus hakkında da bir fikir verebilecek.
Anlattığım bu iki bilimsel çalışmadaki bilim adamlarının birbirleriyle alakaları tamamıyla yok ama çalışma stilinin bazı ortak tarafları var. Sanırım en büyük ortaklıkları, yıllara yayılmış ve sabırla yapılıyor olması. Özellikle bu tip çalışmalar kocaman bir ormanın içinde uzun yıllar boyunca kuzey güney neresi bilmeden bir yöne doğru koşmaya benziyor. Bazen onca yılın sonunda bulduklarınız, aslında hiç bir şey bulmamanız oluyor. Ama bu bile önemli; neyi bulamayacağınızı da ya da neyin olmadığını da görüyör, öğreniyorsunuz.
Tüm bu çalışmaların ardında özveri, merak ve bir hayli yoğun çalışma yatıyor. Bilim adamı olabilmenin bir özelliği de bu bence. Yoksa sadece sıfatların ardına saklanmakla olunmuyor. Bilim adamı olabilmek için elbette belli bir eğitimi almak, o sıfatlara ulaşmak gerekiyor. Ama dedim ya, her şey sadece sıfatlarla yürümüyor.
Hani bazı insanların kolayca profesör ünvanı alması ya da hani tıpkı bir memuriyet derecesi gibi, bilimsel etiği ve doğru dürüst bilgisi olmadan hak edilmeden alınmış ünvanlarla bilim adamı olan insanlar elbette değil anlatmayı istediğim. Bilim adamı denince aklınıza hemen "her" profesör, dr, vs ünvanı taşıyanlar gelmemeli. Hani "bilim adamı" derken, bizzat çalışarak, sabırla, göz nuru, el emeği harcayarak yıllara yayılmış bir bilgi birikimi ve bunun da dünyaca tescil edilmiş yayınlarla bilim adamı olabilen insanlardan bahsediyorum.
Bizde bilim adamının temel vasfı "Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık" tır.
Demek ki bilimsel bir veri Atatürk ilke ve inkılaplarıyla çelişiyorsa, bilimsel sayılması mümkün değildir.
Şu da sarih bir hakikattir ki, dünyadaki bütün ırklar Türklerden, bütün diller de Türkçeden türemiştir. Neden? Zira Ulu Önder Atatürk rakı masasında yaptığı derin sondajlarla kimsenin farkında olmadığı bu bilimsel olguyu keşfetmiş ve memleket sathındaki cümle ordinaryüs, profesör ve doçente bu kadim hakikati bilimsel olarak ispatlamalarını emretmiştir.
Fakat bazı menfi tabiatlı sözde bilim adamları bu tez karşısında bir miktar tereddüt göstermişler ve bu yıkıcı tavırlarıyla Darülfünun'un kapatılıp aynı gün içinde İstanbul Üniversitesi'ne dönüşmesine sebebiyet vererek dünya ilmine dolaylı bir katkıda bulunmuşlardır.
Ve tabii ki bu gaflet dalalet ve hıyanet içindeki dipçik artığı bilim fanatiklerinin 100 kadarının işlerine hemen o gün son verilip, yerlerine Avrupa'dan vatansever bilim adamları ithal edilerek sorun kökünden çözülmüştür.
Böylece sadece üniversite bürokrasisi değil, aynı zamanda yedi düvel de bir Türk bilim adamının birinci vazifesinin Ulu Önder'in bilimsel tezlerine tüm kalbiyle inanmak ve temenna etmek olduğunu öğrenmiştir.
Biz işte bu şekilde dünyanın en bilimsel ülkesi olduk.
Yüce Önderimizin bilime yaptığı bu büyük katkı sayesindedir ki, Yeni Zelanda'dan sonra dünyanın ikinci en büyük "kuzu" üretim çiftliği bu ülkede bulunur ve adına "Üniversite" denir.
Aksini düşünen varsa, dahilî bedhahtır.
Mazhar Osman - 16 Mayıs 2011 (22:57)
Sevgili Alper Uzun, sizden Tiktaalik konusunda da bir yazı bekliyoruz.
Saadet - 21 Mayıs 2011 (14:20)
Milliyet gazetesindeki haberi okuyunca aklıma hemen bu yazı geldi, bulup bir daha okudum.
Haberden öğrendiğimiz kadarıyla, Fox News'a konuşan Montana State Üniversitesi'nden Dr. John Priscu, Vostok gölünde araştırma yapan ekiple olan haberleşme bağlantısının 5 gündür kesik olduğunu ve bu durumun kendilerini endişelendirdiğini söylemiş.
ABD'li araştırmacı, ayrıca "Sıcaklıklar bir hafta içinde -40 santigratın altına düşecek… Vostok İstasyonu'ndaki durum ne haldedir düşünemiyorum" demiş. (Tarihi deneyde esrarengiz gelişme (Milliyet))
Milliyet'in haberini okurken, Matthijs van Heijningen Jr. Tarafından yönetilen The Thing adlı filmi anımsadım. (Aynı hikâye 1982'de de John Carpenter tarafından çekilmiş. Ridley Scott'un Alien'inini de andıran bir korku filmi diyeyim, sen anla.) Umarım Rus araştırmacıların başına öyle şeyler gelmemiştir.
Cekni Kılsın - 3 Şubat 2012 (19:52)
Vostok gölünde korkulan olmamış. Tam tersine, Rus bilim insanları gölün suyuna ulaşmayı başarmış. Ivan için küçük, insanlık için büyük adım.
Selen Yumlu - 8 Şubat 2012 (20:52)
Alper Uzun neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.