Patronsuz Medya

Sol İskele Sağ Sancak

Büdütör - 10 Ocak 2001  


Hani bir fıkra vardır ya: Fırtınalı denizlerdeki seyir, hidrografi ve oşinografi becerisiyle nice kasırgaları, tayfunları, tsunamileri aşmış ve efsaneleşmiş bir kaptan, başı her sıkıştığında kamarasına koşar, şifreli kasasından çıkardığı bir kâğıtta yazılı olan bir şeyleri mırıl mırıl okur, sonra hışım gibi köprü üstüne çıkıp, serdümene talimat verirmiş:

- "Yarım derece iskele! İki bıyık bükümü sancak! Alestaa! Alabanda!"

Onun bu becerisi herkese parmak ısırtır ve en kritik anlarda başvurduğu bu gizli bilginin ne olduğu tüm mürettebat tarafından ölesiye merak edilirmiş… Ama Kaptan, kör kütük sarhoş olduğu zamanlarda bile bu konudaki soruları ustalıkla savuşturur, o kâğıttaki derin bilginin ne olduğunu kimseye asla açıklamazmış.

Gel zaman, git zaman, her ölümlü varlık gibi onun da vadesi dolmuş… Ölmek üzereyken, ağır hasta olarak yattığı yatağında bir parmak işaretiyle ikinci kaptanı yanına çağrıp "yaklaş hele" demiş, "benim zamanım geldi, gidiciyim, kasanın şifresini sana söyleyeyim de gizli bilgiye ulaş, ne de olsa artık geminin sevk ve idaresi senin elinde, o kâğıttaki bilgi olmadan gemiyi fırtınalardan çıkaramazsın…"

İkinci Kaptan kulağını Kaptan'ın ağzına dayamış, şifreyi dinlemiş… Birazdan da zavallı adamcağız, yani Kaptan, emaneti asıl sahibine teslim edivermiş.

(Öldüğünü ima ediyorum edebi bir dille…)

Cenazeyi falan unutan zabitan, "hurraaaa!" kasanın başına doluşmuş, İkinci Kaptan şifreyi dikkatle çevirip kasayı açmış. Bomboş kasanın içinde yalnızca buruşuk bir kâğıt parçası duruyormuş; ve kâğıtta şu yazı:

"Sağ iskele sol sancak…"

* * *

Öhö! Ben bunu neden mi anlattım durup dururken?

Şundan anlattım: Aylardan beri "karaya vuran balinanın türküsü, yok efendim, bezgin gezginin öyküsü, yok Hızlı Gazeteci'nin en haso macerası, çok yakında…" diye atmosfer yaratıp duruyor, ama bir türlü yayınlamaya başlamıyorum ya.

Neden yayınlamıyorum biliyor musunuz?

Yakın zamana kadar bir tarayıcım yoktu. Çünkü tarayıcı alacak param yoktu. Sonunda üç yıldır evin önünde yatıp duran ve bir türlü satmayı başaramadığım arabayı bir arkadaşım "ver şunu, ben satarım" dedi, aldı götürdü ve anında sattı da hakikaten. Ben de koşup bir tarayıcı aldım o sayede.

Ama maalesef hıyarağası makine iflâhımı kesiyor. Ya çizgileri çok bozuk tarıyor, ya güzel tarıyor ama çift kişilik çarşaf büyüklüğünde tarıyor, resim kapılardan sığmıyor, bilgisayarı çökertiyor ya da minicik yapıyor, yazılar okunmuyor. Ne yapsam, Aristo mantığına teslim olmuş mankafa aleti işimi görecek biçimde ayarlayamıyorum. Zihniyet farkı: Ben diyalektik düşünüyorum, o formel… Etrafımda da bu boku bilen yok ki sorayım. Belki de kapının tokmağını çevirmek kadar basit olan bir şey için aylarımı harcıyorum ve öte yandan okurlarım "hadi başlasana, sabrımız kalmadı" diye başımın etini yiyor… Durumdan haberleri yok tabii.

Hulâsa, vaziyet bu azizim. Sağ iskele sol sancak ya da tam tersi, bir taraf iskele diğer taraf sancak, ama ben bunu henüz çözemedim.

Dahası, on yıl evvelinin teknolojisiyle yapılmış bir Mac II'de yazmış olduğum "Nereye?" yi PC formatına çevirebilecek birini de tanımıyorum. Anlayacağınız, Norveçli bilim adamı Thor Heyerdahl gibi yaradana sığınıp bir salla okyanusa açıldım "gerisini yolda öğrenirim" mantığıyla ve şimdi iskele neresi, sancak neresi karıştırıyor, el yordamıyla keşfetmeye çabalıyorum.

Sözün özü, bu zırıltılar nasıl çalışır bilen ve öğretmekte sakınca görmeyen biri varsa lütfen mail atsın. Belki bu yakınlarda bir yerlerde oturuyordur, gelir beş dakika gösterir, çayımı kahvemi içer, gül yüzümü görür, bacaklarına sürtünen kedim Melek Hanım'ın gıdısını okşar, ahbap oluruz, müteşekkir bırakır gider.

Yoksa ben daha aylarca "geliyooooor, yakındaaa, eli kulağındaaaa!" diye palavra anonslar yapar sizi oyalarım, ona göre.

Yorumlar

Merhaba, daha, siteyi, incelemedim, hemen, yazmak, istiyorum, iyi, geri döndünüz…

Cumhuriyet'te Hızlı Gazeteci'yi okurken çocuktum daha. Annemler çok severler, aralarında konuşurlardı, ben de çok severdim… Onu anlamaya çalışırdım, düşünüp dururdum kafamda. Şimdi düşünüyorum da o yaşta anlamaya çalıştığım o karakterin annemlerin aldığı gazetede karşıma çıkması ne büyük bir şansmış. Sizden hiç haberdar olmadan da yaşayıp gidebilirdim…

İşten döndüm, bugünkü Radikal'den öğrendim bu siteyi. Gazete almaya bile vakit olmadığı için (sabah çok erken kapalı; akşam geç, gazeteler toplanmış) gazeteyi de internetten okuyabiliyorum. Orada söylediklerinizi her gün ama her gün hissede hissede girip çıkıyorum plazama ve gitmek üzereyim. Dayanamıyorum ve hiç bir şey yapmadan durmanın nasıl bir şey olduğunu görmek istiyorum. Ve hep bunu hayal ediyorum, 5 yaşımdan beri sabahın köründe, önlükle…

Çok mutluyum. İlk öğrendiğim an ağlayacak gibi oldum… Sonra da dayanamayıp ağladım. Ben de déja vu ve keloğlan var… Bu ikisi dışında yayınlanmış kitabınız var mıydı acaba? Şimdi bu kitaplar dışında da size ulaşabileceğim ve diğer insanlarla paylaşabileceğim bir site var… Bu maili yollar yollamaz herkese haber vericem… Artık hep oradasınız değil mi?

Sevgiler, hoşçakalın.

Yasemin - 14 Ocak 2001

Neredesin be birader?

Yıllar var ki çizgilerinde ve o karelerde kendimize bile itiraf edemediğimiz düşüncelerimizi okuyup durdun… Gazetenin ilk okunan köşesiydi senin sayfan… Taa ki, Kanal 7 mi, Samanyolu TV mi çok net hatırlamıyorum, ama bir tanesinde bir söyleşiye çıktın bir öğleden sonra… Hani türban konusu çok modaydı yaa, sen de onun savunucularını bile hayrete düşürerek belki de, yaygın davranış veya söylemin aksine "grilerin de" olabileceğini (ya siyah-ya beyaz halbuki çoğuna göre) çizmiştin o günlerde…

Samimiydin biliyorum o gri tonlarda, ben de öyle düşünüyordum nedense…

Derken o söyleşide sana bir soru soruldu, tam ne idi hatırlamıyorum, yaşamın anlamı, her gün çizmek nasıl olmalı, gibi bir şeyler… Dağıldığını hissettim verdiğin cevapta, çok zordu aslında o an kendimi senin yerine koyarsam… Ve gittin…

Kitaplarının olduğunu duymuştum, az da olsa baskısı yapılan, fakat edinemedim aramama rağmen… Bilen var mı izini diye de sordum, çıkmadı… Taa ki tesadüfen bırakılmış bir dergiyi karıştırırken buldum izlerini.

Sağlıkla kal.

Bir okurun.

Engin - 15 Ocak 2001

"Niçin geçmiş zaman bizi kuyu gibi çekiyor? İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendisi değildir; ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum. Hayır muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmede kaybolduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz. Çünkü bu daüssılanın kendisi başlı başına bir alemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz…"

Ahmet Hamdi TANPINAR

"Konu neydi?" diye soran sekreterler, cep telefonu, elektronik turnike ve füme camlar arasına sıkışanlardanım. Ama olsun, bugün en mutlu günüm…

Ve neredeyse bütün günümü site adresinizi mail yoluyla duyurmakla geçirdim. Eminim giderken ne çok insanın hayatında boşluk bıraktığınızı tahmin etmiyordunuz, tahmin etseniz bile bu umursamazdınız. Yani Hızlı Gazeteci'ye böyle bir gidiş yakışırdı. Bize de sararmış gazete kesikleri ve tekrar tekrar okuduğumuz kitaplar ve biz niye buradayız serzenişleri kaldı.

Yazdıklarınızı okudum, akşamın bu saati itibariyle henüz istifa etmedim, bu suçluluk duygusuyla, geri döndüğünüze göre terk etmemiş olduğunuzu, dolayısıyla gerçek bir kopuşu yaşamadığınızı düşünerek, benim istediğim kendime yolculuk değil ki, kendimden dışarı çıkmak dedim.

Hiç kendime bir gün içinde bu kadar soru sormamıştım? Sahi siz niye geldiniz? Bizim düzenimizi bozmayınız!

O'ya - 15 Ocak 2001

Hangi yıldı hatırlamıyorum, sizi tanımadan almıştım bir kitabınızı; ve hoşuna giderek bir iki saat içinde okuyup bitirmiştim.

Belki bu gereksiz bir giriş oldu ama önce sizi nereden tanıdığımı açıklama ihtiyacı duydum. Asıl yazma amacım ise teşekkür etmek, Sitenizi geçen hafta buldum. (Nasıl buldum hatırlamıyorum.) Ama bugün, "iyi ki bulmuşum" dedim kendi kendime.

Günlerdir yazdıklarınızı çizdiklerinizi zevkle okuyorum; ama biraz önce "AMAN SAKIN HAA!" bölümüne girdim ve resmen bayıldım…

Tekrar teşekkür ederim, elinize sağlık…

Cahit - 10 Mayıs 2001

Merhaba Cahit. Haytaların, huysuzların ve mağlupların buluşma noktasına hoş geldin. Memnuniyetini benimle paylaştığın için ben teşekkür ederim.

Sevgiler.

Büdütör - 11 Mayıs 2001

İlk iletime verdiğiniz cevaptan dolayı teşekkür ederim, ama teşekkürümün asıl nedeni kendimi, önemsediğim biri tarafından önemsenmiş hissetmem:)

Yanılıyor olabilirim, yani bana gelen cevap mesajı, belki de diğer birçok yazıya otomatik olarak verilsin diye yazılmış mesajla aynı… Ama olsun, ben gene de bana özel diye düşünmeye devam edeyim. Yoğun olduğunuzu tahmin edebiliyorum, hayatınızı devam ettirmeniz için yapmak zorunda olduğunuz birçok şey vardır. Bu uğraşların içinde her gelen mesaja ayrı ayrı cevap vermenizi beklemek hata olur.

Tamam, ama gene de bu yıkılmış virane içinde bireylerin nefes almak gibi ihtiyaç duydukları şeylerden biri de önemsenmek sanırım… Ben sizi önemsiyor ve seviyorum…

Sorunuza gelince, yani şu reklam bandı ile ilgili olan şeye; belki cevabım karnınızı doyurmayacak ama ben kendimi iyi hissedeceğim cevap verdiğim için…Ben bir akademisyenim ve reklam vermeye ne param ne gereksinimim var, ama param olsa akademisyenliğime rağmen reklam verirdim…Keşke gücümün ve aklımın yettiğince yardım edebileceğim bir ihtiyacınız olsa idi seve seve yapardım…

Umarım sorunlarınızı bir an önce çözüm yoluna sokarsınız… Kaleminize, yüreğinize sağlık Necdet Şen…

Cahit - 18 Mayıs 2001

Merhaba Cahit. Hiç bir mektuba toplu matbu yanıt vermiyorum. Lâf olsun torba dolsun diye de yazmıyorum (bak, a'ların şapkalarını bile ihmal etmeden hem de), sana ne yanıt vermiştim şimdi hatırlayamadım ama özenerek ve sadece sana özel şeyler yazdığımdan eminim.

Ben okurlarımı sadece kafalarının tepeleri görünen bir "kütle" olarak değil, tek tek dostlarım olarak görüyorum.

Sevgiler.

Büdütör - 19 Mayıs 2001

Hatırlarsın belki ben şüpheci (yani cevaplarını otomatik verdiğini sanan) arş. gör.

Ne iyi etmişim de bulmuşum seni ve siteni, haftanın ilk şapşal günü, yapmak zorunda olduğum bir sürü gereksiz iş sonunda ya da bu işlerin arasında interneti açıp senin bir iki çizimine bakmak, yollamak ya da bir yazını okumak, o gün yapmak zorunda olduğum bütün gereksizlerden arındırıyor beni. Unutuyorum nerede kiminle nasıl olduğumu… Ve ışınlanmış gibi düzeyli bir platoda buluyorum kendimi.

İyi ki varsın demekten sıkılmayacağım. Her okuduğum yazın için veya her çizimin için sanki sana ödenemeyecek şekilde borçlanıyorum… Bunlar, yani yazı ve çizimlerin, gün boyu çalışmış ya da işini yapmış olmanın verdiği hoşlukla güneş batmak üzere iken ayakların denizin içinde bir kadeh buzlu rakı içmenin tadını anımsatıyor bana…

Dostçakal…

Cahit - 20 Mayıs 2001

Aslansın sen! Kaplansın! veya o minval üzre bir şey.

Buzlu rakı benzetmesini pek sevdim. Borç konusuna gelince: eyvallah. Ama aslına bakarsan, ben şimdilik kendi borçlarımı ödeme telâşındayım. Alacaklı konuma gelmeme daha asırlar var.

Aldım kabul ettim.

Büdütör - 21 Mayıs 2001

diYorum

 

210
Derkenar'da     Google'da   ARA