Patronsuz Medya

Acılı Kuşak'tan bir usta: Mehmed Kemal

Bülent Karaköse - 5 Mart 2014  


"buyurun içelim birer kadeh
güzeldir öğle rakıları efendim
unutulmaz
bir kadından söz eder gibi
utangaç, gizli yasak
bilir misiniz efendim öğle rakıları
yeni resimlere benzer gündüz gözüyle
gündüz gözüyle bakılan
yeni resimlere inanmazsınız
bir asmalımescit meyhanesi'nde, pera'da
biraz küf, mazi, mahrem kokan
biraz tünel, sait faik, mösyö rober."

1984'de Hasan Cemal'in genel yönetimindeki Cumhuriyet Gazetesi'ne spor karikatüristi olarak çalışmaya başlamış, Hikmet Çetinkaya'nın yönetime getirildiği 1994 yılına kadar karikatür çalışmalarımı aralıksız sürdürmüştüm.

Cağaloğlu'ndaki Cumhuriyet Gazetesi binasının küçük odalarında acı - tatlı geçen on yıllık çizgi serüvenimde ikinci bir 'Hasan Cemal vakıası' yaratmamak için ne sigortasız çalıştırıldığımdan, ne gazete içindeki entrikalardan, ne meslektaşlarım arasındaki sürtüşmelerden, ne de uygulanan yıldırma politikaları sonucunda benim gibi işlerini bırakmak zorunda kalan çizer, yazar, muhabir arkadaşlardan bahsedeceğim.

Hatta, militan 'bacıların' dövmeye geldiği Hızlı Gazeteci'nin yaratıcısı saygıdeğer abim Necdet Şen'i ellerinden nasıl kurtardığımın hikâyesini de anlatmayacağım; ve hatta, o süreçte verem olup, Heybeliada Sanatoryumu'na yattığımdan bile söz etmeyip, bir vefa borcu duygusu ile kaleme alacağım yazımda, üsteki dizelerin şairi, acılı kuşağın aydın ve yazarlarından Mehmed Kemal ustayı ölümünün sekizinci yılında dilim döndüğünce yâd edeceğim…

O yıllarda yaklaşık onbeş çizeri bünyesinde barındıran inşaat halindeki gazete binasında diğer meslektaşlarım gibi bir süre ben de göçebe bedeviler gibi yaşamış, karikatürlerimi değişik odalarda, masalarda üretmiştim…

Nihayetinde gazete içindeki inşaat kısmen de olsa tamamlanmış, bizler de yerleşik düzene geçmiştik.

Yerlere halıfleksler döşenmiş, duvarlara turuncu kapaklı dolaplar yerleştirilmiş, büyük odalar sunta paravanlarla odacıklara dönüştürülmüştü… Eskiden muhasebe servisi olarak kullanılan giriş katın sağındaki basık oda Kemal Gökhan, İsmail Gülgeç, Mehmed Kemal ve bana tahsis edilmişti. Yerleşik düzene geçişimizin heyecanına Mehmed Abi de katılıp, gazeteye sık gelir olmuş, ustayı daha da yakından tanıma fırsatı bulmuştum…

Mehmed Kemal, ülkenin sıkıyönetimli yıllarında yazdıklarından dolayı yargılanarak hapis yatmış, sayıları gittikçe azalan yorgun acılı kuşak yazarlardandı… Gazetedeki günlük makaleleri genelde kendi kuşağının acılarını gün ışığına çıkartan, Türkiye'nin karanlık yıllarını sorgulayan birer anı-öykü tadındaydılar… Yetmişli yaşlarına yelken açmış Mehmed Abi köşe yazılarını sıklıkla evinde yazar, gazeteye gelip masasına oturduğundaysa yazısının son rötuşlarını yapar ve dizgiye gönderirdi. Yazılarını bazen dizgiye ben götürürdüm…

Gençliğimin verdiği toyluktan olacaktı ki, ilk zamanlar yanı başımda bir tarihle soluduğumu fark etmemiştim. Mehmet Abi'nin arada bir ziyaretine gelen kendi kuşağı yazar-çizer dostlarıyla yaptığı sohbetlere kulak kabartır, çaktırmadan dinlerdim onları. O yaşıma kadar bilmediğim, duymadığım onlarca edebiyatçı, şair, yazar ve ressamların isimleri eserleriyle birlikte anılır, yaşayanların ise kulakları çınlatılırdı. Anılan onlarca şairin, yazarın isimleriyle yetinmeyip, merakımdan, ilk fırsatta sahaflar çarşısına giderek kitaplarını bulup alırdım.

'Suat Hanım' diye andıkları Fosforlu Cevriye'nin yazarının 'erkek' bir yazar değil de, Cumhuriyet Dönemi'nin en önemli Toplumcu gerçekçi 'kadın' romancılarından 'Suat Derviş' olduğunu, Kemal Tahir'in takma isimle Mayk Hammer romanları yazdığını, Fikret Adil'in İntermezzo'sunu, Asmalımescit 74'ünü o güzel sohbetler arasında öğrenmiştim. Kulak misafiri olduğum, hoş bir seda ile yapılan sohbetlerin ufkumu açacağını ve bana kültürel anlamda zenginlik katacağını ilerleyen yaşlarımda anlayacaktım…

Mehmed Kemal gazeteciliğinin, romancılığının, anı ve fıkra yazarlığının yanı sıra 1940 kuşağının Toplumcu şairlerinin içinde yer almış Birinci Kilometre, Dünya Güzel Olmalı, Söz Gibi, Öğle Rakıları, Tükenmez isimli şiir kitaplarını yayımlamıştı.

Hassas, duygulu, kırılgan yazı emekçisi, 1993 Ocak'ında gazete yazarlarından Uğur Mumcu'nun terör eyleminde katledildiğinde ve aynı yılın 2 Temmuz'unda Sivas'taki Madımak Otel'inde 37 aydının diri diri yakıldığı günlerde bile soğuk kanlılığını korumuş, herkes gibi üzüntüsünü içine atmış, ancak öfkesini ve kızgınlığını 'Politika Ve Ötesi' ismini verdiği köşesinde dile getirmişti.

Fakat, birlikte mesai yaptığımız gazetenin küçük odasında soğuk kanlılığını koruyamadığı, hüznünü dışa vurduğu bir an'ı gözümden kaçmamıştı… Yetmişlik ihtiyar delikanlı 'öğle rakısı' kaçamaklarından birinde cemiyet lokalinden gazeteye dönmüş, evine gitmek için idare servisinden gelecek telefonu beklemeye başlamıştı. Gazetenin idare servisi, üstâdın evine gideceği saati bilir, yaşına ve kıdemine hürmeten şahsına araç tahsis ederdi…

Nihayet beklenen telefon sesi duyulmuş, Mehmed Abi de evine gitmek için hazırlıklarını tamamlamış, çıkış kapısına yönelmişti. Telefona ben bakmıştım. Fakat, telefonun ucundaki ses idare servisinden değil de, gazetenin muhasebe servisinden Mehmed Abi'yi soruyordu. Mehmed Abi'nin ardından seslenip, araç için beklediği telefon olmadığını, muhasebeden kendisinin beklendiğini söyledim. Şaşırmıştı. Çünkü muhasebeyle pek işi olmazdı üstâdın. O güne kadar aldığı maaş bir zarfın içine konulur, evine gönderilir ya da gazetede yerindeyse elden teslim edilirdi…

Çıkış kapısından dönüp, giyindiği paltosunu çıkartırken, bana da muhasebenin yeni yerinin neresi olduğunu sordu. Asansörde üçüncü kat düğmesine basıp, muhasebeye gidebileceğini söyleyecektim ki, asansörün çalışmadığı aklıma gelivermişti. Binanın dar, uzun, labirenti andıran koridorların üçüncü katındaki muhasebe servisini bin bir güçlükle tarif ettim. Haliyle tarifimi anlamakta epeyce zorlandığını, servisin kapısına kadar refakat edersem, çok memnun olacağını çekingen bir ses tonuyla söyledi.

Mehmed Abi'yi kısa molalarla servisin kapısına kadar götürüp bıraktım. Üstada, işlerini bitirinceye kadar bekleyebileceğimi teklif ettim. "Sağol Bülent. Yolu öğrendim, tek başıma dönebilirim. Sen işinin başına dön…" diyerek teklifimi geri çevirdi. Ben de işimin başına döndüm…

Aradan yarım saat geçti. Mehmed Abi elinde beyaz bir zarf, bitkin durumda masasına geldi. Koltuğuna oturduğunda kısık, buruk sesiyle boşluğa doğru sitemkâr bir şeyler mırıldanmaya başladı. "… Değişiyor, her şey o kadar çok hızlı değişiyor ki, bunlara birden ayak uydurmak zor… Siz çok gençsiniz… Çabuk uyum sağlarsınız…"

Boşluğa bakan dalgın gözlerinin birinden yanağına boncuk boncuk yaş indiğini gördüm. Üstâd, kalın siyah çerçeveli gözlüğünü çıkartıp yanağındaki yaşını silerken, benim ise içimde tarif edemediğim tuhaf bir duygu belirdi. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Ne olduğunu da soramadım. Daha doğrusu, sormamam gerektiğini biliyordum. Kısa bir sessizlikten sonra, incindiğini anlamıştım yılların yazı emekçisinin. Çünkü, muhasebe, kendisini ayağına kadar çağırıp, maaşını ödemişti. Bu durum üstâdın kafasında başka ne gibi sıkıntılı düşünceler uyandırmıştı bilmiyordum ama sessizce yanağına inen gözyaşları çok şey anlatıyordu bana…

Daha sonra buna benzer tatsızlıklar yaşadı mı, bilmiyorum. Mehmed Abi, gazeteye seyrek gelir olmuştu… Ülkede olduğu gibi gazetede de bir devir bitmiş, yeni bir devir başlamıştı. Değişim süreçleri yenilikleriyle birlikte bir sürü olumsuzlukları da kolunda getiriyordu. Değişimlerin ve yeniliklerin insani ilişkileri de zedeleyen olumsuzluklarından kuşkusuz ilk nasibini alan yaşlı kuşaklardı…

Genç yaşıma rağmen yeni döneme ve yönetime ayak uyduramamış, ayrılmak zorunda kalmıştım on yıl emek verdiğim ve çok sevdiğim Cumhuriyet Gazetesi'nden. 'Allahaısmarladık' diyememiştim Mehmed Abi'ye. Ayrılışımdan iki yıl sonra "Bizim Çöplük" isimli ilk karikatür albümümü yayımlamış, ilk fırsatta Mehmed Abi'ye imzalayıp, posta yoluyla göndermiştim. Albümümle ilgili memnunluğunu, şaşkınlığını, benimle ilgili gözlem ve merakını kendine has üslubuyla köşesinde şöyle dile getirmişti:

"… Bülent'i bu odada tanımıştım. Sakallı, gür saçlı, henüz yirmisinde, çocuksu… Belli saatlerde (çoğunlukla öğleden sonra) gelir, çizeceklerini çizer, yazacaklarını yazar, vinyetlerini yapar, gene geldiği gibi sessizce giderdi. Gelmediği günlerde çoğunlukla güzel kızlar arardı. Bir kağıda not ederdim. Ne yalan söyleyeyim, manken gibi güzel kızları gördükçe gençliğini kıskanırdım. Kıskançlığımı gözlerimden anlardı ama belli etmezdi. "Bülent gene seninkiler aradı." "Kim:" Not ettiğim kağıttan okurdum… Kimi kez arayanlar adlarını söylemezler, ben de 'sarışın, uzun boylu', 'esmer tombulca', diye tanımlardım. Aradan yıllar geçti. Bülent kayboldu. Yakın dostu Kemal Gökhan'a sordum, "Arada bir hafakanlar basar." dedi. Bir gün hafakanlar iyice basmış, görünmez olmuştu. Asmalımesçit'te ressam Muzaffer Akyol'la aynı sokakta oturuyorlardı, ona sordum. "Görünmüyor" demişti. Hastaneye yattığı olurdu. "Gene yattı mı?" diye düşündüm. Gaileli yalan dünya… Unuttum. Bir gün kendi değil 'Bizim Çöplük' diye çizdikleri (karikatür albümü) çıkageldi. Doğrusu Bülent'ten beklemezdim. Birinci hamur kağıda basılmış, harabatiliğinden umulmaz (ciddi) çizgiler…"

Mehmed Abi'yi gazeteden ayrıldıktan sonra bir daha hiç görmedim. Bana övgüler içeren makalesi ölümünden sonra elime geçti. Teşekkür de edemedim. Geç de olsa, saygıdeğer, hatırşinas üstada teşekkür ediyor, benimle ilgili merakını gidermeden yazımı noktalamak istemiyorum.

"Mehmed Abi, sakallarıma aklar düştü, saçlarım da artık gür değil, iyice seyreldiler. Çocuksu bir ifade de kalmadı yüzümde. Kıskanacağınız manken gibi güzel kızlar da aramıyorlar artık ve yirmili, otuzlu yaşlarımı çoktan gerilerde bıraktım. Hani, arada bir hafakanlar da basmıyor değil. Ama bugünlerde tattığım 'öğle rakıları', ardınızdan bıraktığınız içten dizelerinizle o kadar anlamlı ki…"

"dalgın sular, körfez, martılar
kalmadı efendim kalmadı
saat başına efendim
birkaç yunus geçerdi
ne mi oldu, öldüler
bilir misiniz efendim öğle rakıları
yeni resimlere benzer gündüz gözüyle
gündüz gözüyle bakılan"

(Tophane, 2005)

Yorumlar

Gazetenin "seçkin" yazarlarının odaları en üst kattaydı. Mehmed Kemal'in yazılarını yazdığı masaysa, giriş kapısına en yakın olan odadaydı. O daracık yere anca sığdırılabilmiş dört minik masadan birinde oturuyordu.

Bir gün o kapısı olmayan bölmede sohbet ederken, Nadir Nadi'nin yanımızdan geçtiğini gördük. Nadir Bey normalde en üst kattaki odasından pek çıkmaz, hele biz ölümlülerin arasına hiç karışmazdı. O gün niyeyse ineceği tutmuştu. Birine bir şey soracaktı herhalde.

Mehmed Kemal, önümüzden geçen Nadir Nadi'yi görünce hemen ayağa kalktı ve "merhaba Nadir Bey" diye seslendi. Herhalde ayak üstü de olsa iki laf etmeyi ummuştu. Ama patron bu yaşlı akranına değer vermediğini saklamayan bir tavırla, adeta başından seyyar satıcı savar gibi nobran bir el işareti yapıp, kafasını çevirmeden "meraba canım" dedi, yürüdü gitti.

Yaşı yetmişe dayanmış olan üstadın onca yıllık arkadaşının o tavrına çok kırıldığına tanığım. Omuzları düştü, gene de terbiyesini korumaya özen göstererek "onlar kemalist, o yüzden beni sevmezler, çünkü ben sosyalistim" diye açıklamaya çalıştı maruz kaldığı küçümsenmeyi.

Gazetelerde -ve tabii ki tüm seçkinler kastında- dışarıdan bakınca görülemeyen gruplaşmaların, adam kayırmaların, dışlamaların, kibirin, sadece biz tıfıl çizerleri değil, onca yıllık edebiyatçıları bile kapsadığını, cumhuriyet elitinin insanları nasıl da kategorize ettiğini, küçümsediğini, itip kaktığını görmemi sağlayan olaylardan biridir bu.

O günden sonra Mehmed Kemal'e daha çok yakınlık duydum. O bunu fark etmiş midir bilemiyorum.

Necdet Şen - 5 Mart 2014 (15:16)

Lise yıllarımdan itibaren hemen hemen her gün okudum yazılarını. Özgün tarzı, dili, üslubu ve konuları ile gazetede ilk okuduğum köşe yazarlarından birisi idi.

Kendi ayıbım, aslında ne kadar önemli bir edebiyatçı olduğunu, şair ve edebiyatçı yönünün gazeteciliğinden ne kadar önde olduğunu, ölümünden sonra öğrendim, anladım.

Bilenler bilir, ama bir anekdot anlatmak isterim. 12 Eylül'ün tüm haşmetiyle ezip geçtiği günlerde köşesinde şöyle bir yazı yazar Mehmed Kemal:

"Denizden, denizcilikten hiç anlamayan bir paşa dalkavuklarıyla birlikte kayığa binmiş. Kayıkçıya ha bire buyruk veriyor, 'Kayığı siya et', 'Olmadı, beceremedin, şurdan alarga…'

Biçare kayıkçı, 'Paşam ben bu işi bilirim, bırakın bildiğim gibi çekeyim küreği' dedikçe, dalkavuklar azarlar adamı. 'Sus sen paşadan daha iyi mi bileceksin. Sesini çıkarma da uy emirlere'.

Adamcağız ne yapsın saçma sapan buyruklara göre çekmeye çalışır küreği.

Sonunda kayık karaya oturur. Kayıkçı, öfkesini gizlemeye çalışarak 'Gördünüz mü paşam, sizi dinledim, kayık karaya oturdu. Karaya oturttunuz kayığı' diye homurdanırken dalkavuklar hep birlikte ayağa kalkar:

'Güle güle oturun Paşam… Güle güle oturun…"

O gün akşam saatlerinde Birinci Ordu komutanı Necdet Üruğ, gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Okay Gönensin'i arar "O yazının hesabını vereceksiniz, sen de Mehmed Kemal de, oradan ayrılmayın, aldıracağım…" der.

Anında "aldırılan" 62 yaşındaki Memed Kemal, üç ay Selimiye'de gözaltında tutulur, sonra mahkemeye bile çıkarılmadan bırakılır.

Gerçekten acılı bir kuşaktı onlarınki!

Melih Özel - 5 Mart 2014 (20:17)

dışarıdan bakılınca esamisinin bile okunmayacağını düşündüğümüz o büyük ve aydın çevrelerde böyle küçük düşürülmelerin yaşanacağına insanın inanası gelmiyor… bize empoze edilen şey, okumuş yazmış kitlede; hele de insan "aydın" bir konuma yükselmişse asla ve asla sıradan insanda görülen kibir, büyüklenme, yukarıdan bakma gibi marazların görülmeyeceği yönünde.

ama okumuşluk, yani tahsil, bazı durumlarda, hattâ genellikle insanın içindeki o şımarık ve bencil tarafı törpülemek şöyle dursun, azdırdıkça azdırıyor.

anlamlı bir yazı. o günden bu güne de; bize bir şeylerin olumlu anlamda değiştiğini düşündürecek hiçbir emare yok ortalıkta.

hayyam'la bitireceğim karışmayın:

"elimde olsa bu dünyayı küçümserdim
iyisine de kötüsüne de yuh çekerdim.
daha doğrusu bu aşağılık yere
ne gelirdim, ne yaşardım, ne ölürdüm"

Hakan Şen - 5 Mart 2014 (23:01)

Bir de şu "militan 'bacıların' dövmeye gelmesi" konusuna açıklık getireyim.

Hakikaten de öyle bir şey oldu. O gün sevgili Bülent -ve gazeteci Kerem Çalışkan- öne çıkıp müdahale etmeseydi, kesin dayak yerdim.

"Nasıl yani, kadınlardan dayak mı yerdin" diye soracak olan taş fırın erkeklerine kısa açıklama: Evet, tabii ki. Ne olmuş?

Bırak birkaç tanesini, sadece bir kadından bile dayak yiyebilirim.

Birine dayak atmanın ilk koşulu, yıkıcı motivasyon, yani ilkellik, merhametsizlik ve birikmiş hınç duygusudur. İçinde hiç kimseye karşı düşmanlık ve garez beslemiyorsan, bir insanı örselemekten kendine öğünme payı çıkartacak kadar rezil değilsen, ne olacak, bir çocuk bile çeker sandala seni. Bunun boyla posla cüsseyle -hele mertlikle- ne ilgisi var?

Ekşili kusmuklu yerlere "necdet şen bacılardan zopa mı yimiş ne" gibi öküzce notlar düşen "ya da en çok dövmek istediğim kişi o idi" gibi demeçler veren stereotipler bunu anlayabilir mi, bilemiyorum tabii.

Sebep ne olursa olsun, hiç kimseye tek bir fiske bile vurmamaya yeminli birini dövmekten daha zahmetsiz ne var ki dünyada?

Her neyse… 26 sene evvel beni birkaç fanatiğin cırnağından koruyan dostlarım Bülent ve Kerem'e şarkı armağan etmek istiyorum.

Şarkının sözleri Kerem Çalışkan'a ait: Barış Dikeni (Cem Karaca)

Necdet Şen - 6 Mart 2014 (12:02)

diYorum

 

533
Derkenar'da     Google'da   ARA