Patronsuz Medya

İki küçük kol düğmesi, bir kurşun

Kâmuran Kızlak - 13 Mart 2010  


8 Şubat 1935 tarihinde Atatürk ta Manastır'dan arkadaşı ve en has adamlarından biri olan Recep Zühtü'ye "Soyak" soyadını armağan eder.

En yakınındakilere ve bir vesileyse ilgisine mazhar olanlara soyadı ihsan ettiği zaten bilinen bir konu. Bu soyadını aldıktan iki gün sonra, yani 10 Şubat 1935 günü, bu adamın yapacaklarını bilse acaba yine de soyunu-şeceresini (ve dolayısıyla kendini de) "ak-pak" gösteren bu soyadını verir miydi bilmem.

Elbette ki soy-şecere ve meşrep apayrı konular. Bir insanın soyu-sopunu karıştırıp adama buradan bir imtiyaz veya ceza çıkartmak en azından ayıp olur. Kan bağı denilen bu zorunlu miras bir adamın sadece kendini ilgilendirir.

Fakat meşrep söz konusu olduğunda, onu yakın çevresine kabul edip arkadaş, dost, yaren edinene de bir iki lâf edilse sanki yeridir gibime geliyor. O adamın yaptığı veya yapacağı her nahoş vukuat, fiilen sorumlu tutmak anlamında olmasa bile, onu dost edinenin hanesine de bir şeyler yazar.

Recep Zühtü, Mustafa Kemal'in çok sadık bir adamı ve sekiz-on kişiden oluşan yakın koruma ordusunun neferlerinden birisidir. Gönüllü koruma timini oluşturan bu zevat Gazi'nin en yakınındakiler olmadan önce her biri bir savaşta üstün başarılar ve kahramanlıklar göstermiş eski askerlerdir. Osmanlıdan bakiye memlekette mebusluk yapabilecek vasıflara sahip adam kıtlığı olduğundan, pek tabi ki genç Cumhuriyette de onların hizmetine ihtiyaç hasıl olmuş ve her biri bir emir ile milletvekili olmuştur.

Onlar vekil olmayacaktı da kaçan Yunan ordusuna görünmemek için geceleri yaralılara fesiyle su taşımaktan, şehit asker-sivil gömmekten ve kim olduğunu öğrenebildiklerinin ailelerine haber ulaştırmaktan bitap düşmüş benim rahmetli "Dağıstanlı Hoca" dedem mi milletvekili olacaktı? (Cumhuriyet rejimi ile bir derdi olmasa bile.)

O kim ki: Sıradan bir kul, ömrü boyunca da zaten öyle kaldı. Muhtemelen Cumhuriyet idaresinin meftunu olduğu "Batı"nın ne olduğuna bile pek akıl erdiremezdi. Böyle biri halkı temsil edebilir mi hiç, velev iki-üç yabancı dil bilsin? Belki de bir densizlik edip "ne derdiniz var da beni köklerimden koparmaya çalışıyorsunuz, çağdaşlık mutlaka 'Batı kültürü' mü demek?" diye bir soru bile sorardı.

Gazi'nin yakın çevresinde yer alanlar mebusluğa ilâve olarak bazı kamu şirketlerinde yöneticilik falan gibi görevler de ifa ederler. Bu sayede ellerine milletvekili maaşlarından başka epeyce yüklü bir para daha geçer. Rivayet olunur ki, Atatürk gece-gündüz birlikte olduğu arkadaşlarının parasal olarak zor duruma düşmemelerine özellikle önem verirmiş. Bu özel ihtimam kontenjanından Recep Zühtü'nün payına da Eskişehir Şeker Fabrikası yönetim kurulu üyeliği düşer.

Yakından tanıyanların anlattıklarına göre bu zat fazlasıyla itaatkâr, haris, paragöz ve ispiyoncu bir adamdır. İçimden "Gazi'nin çevresine ve Cumhuriyet kadrosuna böyle bir adam yakışır mı hiç" demek geçiyor. Lâkin, bu anlattıklarım ve anlatacaklarım aynıyla vaki.

Bu zat o kadar paragözdür ki, nasıl sahibi olduğuna pek kimsenin akıl erdiremediği matbaasında Atatürk resimli sigara kâğıtları bastırır. Fakat, Gazi Hazretleri "yok, o kadar da değil artık" der ve bu "girişimciliği" paraya tahvil edemeden engellenir.

İspiyonculuğuna gelince, derler ki "bir otoriteye/güce körü körüne sadakat insanı kaçınılmaz olarak muhbir de yapar". Müstafi bir Ruhiyatçı olarak bu sözün yerinde bir tespit olduğuna kefilim.

Anlatılanlara göre, bu adam Ankara'da o zamanların gözde mekânlarından olan bir Bar'da çalışan bir revü kızına göz koyar fakat kız ona pas vermez ve Falih Rıfkı ile çıkar. O da bunu koşa koşa Atatürk'e yetiştirir. Gammazlarken nasıl bir hikâye anlattığını bilen yok ama onu reddeden o kızın gerekçesi bence gayet basit olmalı: Kişiliğindeki onu itici yapan bütün o defolara ek olarak, Recep Zühtü bir kadının yüzüne bakmaktan pek öyle kâm alacağı cinsten bir adam değilmiş. Buna karşın, Falih Rıfkı o zamanların standartlarına göre yakışıklı bir adam sayılırmış.

Bir sürü başka gammazlama hikâyesi arasında bir tane var ki, bence asıl ilginç olanı o: Ankara'da bir mekânda birkaç Cumhuriyet neferi birlikte demlenirlerken radyodan Hitler'in konuşmasını dinleyen Reşit Galip, "bizim Hitler ne zaman konuşacak acaba" diye bir şaka yapar. Recep Zühtü bir mazeret uydurup masadan kalkar ve bunu da koşa koşa Atatürk'e yetiştirir. Bu istihbarat çalışmasının sonucunun ne olduğuna dair bir bilgi yok ama Reşit Galip'in istikbaline bakılırsa, onun açısında olumsuz bir sonucun söz konusu olmadığı kesin.

Bu neferin meclisteki yasama çalışmaları da fazlasıyla takdire şayandır. "İntikam" yasaları olarak bilinen yasaların hepsinin hazırlanmasında aktif görev almıştır. Neredeyse onun üstün hizmetlerinin sonucu bile sayılabilirler. Milli Mücadeleye katılmayanların veya karşı olanların tespit ve takip edilmesini kendisine vazife edinmiştir. Tehcir nedeniyle "firari" durumda olan Ermenilerin mallarının müsadere edilerek Milli Mücadeleye katılanlara dağıtılması işi de ondan sorulur.

Yaptıkları bu kadarla kalsa iyi, bu adamın daha başka marifetleri de var. O günlerde Kazım Karabekir'in Cumhuriyet kadrosuyla arası açılmış ve "devrimlere ayak uyduramadığı için" tasfiye edilmiştir. O da belki bu kırgınlıkla hatıralarını yayınlamaya karar verir. Bunu engellemek için Atatürk'ün en yakın adamları kitabı basan matbaaya baskın yaparlar, henüz mürekkebi kurumamış kitaba el koyarlar ve imha ederler. Bu operasyonu Kılıç Ali ve Recep Zühtü birlikte yönetir.

Yıkılan saltanat, peki yerine kurulan…

Artık Saltanat devrilmiş ve onun yerine kurulan genç Cumhuriyetin ilk yılları yaşanmaktadır. Bir zamanlar saray çevresine üşüşen Osmanlı/İstanbul sosyetesi de artık yeni tünekler aramaktadır. Biraz iyi koku alanları zaten olacakları sezip postu "yeni saltanat kadrosu" nun yakınlarına sermiştir.

Velhasıl, sosyetenin fişlenip gözden düşmemiş olanları Cumhuriyet kadrosu çevresine sığışmak gibi yeni ilgi alanı edinmiştir. Bir zaman öncesine kadar Osmanlı sosyetesi olanlar şimdi ortalıkta "modern Cumhuriyet yurttaşları" olarak arz-ı endam eylerler. Ne de olsa gücün yanında yer almak bu muhteremlerin şanındandır. Eski ve yeni rejimlerin onlar açısından zaten bir farkı da yoktur.

(Bu mevzuyu uzatmamak bakımından şuraya bir not düşsem iyi olacak: Necdet Şen'in sitede yayınlanan "Beyaz Türk" ve "Soysuzlaşınız Efendiler" isimli yazılarını okumanızı tavsiye ediyorum. Böylece ben de aynı şeyleri tekrar etmeden yola kaldığım yerden devam edebilirim.)

1925 yılında, bir arkadaşının düğününde gördüğü henüz yirmili yaşlarındaki bir kadının güzelliği Recep Zühtü'nün aklını başından alır. Bu kadın İstanbul sosyetesine mensup bir aileden gelen, Sultan Vahideddin'in hat hocası Hattat Mehmet Sabri Bey'in kızı, Fatma Medeniye hanımdır.

Bu genç kadın henüz çocuk yaştayken bir "Hint Prensi" ile evlendirilir. Evliliğinin üstünden birkaç yıl geçmiştir ki aralarında geçimsizlik başlar ve bu arada İstanbul İngilizler tarafından işgal edilir. İşgali fırsat bilen korkak prens hazretleri İstanbul'dan tüyer ve Medeniye Hanım 18 yaşında dul kalır.

Bu defa kendinden epeyce yaşlı bir ressamla baş göz edilir. Çok geçmeden yaşlı ressam da vefat eder ve Medeniye Hanım bir kez daha dul kalır. Recep Zühtü ile işte bu dönemde tanışır ve Ankara'da onunla yaşamaya başlar.

Rivayete göre Atatürk gece gündüz bir arada olduğu, yakın çevresinde yer alan adamların evlenmesini hoş karşılamazmış; ama kadınlarla "dost", "metres" ilişkileri yaşamalarına ses etmezmiş. Herhalde buradan aldığı cesaretle Recep Zühtü sevgilisi Medeniye Hanımı Gazi ile tanıştırır. Atatürk kadına "sabret kızım, sen büyük mutluluklara lâyıksın, zamanı gelince evlenirsiniz" der. Fakat, zaten başından da belli olduğu üzere, o zaman bir türlü gelmez.

Adam evliliği sürekli "inşallah bir dahaki bahara" erteler durur. Medeniye Hanım'a İstanbul'da bir yalıda telli-duvaklı düğün vaat eder fakat iş sözünü tutmaya gelince sürekli kıvırır. Ee ne yapsın ki adam, işin içinde yasak var. Bir delikanlılık yapıp yasağı delse ve evlense, bu defa gözden düşüp yakın çevreden tard edilmek var.

Hayatı Atatürk'e tabi, gecesi gündüzü onun yanında geçen Recep Zühtü artık Medeniye Hanımın gözünden düşeli epey zaman olmuştur. Bir zamandır İstanbul'da yaşamakta olduklarından kadın eski çevresine kavuşmuştur ve adamı görmemekten aslında o da mutludur. Yüzünü bile doğru düzgün göremediği, evlilik konusunda sürekli kıvıran bir adamı beklemektense gider kendine yaşıtı bir sevgili bulur. Bu genç Yahudi cemaatine mensuptur.

İki küçük kol düğmesi ve bir kurşun

Atatürk'ün yine bir İstanbul ziyareti sırasında, Dolmabahçe Sarayında "sofrada" hep beraber oldukları bir sırada Recep Zühtü'nün kulağına yine o çevreden birisi bir jurnal fısıldar: "Medeniye Hanım bugün öğlen İstiklâl Caddesinde Franguli çalışanı Yahudi genci görmeye gitti. Oradan çıkıp, sarmaş dolaş, hiç etrafa aldırmadan Abdullah Efendi Lokantasına girdiler. Senin kravatını, senin kol düğmelerini takmıştı şerefsiz adam, görür görmez bildim."

Muhbir daha sözünü bitirmeden Recep Zühtü masadan kalkar ve o öfkeyle soluğu evde alır. Medeniye'nin yatak odasına çıkar, kapıyı arkasından kilitler ve "Medeniye kol düğmelerim nerede" diye bağırarak ortalığı darmadağın eder ve kadını öldüresiye döver. "Ben sana her şeyimi vereyim, sen kalk git elin gâvur herifiyle… Bunu bana nasıl yaparsın, yüz karası söyle!" diye bağırır. Bir ara tabancasına çeker ve kadını göğsünden vurur.

Sonra Saraya gider. Kılıç Ali'ye telefon edip olanı biteni anlatır. Kılıç Ali de Atatürk'ü haberdar eder. Aldığı cevap "Kanuni icabı yapılmalıdır" olur.

Kadın ölmemiştir fakat Hastaneye getirmekte çok geç kalınmıştır. Can çekişmekte olan kadının başında bekleyen erkek kardeşine son sözleri "beni vuranlara bir şey yapmaya kalkma sakın, seni de öldürürler" olur. 12 Şubat 1935 günü ölür. 10 Şubat'ta vurulmuştur.

Bu cinayetin üzerinden henüz bir hafta bile geçmemiştir ki, 17 Şubat 1935 günü Recep Zühtü Zonguldak'tan milletvekili seçilir. Fakat savcılık cinayetle ilgili olarak lâf olsun kabilinden bile olsa bir soruşturma başlatmıştır. Koruma ordusunun neferleri ve yakın çevrede yer alan bazı başka zevat soruşturma vesilesiyle ortaya çıkabilecek bir aksilikten epey endişe ederler. Öyle ya, ufak bir aksilik hem mebusluğu bitirebilir hem de kodesin yolu görünebilir. O çevreden birine hiç reva görülecek bir şey midir bu?

Dolayısıyla, Recep Zühtü'yü kurtarmak için dört koldan taarruza geçerler. Hukukçulardan aldıkları tüyo ile Ruhiyatçı üstad Mazhar Osman'ın kapısını çalarlar ve "cinnet halinde metresini vurduğuna dair" bir rapor düzenlemesini isterler. Fakat, o bu isteğe şu sözlerle karşılık verir: "Recep Zühtü'nün deli olduğuna, yani cezaî ehliyeti olmadığına dair rapor istiyorsunuz. Eğer öyle ise, Meclis'te işi ne?"

Bu ters cevap üzerine bu defa Mazhar Osman'ın asistanı olan Fahrettin Kerim (Gökay)'ın kapısını çalarlar ve o da istedikleri raporu memnuniyetle düzenler. Bu raporu o zamanların adli tıp kurumuna verirler ve kurum raporda yazanları geçerli sebep kabul eder, adam beraat eder ve mahkemelerin elinden kurtulur. Raporu düzenleyen zat sonraki yıllarda Psikiyatri Profesörü olur ve yaptığı kıyağın karşılığını zaman içinde İstanbul Valiliği, Milletvekilliği, Sağlık Bakanlığı olarak fazlasıyla görür.

Son söz niyetine

Kurtuluş savaşı yıllarında Bursa cıvarında Kasap Osman namıyla maruf bir albay vardır. Tam anıldığı lâkabıyla müsemma, şiddetinden, şerrinden adını duyanın kaçıp saklandığı bir adamdır (dedemin anlattıklarından biliyorum). Evvelinde ittihatçı ve teşkilât-ı mahsusacı olan bu adam dilediğini sorgusuz sualsiz asar, mahpushaneden çıkarıp ordu kurduğu haydutlardan dilediğine subaylık rütbeleri dağıtır.

O kadar delibozuk, başına buyruk, astığı astık kestiği kestik bir adamdır ki ordudaki subaylar bile ondan çekinir olmuşlar ve kurtulmak istemektedirler. Bu yüzden, savaş biter bitmez ilk emekli edilenlerdendir. Tüm bunlara rağmen, savaşta büyük yararlıklar göstermiş yetenekli bir askerdir.

Bu adam emekli edilip uzaklaştırıldıktan bir zaman sonra, birkaç yıl önce boşandığı karısını öldürür. Tutuklanıp yargılanır ve idam cezası alır.

Umarım kimsenin aklından "nasıl olur da aynı suçu işleyen iki adamdan biri idam edilirken, diğeri dalavere ile mahkemelerin elinden kurtarılır" gibi münafıkça sorular geçmemiştir. Yine de kendi fikrimi beyan edeyim: Efendim bütün mesele liyakat; yani, ama bir yere, ama birine lâyık olmak.

O liyakat öyle mühim bir vasıftır ki; adamı abâd da eder, berbat da…

Yorumlar

Ata'nın yakın çevresi ve liyakat üzerinde çok zamandır düşünürüm. Önceleri bu insanları bir araya getiren şeyin aydınlanma felsefesi ve din karşıtlığı olduğunu düşünürdüm. Türkçü, dinsiz, Osmanlı ve Hilafet karşıtı bir grup olarak görür, zamanın faşizan eğilimlerinin de üzerlerinde etkisi olduğunu bilirdim.

Yakın tarihin üzerindeki kat kat perdeler aralandıkça daha basit bir şey karşıma çıktı: Menfaat kardeşliği. Belki bir zaman gelir birileri o zamanın İş Bankasından dağıtılan kredilerini araştırır. Tapu devir hareketlerini inceler. O ekibe ucundan dokunmanın bile hayatı değiştirecek kadar maddî faide sağladığı ortaya çıkar.

İki Nokta:

1) Yakup Kadri, Seyranbağları'nda oldukça büyük bir araziyi banka kredisi ile alır. Bir zaman öder, sonra ödeme güçlüğü çekmeye başlar ve bankanın araziyi elinden almasını ister. Zamanın başvekili İsmet İnönü'ye bu istediğini söylediğinde, "çocuksun sen çocuk!" cevabını alır.

2) Fahrettin Kerim öte aleme göç ettiğinde terekesinden tam tamına 831 adet tapu çıkar. Eh o kadar da sahte rapor versin ama değil mi?

Ahmet Faruk Yağcı - 13 Mart 2010 (23:12)

Aydınlatıcı çok güzel bir yazı. Kapılananlar kadar kapılandıranlar da hatalı değil mi? Atatürk, Manastır'dan arkadaşı bu adamın ne biçim bir insan olduğunu bilmez miymiş? Sadece Recep Zühtüler mi böyleydi? Atatürk'ün Mersin'deki bir Ermeni evini nasıl "müsadere" ettiğini Andrew Mango, Atatürk biyografisinde yazar. Çankaya Köşkü de Ermeni köşküdür. Sadece yandaşlarını kapilandırmak, başkalarının mallarına mülklerine konmak değil, bu düşkünlükte başkalarının kadınlarına göz koymak da var. Reşit yaşta olmayan genç kızlarına da. Kanıtları da var ayrıca.

Cumhuriyetin kuruluş donemindeki ahlâkî çöküntü hakkında yazarken en baştakileri de hatırlamakta yarar var.

Say-i Sun Efendi - 17 Mart 2010 (22:29)

Kişilere bel altı vurmak bende de metal yalamış gibi bir tad bırakıyor. Yukarıdaki cinsellik ve kadın kıza göz koymak bahisli yazıyı okuyunca ciddi bulantı hissettim.

Laikperestlere hep sorarım. Çocuğunuz apandisit operasyonu olacak, Kemalizm ile alâkası olmayan, kendisini dünya vatandaşı olarak tanımlayan, kafası bandanalı, kolları dövmeli, bekâr ve cinsel tercihinden emin olamadığınız bir cerrah tavsiye ediyorlar. Bir de kısa kesilmiş saçlı, tam bir Kemalist, düzcinsel, evli iki çocuklu, hep takım elbise giyen bir cerrah var. Siz çocuğunuzu ameliyat ettirirken hangi kriterleri göz önüne alırsınız? Velev ki iflâh olmaz, sekter bir Kemalist olsanız.

Bu şablonu her eleştiriniz için uygulayın. Zarar etmezsiniz.

Atatürk ve çevresi hakkında belden aşağı söylenecek hemen her şey söylendi. Merak etmeyin. Haydi şunların bir de yataklarını ortaya koyalım da arka üstü otursunlar demeyle orijinal olunmaz, sadece itici olunur. Eğer bu ekip hakkında konuşulacaksa Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kuruluş ve ortadan kaldırılış sürecindeki yapılanlar dahi günlerce irdelenecek kadar önemlidir.

İşin en basit ve -bence- aşağı şekli o zamanın mütegallibe sınıfını deyyus/gavat indirgemeciliği ile incelemek olur.

Ahmet Faruk Yağcı - 18 Mart 2010 (21:48)

Yazarın bu yazısı Ali Saydam'ın 04. 08. 2010 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan "Geçmişi bugün yaşıyor olmayalım" başlıklı yazısına konu olmuş ve yazıya atıfta bulunmuş. Ali Saydam bir hata yapmış ve Derkenar'ın adını anmak yerine "patronsuz medya" diye yazmış.

Yazının tamamı aşağıdaki linkten okunabilir.
Geçmişi bugün yaşıyor olmayalım (Ali Saydam - Akşam)

Tolga Ceyhan - 4 Ağustos 2010 (13:44)

diYorum

 

Kâmuran Kızlak neler yazdı?

494
Derkenar'da     Google'da   ARA