Bülent Karaköse - 9 Mayıs 2009
Havanın rengi dönmüş, yağmur ufaktan çiselemeye başlamıştı. Kadıköy sahilinde oturduğumuz bankta, iri cüssesini iki büklüm yapmış, gözlerini boşluğa dikmişti.
Dudaklarının arasındaki sözcükleri gözyaşlarına karıştırıp cümleleştirdiğinde, her halde yine bir şeylere üzülmüş, canı sıkılıyordur düşüncesiyle Sinan'ı yeterince ciddiye almamıştım:
- "Bir gün delireceğimden korkuyorum Bülent!"
Sinan durup dururken böyle bir cümleyi neden kurmuştu bilmiyordum, ama kurduğu bu cümleden yaklaşık üç beş ay sonra delirdi.
Anneannesini ekmek bıçağıyla öldürüp, sekiz yaşındaki kardeşini de omuzuna alarak kendisini yaşadıkları evin ikinci katından aşağıya bıraktı…
Sinan ve kardeşi ölümden dönmüşlerdi…
Olay, televizyon kanallarının ana haber bültenlerine "bomba haber" olarak düştüğünde, Sinan'ın cinayeti Türkiye'de işlenen "Sıra Dışı Cinayetler Literatürü" ne birinci sıradan giriş yapacağının da habercisiydi.
Ertesi gün, boyalı basının üçüncü sayfaları olduğundan daha kırmızıydı.
Sinan, sorgusunun ardından akıl hastanesine yatırılmıştı.
Sinan'ı akıl hastanesine götüren süreç, bilinmezliğe duyduğu 'aşırı' merak ve uzaylılara olan ilgisiyle başlamıştı.
On yedisinde tanıdığımda, yaşamın katı gerçekliğini yaşıtlarına oranla daha erken kavramış, çok genç yaşta olgunlaşmış, iki dil bilen zeki, kültürlü bir kolej öğrencisiydi Sinan.
Üniversitede okuduğu yıllarda, Sinan'ın hayatına nereden girmişti bu uzaylılar?
Bu sorunun cevabını verebilmem için, sadece Türkiye'nin yakın tarihine küçük bir gezinti yapmam yeterli olmayacak, yolumun üstüne çıkan bazı taşları kaldırıp, altına da bakmam gerekecek.
Biliyorum, hangi taşın altını kaldırırsam kaldırayım, altından bir 12 Eylül curcunası çıkacaktır.
Nedir, 12 Eylül sonrası oluşturulan baskıcı, yasakçı gençlik politikaları, genç insanın ister istemez bu dünya işlerine kafa yormasının önünü kesip, 'öteki dünya 'işleriyle uğraşmasını salık vermiştir.
Nedir, 12 Eylül darbesinin gölgesinde kurulan kukla iktidarlar "Eğitim üretim içindir!" şiârını hiç bir zaman benimsememiştir. Bu dönemde İmam Hatip Liselerinin ve camilerin sayısı arttırılıp, okullara 'zorunlu' din dersleri konulmuş, tekkelerin kapıları onarılıp, paslanmış kilitleri cilâlanmıştır.
Ülkeyi yöneten tarikat ehilleri yüce mecliste kendilerini gizlemekte bir sakınca görmediler. Adnan Hocalar, Aczimendiler, Kalkancılar vb 12 Eylül sonrası dönemin mahsulleriydiler.
Bir dönem, milletin vekili olan bir zat-ı muhteremin eline asa alarak, kendisini 'Mesih 'ilan ettiğini, ilâhi adalete güvenci, inancı kalmayan 'satanist' bir grup gencin ise ortaya çıkarak, mezarlık köşelerinde ayinler gerçekleştirip, ayinlerinde vahşice cinayetler işlediklerini de hatırlatmanın tam yeridir.
Elle tutulur sanat, bilim, eğitim, spor, ekonomi politikaları üretilmeyen, ekonomisi batık ve dolayısıyla işsizler ordusunun her geçen gün bir çığ gibi büyümüş bu güzel memleketimizde 'kadercilik'in prim yapması kaçınılmazdı.
Ülkenin seçkin gazetelerinde, TV kanallarında medyumlar şifa dağıtacak, memleketimizin geleceği hakkında yorumlarda bulunacak, kendi aralarında anlaşmazlığa düştüklerindeyse birbirlerine tekme tokat girişerek gündemi işgal edeceklerdi.
Bu da yetmeyecek, televizyon programcıları "Astroloji bilim midir, değil midir?" geyiğini en ateşli tartışmalarla masaya yatırıp, saygın bilim adamlarımızı sarsak medyumlarla, falcılarla, hokkabazlarla karşı karşıya getirip, canlı yayınlarında küçük düşüreceklerdi.
Önünü göremeyen insanımız, astrolojiden medet ummaya devam edecek, yıldızların hareketlerine göre yarınlara hazırlanacaktı.
Kafa suyu iyice bulandırılmış, sorgu yeteneği elinden alınarak vizyonu daraltılmış yurdum insanının 'inanç' boşluğuna düştüğünü gören ve bu durumdan nemalanmayı fırsat bilen bir sahtekâr, kendine 'seçilmiş' süsü vermekte gecikmedi. Tarikatlar cenneti ülkemizde şeyhlerin, ermişlerin, efendilerin at koşturduğu yetmiyormuş gibi, bir de uzaylılar tarafından 'seçilmiş' bir insanımız vardı artık.
İstikbâlin göklerde, insanlığın kurtuluşunun ise uzaylıların ellerinde olduğu söylemiyle ortaya çıkan ve bilmem kaçıncı boyuttan, bilmem ne kanalıyla kendisine bir takım bilgilerin 'fasiküller' halinde 'vahiy' edildiğini iddia eden bu 'seçilmiş' şahsiyet, içine Mevlana sosu serpiştirerek kaleme aldığı şizofrenik metinlerini fotokopilerle çoğaltarak yaymaya başlamıştı. Yasal boşlukları da kullanarak, kısa sürede çeşitli sosyal çevrelerden müritler toplayıp, cemaatini oluşturuyordu.
Cemaatinin paralı, kalbur üstü insanlar olmasından öte, çoğunun eğitim seviyeleri ve meslekî kariyerleri yüksekti. Aralarında profesör, doktor, mühendis, öğrenci, avukat, gazeteci, şarkıcı, manken de vardı. Zaman zaman bir kulübün çatısı altında toplantılar düzenlenip, müritlere nasıl örgütlenileceği konusunda bilgiler aktarılıyordu.
90'lı yılların başıydı. Fasiküller elden ele dolaşmaya başlamıştı. Hangi arkadaşın evine gitsem, kitaplıklarında bu fasiküllerle karşılaşıyordum. Bu fasikülleri Sinan'la benim elime kimin tutuşturduğunu hatırlamıyorum ama fasiküllerden bir kaç tanesi şair dostum Küçük İskender'in de eline tutuşturulmuştu. Küçük İskender, fasiküllerin içindeki şizofrenik zırvaları kısmen okumuş, bir sohbetimiz esnasında, hiç ciddiye almadığını kendine yakışır mizahi üslubuyla dile getirmişti: "Tanrı imlâ hatası yapmaz!"
Sinan, içi zırva dolu bu ucube fasikülleri okuyup, fazlasıyla ciddiye alıyordu. İşte bu süreçte pek sık görüşemez olmuştum Sinan'la. Görüştüğüm zamanlarda ise eski sohbetlerimizin havasını yakalayamıyorduk. Daha doğrusu, biricik dostumu ben yakalayamıyordum; ayakları bu dünyanın zemininden çok yukarılardaydı ve uzaylılarla yatıp uzaylılarla kalkıyordu. İçinde ne gibi volkanlar patlıyor, ne gibi depremlerle sarsılıyordu hiç belli etmez olmuştu.
Bazen anlattığı hikâyeler bu dünyanın gerçekliğinden o kadar uzaktı ki. Tanıdığım neşeli, esprili Sinan'dan eser kalmamıştı; artık eğlenemiyor, sorunlarımızı, sırlarımızı paylaşamıyor, plâklardan, filmlerden, kitaplardan konuşmuyor, geleceğe dair planlar yapamıyorduk. Bizi, düşüncesi bile her defasında heyecanlandıran, gelecekte kuracağımız rock and punk grubundan da bahsetmez olmuştuk. Ritim duygumuzu yitirmiş gibiydik. Severek dinlediğimiz Noir Desir'ın 'Le Vent Nous Portera'sında hüzünlenemiyor, Dylan'ın 'Sara'sında sallanamıyor, Stones'un 'Painted Black'inde yerlerde yuvarlanmıyorduk.
Artık, farklı dünyaların insanlarıydık. Onun uzaylı halini sevsem de, dünyalı dostum Sinan'ı aramaya, özlemeye başlamıştım; hediyeler vermek için dostlarının doğum günlerini beklemeyen, esprileriyle ortalığı kahkahaya boğan, ele avuca sığmayan haşarı, muzip, bir o kadar da romantik ve duygusal dostum dünyalı Sinan'ı. Daha da önemlisi, şiiri olan, mizahı olan, yüreği geniş dünyalı dostum Sinan'ı.
Ben bu satırları yazarken, Sinan kim bilir hangi gezegenin Rock barında ortalığa neşe saçıyor, kim bilir hangi uzaylı kızı baştan çıkarıyor, kim bilir hangi uzaylı dostuna psychodelic şiirlerini okuyup, kendine hayran bırakıyordur, bilmiyorum; bildiğim tek şey, aradan yıllar da geçse, canım arkadaşımın bu dünyadaki yokluğuna bugün bile alışamadığımdır.
Sinan hastaneden taburcu olduktan bir süre sonra Kaş'ta hayatına son verdi.
Belki yeniden karşılaşıp, kucaklaşırım ümidiyle, dünyalı dostumun yüreğimdeki ve zihnimdeki ayak izlerinin izini süreceğim.
Sinan, yıllar önce, Heybeliada Verem Hastanesi'ne yattığımı duyduğunda çok üzüldüğünü, insanın çok sevdiği bir dostunun verem olmasının, kendisine ne kadar berbat duygular yaşattığını 17 Eylül 1992 tarihli mektubunda anlatıyordu:
"Tek dostum, senin verem hastanesinde olduğunu öğrendiğimin ikinci ya da üçüncü haftası. O günden beri ayık olduğum ikinci gece. Saat 03:42. Melun haberi, Kaş'tan senin için getirdiğim plâklarla koltuğumun altında Kemancı'ya gidip, Kanat'ın yanına oturduğumda öğrendim. Kanat, "Bülent verem oldu, her halde haberin vardır" dediğinde kendimi bardakların içine atmaya başladım. Nefes almak için çıktığım sıralarda birileri, "Bülent nasıl, ziyaretine gittin mi?" diye soruyor, böylelikle beni bardakların içinde kalmak zorunda bırakıyorlardı…"
"Fakat hiç bir şey düşünmeden hep sarhoş olmak istiyorum. Ta ki sen gelip yanıma oturup, gülme ya da bilmem ne krizleri geçirebileceğimiz güne kadar. Okul mokul hiç bir şeyi gözüm görmüyor. Kemancı'da ölü gibiyim. Her yerde ölü gibiyim…"
"Bülent, benim neden gelemeyişimi anla. Ben hep seninleyim. Bu, gelmeyeceğim demek değil. Kaş'ta sana yazıp göndermediğim şeylerin hepsi "Dostum" diye başlıyordu. Tek anlaştığım adam, şehir sensiz çok aklı başında, sokaklar sahipsiz…"
"Seni çok özledim. Gelmeyi çok istiyorum. Anla n'olursun neden gelemediğimi. Ben de bilmiyorum. Neyse. Mieux tard que jamais."
Hastaneden taburcu olmama bir iki hafta kala, ziyaretime annesiyle gelmişti Sinan. Oysa ben, onun bir yıl boyunca yattığı hastaneye gitmemiştim, gidememiştim. Bu yüzden kendimi çok sorguladım, nedenini bugün bile bilmiyorum. Belki de, çok sevdiğim bir insanla bir tımarhanede göz göze gelmek istememiştim. Mektup yazmayı denemiştim bir keresinde, ama postaya verememiştim
Sinan'a yazdığım mektup, onun bana yazdığı mektuptan pek farklı değildi. Yaz tatillerinde Kaş'a gider, ortalıktan bir süre kaybolurdu Sinan. Her defasında, onun yokluğunda başıma büyük felâketler gelirdi; verem olup hastaneye yatmam, işten atılmam, bir ramazan gecesi alkollü olduğum için saldırıya uğrayıp dayak yemem, evlenmem vb…
Sinan bir ara bu durumu fark etmiş, "Ulan Bülent, seni boş bırakmaya gelmiyor! Ne zaman çekip bir yerlere gitsem, yokluğumdan istifade edip bi halt işliyorsun!" diyerek ironik bir serzenişte bulunmuştu ve çok gülmüştük.
Mizah duygusu o kadar yüksekti ki, çıkardığımız Panik isimli mizah dergisinin yöneticilerine ve içinde bulunduğum mizah camiâsına Sinan'ın içinde iyi bir mizahçı potansiyeli taşıdığını anlatmama fazla gerek kalmamıştı. Zekâsı, muzipliği, neşesi ve ayaküstü yaptığı esprileriyle kendini kabullendirip, derginin yazar kadrosunda yerini almıştı.
1996 nisanında yayın hayatına başlayan, ancak bu hayatı kısa süren Panik dergisinin yazar çizer kadrosu muhteşemdi; Tarık Dursun K., Demirtaş Ceyhun, Cihan Demirci, Erkin Koray derginin yazarlarından sadece bir kaçıydı ve Sinan da bu yazar kadronun içindeydi. Eğer derginin ömrü vefa etseydi, eminim, kalemi güçlü bir yazar kazanmış olacaktı yazın dünyası ve Sinan içindeki acılarını, sancılarını mizahla yoğurup dışarı atarak daha da olgunlaşacak, sağlıklı kararlar verebilecekti.
Sinan, dergide çizdiğim "Kokoz Hamdi" ile "Huysuz Ve Tatlı Kadın" tiplemelerini yaratmış, bir de "Kliptoman" isimli köşeye imzasını atmıştı. Bazen içindeki şair çocuğu ortaya çıkarıp, köşe yazılarının arasına şiirler serpiştirip süslüyordu.
Hiçbir zaman şair olmak, şair olarak tanınmak ya da iyi şiir yazmak gibi bir iddiası ve hırsı olmadı Sinan'ın.
İçine yazma dürtüsü düştüğünde, nerede olursa olsun, ödünç bulduğu bir kalemle peçetelere, alelâde kâğıtlara bir solukta bir şeyler karaladığına çoğu kez şahit olmuşumdur.
Yazdıklarını ulu orta bir yerlerde okumayı sevmezdi. Şiirlerini gerçekten çok sevdiğimi, üretken halinden mutlu olduğumu ve onu desteklediğimi göstermek için, fırsat buldukça bazı şiirlerini ezberime katardım. Sevgili Sinan'ın "Beter" ismini verdiği şiiri, ezberimdeki sevdiğim birçok şiirinden sadece biridir:
tülden ince parmaklarının
dokunuşuna dayanamazdı yüreğim.
soluk soluğa uyanırdım
yanı başında daldığım sıcak kâbustan.
bir sözünle çılgıncasına boşanacak gözlerim
saçlarına takılırdı sarı gece lâmbasının ışığında.
bir gülümsemeyle iterdin tüm şüphelerimi diplere.
benimse kafamda sorular birbirini kovalardı.
hafifçe başlayan şiddetli bir yağmur gibi soyunurdun.
dokunmaya ürkerdim tenine
kaybolacaksın aniden diye.
Sinan akıl hastanesinden taburcu olduktan birkaç gün sonra, Beyoğlu'nda loş ışıklı beşinci sınıf bir barın en kuytu köşesinde beni buldu. Hayatımda her şey boka sarmıştı. İşsizdim, beş parasızdım. İçkiyi veresiye içiyordum, ancak Sinan'ı gördüğüme sevinebilecek kadar ayıktım.
Kullandığı ilâçlar yüzünden daha da irileşmişti, gövdesine sarılmakta zorlandım. Barda çalınan müziğin gürültüsünden birbirimize ne söylediğimizi anlamıyorduk. Kendimizi barın dışına atıp, gürültüsüz, havadar bir yerlere gitmek ikimizin de aklından geçmiyordu. Durumdan ne kadar memnunduk, bilmiyorum. Ben sarhoştum, o deli. Oysa konuşacak ne çok şeyimiz vardı.
Nedense, o salaş barlarının, kötü kokulu, kasvetli havası bizleri öteden beri efsunlamıştı. Bir yere kıpırdayamıyorduk. Sinan'la bir zamanlar ev ortağı olsak da, geçmişte en özel sohbetlerimizi barların, meyhanelerin o kirli havalarını teneffüs ederek yapmıştık.
Parasız olduğumu anlamakta gecikmedi. Beni rahatlatmak için cebinden çıkardığı yirmi milyon lirayı garsona uzatarak iki votkalı bira siparişi verdi. Sinan, garsonun votkalı biralarımızla getirdiği para üstünü alıp, iri eliyle nazikçe gömleğimin cebine koyarken, diğer iri eliyle de kulplu bira bardağını havaya kaldırıp, "Dostum, seninle içmeyi ne kadar özlediğimi biliyor musun?", diyerek votkalı birasını bir dikişte yarıya indirdi.
Sohbete başladık…
Bir yıldan beri aldığı anti depresan ilâçlar yüzünden neredeyse cinsel hayatının bittiğini, işlediği cinayetin hiç bir ayrıntısını hatırlamadığını, hastanede yattığı sırada çok sevdiği dayısının mafya tarafından öldürüldüğünü, sevgilisiyle ilişkisini ve hiç bir şeyin kendisine tat vermediğini anlattı Sinan. Geleceğe dair hiç bir planı, programı yoktu. Sinan on yıl sürecek ilâç tedavisine evinde devam edecek, üç ayda bir doktora kontrole gidecekti.
Sinan'ın anlattıkları içimi yakıyor, içimdeki yangını söndürmek umuduyla bardaktaki soğuk votkalı birayı içime boca ediyordum. Sohbetimizin arasına zoraki espriler serpiştirip gülüyorduk.
Görüşmediğimiz süre içinde benim neler yaptığımı sorduğunda, Sinan'a yalan ya da eksik bir şeyler söylememeye özen gösterdim; enkazların altında, yalnızlıkların rıhtımında, kör kuyularda, şarapların tortularında, yalanların çukurlarında olduğumu bir çırpıda sıraladım. Hastane ziyaretine neden gidemediğimi anlatmaya kalkıştığımda ise sözümü kesip, dert edinmemem gerektiğini ve beni anlayışla karşıladığını söyledi.
Sinan'la o gece yerlerde yuvarlanıncaya kadar içtik. Gecenin ilerleyen saatlerinde hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağı konusunda karara vardık. Barındığım ev Beyoğlu'nda takıldığımız barın elli-altmış metre aşağısındaydı. Üstümüz başımız çamura bulanmıştı. Beni evin sokak kapısına kadar getirdi.
Sinan'ı eve davet edemedim, çünkü hiç bir şey eskisi gibi değildi. Sinan, Kaş'ta olduğu sıralarda evlenmiştim. Mitoman bir karım ve yaşlı bir ev ortağım vardı.
Ertesi gün kendime geldiğimde Sinan'ın siyah deri yeleğini üstümde buldum. Biraz şaşırmıştım ama hatırlamakta zorlanmadım; gece barda üşümüştüm ve çıkarıp yeleğini hediye etmişti. Yeleğin ceplerini karıştırdığımda elime bir miktar para ve buruşuk bir kâğıt parçası takıldı. Kağıt parçasını düzeltip, üstündeki yazılanları okumaya başladım:
içimdeki hüzün oklarını bir salsam,
delik deşik olacak düzenin ipek paravanları.
gözlerimdeki yanar topları bir bıraksam,
alev alacak tüm binaların panjurları.
açsam avuçlarımı, uçuşan binlerce yarasa.
herkesin burnunu koparacak!
ağzımın kilidini bir kırarsa yüreğimin levyesi,
bedenim darağacında savrulacak!
esen yelle, kül ve tozla… ahalinin alkışları arasında!
Sinan
Bu hikâye beni çok etkiledi, paylaşımın için teşekkür ederim, en kısa zamanda bu kitabı okuyacağım…
Aslan - 7 Aralık 2009 (11:30)
Eroin Güncesi'nde yazılanların ne kadarı gerçek, ne kadarı kurguydu? Bu soru uzun süredir kafamda. Her şey silinip gidiyor, Kanat'ın TV'deki görüntülerinin hepsi kayıp artık, ada 4-4910'ye de ulaşamıyorum.
Anıl Özselgin - 18 Mart 2010 (18:40)
Sevgili Bülent, insanların kadim bir şeylere inanma, bağlanma ihtiyacını istismar eden şarlatan new age tarikatları ve verebilecekleri zararları çok çarpıcı -ve acı- bir örnekle anlatmışsın. Kalemine sağlık.
Necdet Şen - 11 Mayıs 2010 (08:39)
Bu yazar çizer takımının bana garezi falan mı var nedir bilmem, ben okudukça okuyacaklarımın sayısı artıp duruyor bir süredir. Onların yazdıklarını ben okumaya yetiştiremiyorum. Ben okuyup bitirdikçe gözümün önünde duran kitap istifinin yüksekliği de artıyor. Bir taraftan buradan aldığım İngilizce kitaplar, diğer taraftan memleketten getirdiklerim derken "ben bunları nasıl okuyacağım" sorusu aklımdan çıkmaz olmuştu.
Trende Çin'e doğru giderken birdenbire aklıma şu "hızlı okuma" denilen yöntem geldi. İnternetten bilgisayar destek programını indirdim ve iki haftadır bu yöntemi çalışıyorum. Bilgisayar programı mutlaka gerekiyor, sadece kitaplardan okunanlarla olacak iş değil.
Şu saate kadar okuma hızımda farkedilir bir ilerleme var. Tabi 35-40 yılın alışkanlıkları kolay değişmiyor ama 2-3 aylık bir sürekli çalışmayla bu işin olacağına aklım yattı.
Tabi her kitabın bu yöntemin sağladığı hızla okumanın pek işlevsel olacağını düşünmüyorum. Nietzsche'yi bu hızla okuyan birinin okuduklarında pek bir şey anlayacağını sanmam.
Kâmuran Kızlak - 14 Mayıs 2010 (14:58)
Yazıda bahsi geçen Kanat, Kanat Güner midir acaba?
Nur Acar - 25 Temmuz 2012 (06:30)
Bülent Karaköse neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.