İyi Kötü Çirkin filminde bir sahne var. Filmi benim gibi birkaç kez izlemiş olanlar sahneyi gayet iyi hatırlayacaktır. Blondie (iyi) ve Tuco (çirkin) birlikte bir at arabasını kullanarak saklı altınları bulmak üzere yolculuk etmektedirler.
Karşıdan büyük bir süvari birliği geldiğini fark ettiklerinde kendi üzerlerindeki gri asker üniformalarından dolayı önce telâşlanırlar, sonra gelenlerin de gri üniformalar giymekte olduklarını görünce rahatlarlar. Birlik yanlarına ulaşınca da durumlarını sağlama almak amacıyla mavi renkli üniforma giyen kuzeyliler hakkında ağızlarına geleni sayarlar. Birliğin başındaki adam istifini bozmadan üstünü silkeler ve tozların altından mavi renk çıkar.
Yolculuğa çıktığımda bu sahnenin mizah unsuru olmasına karşın gerçek bir karşılığı olduğunu fark ettim. Asfaltta bisikletle ilerlememe rağmen akşama doğru kıyafetlerim renk değiştirecek kadar tozlanmıştı. Toprak yolda atla ilerleyen adamlar demek ki gerçekten tozdan epeyce muzdarip olurmuş.
Başlangıç bence iyi oldu ama arkasını getirmek biraz zor oldu. En iyisi şöyle devam edeyim:
Geçen bahar şahsıma ait ilk bisikletimi satın aldıktan sonra fark ettim ki ben aslında bisiklet için yaratılmışım. Tabi bisiklet için yaratılmışsam da Lance Armstrong kadar bu iş için yaratılmadığımı fark etmem uzun sürmedi. Zaten sadece sporun rekabet için yapılanı değil hayatta herhangi bir tür rekabet oldum olası bana göre olmadı. Ne hikmetse her rekabetten kaybederek ayrılıyorum.
Konuyu dağıtmayayım. Bu rekabette kaybetme durumu belki ileride başlı başına bir öykü konusu olabilir. İşin esası şu: Haçlı seferlerine dair bir süredir her bulduğumu okuduğumdan, daha önce burada bahsetmiş, konuyla ilgili bir destan da başka bir bağlamda döktürmüştüm. Bu kez de bisikletçilikle haçlı seferlerini araştırma zevkini örtüştürerek birinci haçlı seferinin Anadolu'da takip ettiği güzergâhı bisikletle kat etmeye karar verdim.
Rotayı belirlemek kolay olmadı. Okuduğum onlarca kitabı karıştırarak bu konuya dair bazen birbirleriyle çelişen ipuçlarını bir araya getirerek rotayı belirledim.
İstanbul'a ulaşan haçlı gruplarının şehre zarar verme potansiyellerini fark eden Bizans imparatoru Aleksios Komnenos bunların ya kara yoluyla İzmit körfezini dolanarak ya da temin ettiği gemilerle direkt Kibitos karargâhına yerleşmelerini sağladı. Burası bu gün Yalova ile Karamürsel arasında kalan Hersek köyü cıvarında bir yer.
Ben de otobüsle Karamürsel'e kadar giderek turuma oradan başladım. Daha önce de körfezi bisikletle dolaşarak Karamürsel'e kadar gitmiştim. Bu bölgede bir bisiklet turunu kimseye tavsiye etmem. Yollar ciddi kaza riski taşıyor.
Karamürsel'den itibaren yollar bisiklet için uygun. Ana yoldan Hersek'e sapmak için çıktığımda pastoral hislere neden olan tezek kokusu da ciğerlerime dolmaya başladı. Karargâhın bulunduğu yer olduğunu tahmin ettiğim düz alanda birkaç fotograf çekip dönerken bisiklet sürmekte olan bir çocuğun ısrarlı yarış teklifine olumlu yanıt verdim ve mahsus yenildim. Aslında hem rakip hem de bisikleti dişime göreydi ama üzerimde tuhaf bir iyimserlik vardı.
Hersek'ten Altınova istikametine devam edip İznik yol ayrımından dağlara doğru tırmanışa geçtim. Yol zorluydu ve %10 eğim tabelâları vardı birkaç yerde. Mühendis olmasam ve tabelânın teknik anlamını bilmesem de bacaklarım iyi bir anlamı olmadığını söylüyordu bana.
Zorlu tırmanıştan sonra Kılıç Arslan'ın ilk haçlı grubunu pusuya düşürerek tamamını imha ettiği Drakon vadisine ulaştım. Bu gün yaklaşık olarak aynı yerde Yalakdere adlı bir belde var.
Yalakdere'den sonra ıssız yolda tek başıma ilerlerken küçük bir motosiklete binmiş iki adam bir süre benden çok ayrılmadan ileri geri birkaç tur atıp ziyadesiyle tedirgin ettiler. Sonra ne düşündülerse bir anda gazlayıp gözden kayboldular.
Dik bir inişin başındayken karşıma çıkan İznik gölü manzarası ise motosikletli adamların yaşattığı stresi silip attı. Hem muhteşem göl manzarası hem iniş, daha ne olsun.
İznik'e öğlen saatlerinde ulaştım. Müze mutlaka görülmesi gereken bir yer. Hem yapı çok güzel hem de sergilenen Roma dönemi eserleri göz alıcı. Müze binası Sultan I. Murad tarafından annesi Nilüfer Hatun adına yaptırılmış bir imaret. Yapı şekil olarak da Osmanlı değil Roma eseri gibi duruyor.
Ayasofya Camisi ise Roma döneminde tapınak olarak yapılmış, sonra kiliseye çevrilmiş, Osmanlılar döneminde de cami olarak kullanılmış dikkat çekici bir yapı.
İznik'te karnımı doyurduktan sonra Osmaneli istikametine doğru yola çıktım. Yoldaki ilk köyün içinden geçerken çocuklar el sallayarak "hello, hello" diye bağırdılar. Keyifle selâmlarını aldım, el sallayarak "hello" diye karşılık verdim. Niyeyse içimde seyahatin başından beri bir iyimserlik vardı. Çocuklar da eğleniyorlardı besbelli. Selâmın ardından "fuck you, fuck you" diye gülüşerek bağırmaya devam ettiler. İçimdeki iyimserlikten eser kalmamıştı. Bu köylü çocukları artık gözüme zerre sempatik görünmüyorlardı. Aynı şekilde karşılık vermem durumunda az ileride kahvede oturan babalarının işe dahil olmaları ihtimalini, çocuklarının temenni olarak dile getirdiklerini babalarının fiiliyata geçirebilmeleri olasılığını hesap edince tam bir şahsiyetsiz gibi sırıtmaya devam etmek daha akıllıca geldi. El sallayarak hiç bir şey olmamış gibi pedal çevirmeye devam ettim. Sanki sövülen ben değildim.
Karamürsel'den Osmaneli'ne yaklaşık 90 km. Osmaneli küçük bir kasaba. Karpuzu meşhur. Bir de tarihi evler filân var. Safranbolu evlerine benziyorlar. Yoldaki ilk gecemde burada öğretmen evinde kaldım. 15 lira karşılığında tüm otel benimdi.
Sabah Osmaneli'nden çıkışta epeyce uzun bir rampa tırmandım ve su almadığımı yolda fark ettim. Allahtan bu güzergâhta yol kenarında çok sayıda çeşme var. Çok az insan çeşme gördüğünde benim kadar sevinmiştir.
Yollar sürekli iki tarafı pusu kurmaya uygun dağların arasındaki vadilerden ilerliyor. Haçlı reislerinin sürekli saldırı gelmesi beklentisiyle epeyce tedirgin olduklarını düşündüm.
Osmaneli'nde Bilecik'e giden yollar hakkında malumat toplamak amacıyla konuştuğum biri yeni yol çok yokuştur, eski yolu takip et, rahat edersin demişti. Ben de hem yeni yoldaki tünel tehlikeli olur düşüncesiyle hem de rahat gidebilme isteğiyle eski yolu kullandım. Kullanmaz olaydım. Meğer herif beni fena kafalamış. Eski yola dönüşte küçücük bir inişten sonra gittikçe dikleşen bir yokuş başladı. Dolana dolana çıkan yolda her virajdan sonra yolun düzleşeceği beklentisiyle saatlerce tırmandım. Yorulup yürüdüm, tekrar bisiklete bindim.
Her kim bana her çıkışın bir inişi vardır geyiği yaparsa fena dalarım artık. Tecrübeyle sabit: Her çıkışın inişi yok! Bazı yollar sırf çıkış.
Sonra bir otobüs şoföründen öğrendim: Gülümbe rampası bura. 27 km. Dile kolay. Hikâyeye göre yokuş o kadar dik ki çobanın biri tırmanmakta olan bir kamyonun şoförüne yürüyerek yaklaşıp: "Gülüm be, çakmağın var mı" deyip aldığı çakmakla sigarasını yakıp tekrar hareket halindeki kamyonun şoförüne uzatmış. Kamyon o kadar yavaş çıkıyor o derece yani. Rampanın adı da "gülümbe" rampası olarak kalmış.
Bilecik'e bitmiş vaziyette girdim. Şeyh Edebali türbesi bakımda gidemezsin, başkaca da gezecek yeri yok buranın tüyosunu alınca oyalanmadan Eskişehir'e devam ettim.
Eskişehir merkezde öğretmen evinin yerini sorduğum biri buraya bayağı uzak deyince "ehe ehe İstanbul'dan buraya kadar geldiysem pisinkletle oraya da giderim" diyerek tatlı tatlı sırıtırken içimden "Allah kahretsin, bitmeyecek bu yol bugün" diyordum. Sonunda öğretmen evi: Duş, yemek ve yatak demek.
İkinci günün toplam mesafesi yaklaşık 120 kilometreydi.
Üçüncü gün Dorylaion savaşının yapıldığı meydanı bulmak üzere yola çıktım. Bacaklarımı dinlendirmek maksadıyla bugün toplu taşıma kullandım. Alâkasız bir sürü yer dolaştıktan ve taksi tutsam daha ucuza getirebilecek kadar minibüs değiştirdikten sonra Porsuk nehrinin batıya doğru akan kolunu takip ederek yürümeye karar verdim. 2 saat kadar "ha geldim ha gelecem" diye yürüdükten ve tam vazgeçecekken aradığım yeri buldum. Bacaklarımı dinlendirme hesabım da bu yürüyüşle boşa çıktı.
Sonra ne mi oldu?
Hiiiç… Savaş meydanının bu günkü halini fotograflarken çalan telefon beklenmedik işler çıktığını, acilen İstanbul'a dönmem gerektiğini söyleyince durumu pek hoş karşılamasam da akşama doğru toparlanarak otobüsle dönüş yoluna çıktım.
1560 kilometre olarak planladığım yolu 210'ununcu kilometresinde bitirmek zorunda kalsam da ilk fırsatta başladığım işi bitirme azmindeyim.
Keske yaninizda baska bir bisikletci daha olsaydi. Belki o kadar yorucu olmazdi.
Gokce - 11 Şubat 2013 (19:52)
Bu kadar uzun rota için birini ikna etmek zor. Ben kaldığım yerden ilk fırsatta devam etme azmindeyim ama.
Vahap Demir - 12 Şubat 2013 (19:15)
Vahap Demir neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.