Tiyatroyu ilk defa Ortaokul II. Sınıfta gördüm.
Öğretmenler Bursa Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nda oynayan "Parkta Bir Sonbahar Günüydü" isimli bir oyunu izlemeye götürmüşlerdi. Yaşları bir hayli kemale ermiş, yalnızlıktan yakınan iki insanın bir parkta karşılaşıp dest-i izdivaca vasıl olmalarıyla sona eren Yeşilçam filmi tadında bir oyunu izlemiştik (bu başyapıtın yazarını muhabbetle yâd ediyorum).
Oyunun uyarlandığı kitabı okusam, ne anlatmaya çalıştığını o çocuk alkımla her halde anlayamazdım. Muhtemelen kitap çok sıkıcı gelirdi ve okumazdım. Fakat, tiyatro benim belki de anlayamayacağım şeyleri temsili olarak anlattığından, "ahhh falanca hanımefendiciğim, yaşlandıkça hayat insanı nasıl da yalnızlaştırıyor" gibi tiradlar ve mimiklerden daha ilk 10 dakikada mevzuyu kapmıştım.
14-15 yaşlarındaki çocukların böyle bir oyunla ilgilenebileceklerini, anlayabileceklerini, sevebileceklerini ve dolayısıyla tiyatroyu da sevebileceklerini düşünen öğretmenler beni o oyuna götürmekle tiyatroya büyük bir kötülük ettiler. O oyundan sonra tiyatrodan ebedîyen koptum. Ayrıca, sonraki yıllarda bu sanatın meftunlarının dilime düşmesine de vesile oldular.
Daha o ilk gidişimde tiyatroyu çok datsız-tuzsuz, yapmacık bulmuş ve oyundan kopmuştum.
Oraya gitmeden önce yol üstündeki bir kitabevine uğramıştık. Kitabevinde çalışan genç kızlardan biri bende daha 14 yaşında bir çocukken bile bir solculuk mayası görmüş olmalı ki, Samed Behrengi'nin "Bir Şeftali Bin Şeftali" isimli kitabını almama sebep olmuştu. Zaten kanıma giren de o kitap oldu. İşi gücü kitap okumak olan bir çocuğa diyalektiği bu kadar iyi anlatan bir kitap okutursanız, bir daha o çocuktan devlete hayır gelmez. Nitekim benden de hayır gelmedi. Hangimizin daha hayırsız çıktığı mevzuunda rivayet muhtelif; ama bildiğim şu: Devletle birbirimizden hiç hazzetmedik ve muhabbetimiz hiç tutmadı.
Tiyatro salonundaki ilk 20-25 dakikalık merakın ardından, oyundan kopmuş ve bana doğru yayılan hafif ışık altında bu kitabı okumaya dalmıştım. Ta ki enseme bir şaplak yiyene kadar. Arkamızdaki sıralardan birinde oturan ve bizi Tiyatro meftunu yapmaya azmetmiş bir öğretmen benim oyunu izlemek yerine kitap okuduğumu görünce enseme şaplağı oturtmuştu. Oyunun geri kalanında kitap okumadım; ama oyunu da izlemedim. Aklım kitapta anlatılanlarla meşgul oldu durdu.
Bu kitaptan sonra bir ay içinde Samet Behrengi'nin bütün kitaplarını alıp okudum. Türkçe öğretmenimiz (solcuydu; daha sonra, 12 Eylül'de beraber mahpus yattık, Allah'ın işi işte) elimde kitaplardan birini görünce bana hafiften bir yoklama çekmiş ve Behrengi'nin tüm kitaplarını okuduğumu görünce "peki Samed Behrengi'nin kim olduğunu biliyor musun?" diye bir soru sormuştu. Hafif ajitasyon da kokan bir nutuk irad etmiş ve Behrengi'nin Şah rejimi tarafından katledildiğini Faşizm ve Türkiye bağlamında 14 yaşında bir çocuğun anlayabileceği bir dilde gayet güzel anlatmıştı.
O saatten sonra memleket bir Solcu daha kazanmış oldu.
Kendi izlediğim yolu izleyerek Behrengi'nin bütün kitaplarını 9 yaşındaki kızımla birbirimize bazı sorular sorarak tekrar okuduk. Kızımın damarına solculuğun girmiş olduğunu görmek beni fazlasıyla memnun ediyor. Sözünü ettiğim Sol "Sadrazamın Sol Tarafı" değil. İnsanlığın Vicdanı olan Sol'dan bahsediyorum. Sunulan, daha doğrusu dayatılan Ahlâk'a isktiri çekip Vicdan'ını kullanan ve analitik düşünebilme yeteneği olan bir insanın her kılıktaki Faşizm ile kanlı bıçaklı düşman olacağını biliyorum. Kızım da bu yolda ilerliyor. Kendimi hayata karşı vazifesini yapmış biri olarak hissetmenin mutluluğunu yaşıyorum.
Daha sonraki yıllarda bir kaç defa daha Tiyatroya gitmeme rağmen, kafam ortamın yapaylığı, oyuncuların vıcık vıcık yapmacıklığıyla ve Ego gösterileriyle makara yapmakla meşgul olduğu için, oyunlardan aklımda pek bir şey kalmadı. Drama denilen oyunlarda bile kıkırdadığımı gören arkadaşlar onları üzüntüye gark eden, beni ise kıkırdamaya sevk eden şeyin ne olduğunu epey merak ederlerdi. Sonunda tiyatroya bensiz gitmeye karar verdiler ve böylece hem onlar, hem de ben huzura erdim.
Drama oyunlarında bile kıkırdayıp durmam yüzünden davudî sesli üstad aktörlerimizden birinden hafif yollu bir azar işitmişliğim bile vardır. Neyse ki efendiliği elden bırakmamış ve oyundan çıkıp gitmiştim. O günden sonra bir daha tiyatro kapısından bile girmedim. Şayet tiyatro hakkında benimkilere benzer düşünceleriniz varsa, dekor, giysiler ve ego gösterileri size komik geliyorsa, mümkün olduğu kadar arka sıralara oturun. Orada sizi göremezler ve istediğiniz gibi makara yaparbilirsiniz. Önden dördüncü sıranın hiç dekin bir yer olmadığı yaşanan tecrübeyle sabittir.
Üniversite öğrenciliği yıllarımda bir derste Psiko-Analiz Tarikatı şeyhi Freud Efendi Hazretleri'nin müridlerinden olup daha sonraları yolunu biraz değiştiren Carl Jung isimli bir Ruhiyât üstadının kişilik kuramı işleniyordu. Jung kişilik kuramında insanların ilişkilerinde bazı maskeler taktıklarını söylemekte ve bu maskeleri tiyatro terimlerinden alıntı yaparak "Persona" diye adlandırmaktadır. "Persona" tiyatrocuların kullandığı maskenin Latince adı oluyor. Ayrıca, İngilizcesi "personality" olan Kişilik teriminin de kökeni.
Ders esnasında bahsi geçen bu tiyatro terimleri vesilesiyle konu tiyatroya kaymıştı.
Sınıf arkadaşlarım tiyatroya ne kadar meftun olduklarını, tiyatronun faziletlerini saya döke bitirememişlerdi. Bana en az tiyatro sahneleri/oyunları kadar komik görünen bu sözlere bir karşılık verme ihtiyacı hissetmiş olmalıyım ki; nasıl cesaret ettiysem "okuduğunu anlayamayanlar için temsili anlatım" demiştim ve çarşı fena halde karışmıştı.
İnsanların ben konuşurken bir kışkırtma beklentisi içine girmelerine neden olan ilk destursuzluğum her halde budur.
İkinci destursuzluğum, Endüstri Psikolojisi dersinde dersi veren alim ve derse meftun olan öğrencilere" aslında çalışanları Kapitalizme nasıl daha iyi düdükletebileceğimizin ilmini yapıyoruz" yollu takılmamdır. Daha sonrakileri hatırlamıyorum.
Fazla uzaklaşmadan buradan tekrar tiyatro mevzuuna dönüş yapayım. Bu konu hakkındaki samimi düşüncem halen aynıdır. Okuduklarından bir sonuç elde edebilen bir insanın tiyatrocu erbabının kendi kafalarına göre getirmeye ve sokuşturmaya çalıştığı yoruma ihtiyacı olmadığını düşünürüm.
Sokrates'in savunmasında kendisini yargılayanlara nasıl posta koyduğunu bir tiyatrocunun yorumundan izlemek benim aklıma "bu adam İlk Çağ Tarihini ve Felsefecilerini benden daha iyi mi biliyor ki bana Sokrates'i anlatmaya çalışıyor?" sorusunu getirir. Aslında, izlediğiniz İlk Çağların Sokrates'i değil, fazlasıyla bu güne bulaştırılmış bir "kahraman" ilk çağ filozofudur. Bana asıl komik gelen de zaten işin bu tarafı. Yani, bugün olup bitenler hakkında iki lâf etmek için İlk Çağ'dan "Filozof Kahraman" apartmaktır.
Şayet okuğunuz kitabı anlayabiliyorsanız, bir başkasının kendi yorumunu da katarak o kitapta anlatılanlar hakkında size görsel seminer vermesine neden ihtiyacınız olsun? Görsel seminer vermek emeliyle sahneyi olayın geçtiği döneme veya ortama uygun(muş) gibi görünen dekorla donatma komikliği de işin diğer tarafı. Dekor ve giysiler sayesine zaman makinasına binip ahir zamanlara yolculuk ediyoruz, insanlığın ta o dönemlerinden bugüne kadar hiç zikzak çizmeden, iniş çıkış göstermeden gelen, neredeyse birbirinin kopyası olan tarihsel olaylar ve insanlık durumları hakkında ziyadesiyle aydınlanmış oluyoruz. "İki-üç bin yıl öncesiyle bu gün arasında bu kadar büyük analojiler kurmak hangi aklın ürünüdür?" sorusuna alacağınız cevap "sanatçının yorumu" babında sade suya tirit bir cevap olur. Eyvallah, madem ki sanatçıdır, ne buyursa başımızın tacıdır.
Belki duymuşsunuzdur: "Her şey olabilirsiniz; ama sanatçı olamazsınız". Nedendir bilmem, tartışma götürmeyecek bir mevkiden alınmış bu fetvayı en çok tiyatrocu ve ressamdan duyuyorum. Onların sırtında birilerinin kendilerine verdiği "bu milleti aydınlatmak ve doğru yolu göstermek" gibi bir vazife de var. Bizim sanatçılardan başka kendilerine "halkı aydınlatmak" veya "halka bir şeyler anlatmak" gibi bir vazife ihdas eden sanatçılar duymadım ben. Bu fazlasıyla otoriter ve seçkinci bir rol tanımı aslında.
Sanatçı olmadığım için bin kere hamd-ü senalar olsun. Yoksa, kendimi aydınlatma yükü bile ziyadesiyle ağır gelirken, bir milleti aydınlatmak gibi bir yükü nasıl taşırdım, üstelik milletin hiç ipinde değilken? Seni dinlemeyen, kendine yabancı bulan ve söylediklerinden ibret almayı ve dolayısıyla aydınlanmayı reddeden millete düşman olmak da işin cabası. Milletin kahir ekseriyetine düşman olmak bana çok fazla gelirdi. Bu kadar düşmanla baş edemem. Milleti aydınlatacağım diye 85 senedir aynı istidadı güden devlet eliti ile beraber saf tutmayı ise midem kaldırmazdı.
Tiyatrocu erbabının ağzından "Tiyatrolara çok az ödenek ayrıldığı, insanların tiyatroya gitmediği" şeklindeki yakınmalarını sıkça duyarım. Bu yakınlamaları duyunca benim aklıma "aynı şeyleri büyük bir görsel zenginlik içinde anlatan sinema varken neden tiyatronun sıkıcı atmosferinde zaman harcasınlar?" sorusu gelir.
Başka vesilelerle sorulan bu sorunun cevabını kendi ağızlarından bir kaç kez işittim. Söyledikleri şey "ama canım Tiyatro bir başka, tiyatroda canlı bir ortam var, orada seyirciyle bire bir etkileşim var, orada seyirciden aldığımız elektrik bizi besliyor" falan filân. Aslında bu söyledikleri o sorunun cevabı değil. Tiyatrodaki o canlı atmosferin kendi egolarını nasıl beslediğinden bahsediyorlar.
Yazının, kitabın ve okur-yazar insanın neredeyse olmadığı ilk çağlarda Tiyatro elbette çok işlevseldi. Hem kültürü sonraki kuşaklara sözel yolla aktarma, hem bilgilendirme, hem de eğlence aracıydı. Sinema, televizyon, gazete ve kitapların yaygınlaştığı yakın zamanlara kadar bu işlevselliğini nispeten koruduğunu düşünüyorum. Bence, tiyatro artık sahnelerini düzenlemek için kullandıkları o eski Yunan eserleri kadar antika sayılabilir. İnsanlığın kültürel mirası kapsamına alınıp bir-iki tanesinin korunması hayırlı olur.
Aziz Nesin'in "Zat Hastalığı ve Tedavisi" isimli yazısını okuduğunuzda, anlatılmaya çalışılanı ve içindeki mizahı anlayabiliyorsanız, aynı şeyi bir başkasının komiklik yaparak ve kendi algıladığı biçimiyle yorum da katarak size görsel olarak anlatmasına siz ne dersiniz bilemem; ama ben hiç komik bulmam, aslında fena halde gıcık verir.
Sinema için oyuncu yetiştirmesine sözüm yok, bunun gerekli olduğunu biliyorum; ama bu çağda tiyatro bana çok komik geliyor artık.
Siz buyurun gidin, güle güle seyredin, gelince bana da anlatırsınız.
Kamuran Efendi…
Yazılarınızdaki edebi tat gittikçe artıyor (eh egon da o kadar şişsin). Galiba gittikçe "denemelere" doğru yol alıyorsun. Uzakdoğu yaramış. Öptüm.
Ruhiyat Riyaziyecisi Adnan "efendi" - 28 Mart 2008 (08:30)
Kurt, midesindeki korkunç ağrılar yüzünden günlerce acı çekti ve uykusuz geceler geçirdi.
Zamanla geçmeyen kalıcı bir illete tutulduğunu anlayınca doktora görünmek zorunda kaldı. Doktor tetkikleri inceleyip: "Uzunca bir süre perhiz gerekiyor size, eğer günde 250 gramdan fazla et yerseniz, bu sonunuz olabilir" dedi. Kurt, yakınlaşan ölüm ihtimalinin sarsıntısıyla, bir süre kırlarda amaçsızca dolaştı ve bu süre içinde, kendince radikal kararlar aldı.
Dolaşa dolaşa karnı da fena halde acıkmıştı. Çıktığı tepeden çayırda otlayan bir eşekle koyun gördü. Altbenliği açlığının doyurulması gerektiğinin ısrarla altını çiziyordu. Benliği ise onun bir kurt olduğunu, gereğini yapması gerektiğini söyledi. Üstbenliği de hemen kısaca bir hesap yaptı: Eşek olsa olsa 150 gramdır, koyun da 100 gramdan fazla görünmüyor" Fırladı ve birer pençede eşekle koyunu devirip afiyetle yedi.
Belki anlayamadınız ama bu sapına kadar diyalektik bir sunumdur. Burada doktor "Ahlak" ı, kurt ise "Vicdan" ı temsil etmiştir.
Bence de isktir edin ahlakı ya!
Ali Sedat Çetinkoz - 28 Mart 2008 (13:52)
Ömrüm boyunca, gittiğim tiyatro oyunlarının sayısı yirmiyi bulmamıştır. Bunlara da içinde bulunduğum topluluk -ailem ya da arkadaşlarım- gittiği zaman gitmişimdir. Seyrettiklerimin çoğundan da hoşlandım. Dekorların ve oyuncuların gerisindeki dünya, benim hayal gücüme kalmıştı çünkü. Bu, benim zevk alma biçimim ve sadece beni bağlar, belki oyunları yazan ve oynayanlar, bambaşka bir şekilde zevk almamızı, istemişlerdir. Ne olursa olsun, tiyatroya gidilecekse, zevk alındığı için gidilir. Başkalarını, yani tiyatrodan zevk almayan ya da gidemeyen insanları, aşağı görmek için değil. Aslında bu dediğim, bütün zevk alınan şeyler için geçerli herhalde.
Emre Yüce - 25 Nisan 2008 (02:17)
Hislerime tercüman olmuşsunuz, teşekkür ederim. Tiyatroya, operaya lâf etmek mesele oluyor. Didaktik, jakoben eğilimler her an fırça çekmeye hazır bekliyorlar. Ensenize şaplak atan öğretmeni esefle kınıyorum. O hâlet-i ruhiyedeki kişileri de mezkur öğretmenin şahsında kınıyorum.
Candan Dinç - 3 Aralık 2009 (16:04)
Kâmuran Kızlak neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.