Meltem Tolunay - 25 Aralık 2004
Benim garip huylarım vardır. Herşeyi çok detaylı düşünürüm, mantıklıyımdır çok, ama önemli önemsiz pek çok kararımı kalbimle veririm. Bazen "neden böyle yaptın?" diye sorar çevremdekiler. "Bilmem" derim, "içimden öyle geldi o anda, belli bir sebebi yok yani." Şimdi sizler "aman yine klasik bir "yüreğinin götürdüğü yere git" yazısı daha diyebilirsiniz ama vallahi ben daha Susanna Tamarro'yla tanışmadan ve o kitabı okumadan da öyleydim!
Bunu yazma nedenim aslında bir başka kitapla ilgili. 1992 yılının Ekim ayında Londra'da kesin dönüş öncesi kitapçıları dolaşıp yanımda getirebileceğim maksimum sayıdaki kitap miktarını hesaplarken, elimi raflardan birine uzatıp, adını duymadığım bir Japon yazarın kitabını hiç düşünmeksizin satın almıştım. O zamanki erkek arkadaşım da "ne bu şimdi?" diye bana tuhaf tuhaf bakmıştı. O zaman da "bilmem içimden öyle geldi" demiştim.
Kitabın adı "The Remains of the Day" yani daha sonra Türkçe'ye çevrilen adıyla "Günden Kalanlar" dı. Yazarı Kazuo Ishiguro'ydu ve daha sonra kitabın filmi de çekildi. Başrollerde Anthony Hopkins ve Emma Thompson oynadılar. Her neyse, öylesine aldığım o kitabı iki günde bitirdim ve çok etkilendim. Kitapdaki pek çok tema içimi sızlattı, hâlâ sızlatır.
Ana tema, Nazi yanlısı bir İngiliz Lord'un yanında çalışan uşaklar ve hizmetçiler arasında yaşananlar ve gizli kalmış bir aşk hikayesi gibi görünse de, aslında satır aralarında örülmüş alt olaylarla bence çok etkileyici bir edebi eserdi. Örneğin, uşak bir babanın, yaşlandığı için, yine uşak olan oğlunun emrine verilmesi, ve yaşlılıktan elindeki tepsiyle takılıp düştüğü için oğulun babayı işten çıkarması ya da sorgusuz bir sadakat ve görev duygusunun insanların kişiliklerini nasıl hapsettiğine dair pek çok diyalog gibi.
Bu uzun girişten sonra bu yazının başlığıyla şu ana kadar yazdıklarımın ne ilgisi olduğunu düşünenler için bu kitabın sonlarında birbirlerine bir türlü aşklarını açıklayamamış ve bu nedenle bir hayatı kaybetmiş iki aşığın yıllar yıllar sonra birbirleriyle buluştukları bir bölümden söz etmek istiyorum. Adam yani Mr. Stevens, artık çok geç olduğunun farkındadır, çünkü sevdiği kadın kapıdan sevmediği bir adamla evlenmek üzere çıkıp giderken ona "dur" diyememiştir, görev duygusu, korkuları ağır basmıştır.
Kadın, yani Miss Kenton'sa gururu uğruna evlendiği adamla uzak bir şehire yerleşmiştir ama ara ara hâlâ sevdiği adama mektuplar yazmaktadır: Mektup dediysem yanılmayın öyle aşk mektubu falan değil, "hanım" lı "bey" li hitaplarla başlayan "sıhhatiniz yerindedir umarım" diye başlayan mektuplar. Ama adam o mektuplardan birinde, satır aralarında kadının mutsuz olduğuna dair bir ipucu keşfederek ve son bir umutla onu ziyaret etmeye karar vermiştir.
İşte bu buluşma sahnesinin sonunda -yine kısıtlı zaman, havadan sudan konuşmalarla harcandığından- tam da adam dönmek üzere bineceği otobüsü beklerken kadına eşiyle mutlu olup olmadığını sormaya cesaret eder. Kadın da "evet başlangıçta onu sevmedim, hatta 3 kez onu terkettim, yaptığım hatanın farkına vardım ve seninle birlikte olsaydık hayatımın çok daha güzel olacağını düşündüm. Ama her defasında geri döndüm, çünkü insan bir hayat boyunca 'başka türlü de olabilir'dilerle yaşayamıyor" der. Adam bu cümleyi algılayıp neler kaçırdığını farkettiğinde otobüs gelir ve bir daha görüşmemek üzere ayrılırlar. İşte size bir yitik karşılaşma!
Bu yazıyı yazmama neden olan bir başka yitik karşılaşma ise, bir kitapta ya da bir filmde değil, iki ay önce burada Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali'nde yaşandı. Geçen hafta bu karşılaşmayı dinlerken çok sevdiğim bir dostumdan, elimde lahmacun, gözümden boşalan yaşlarla kalakaldım.
Burada, kahramanlar üniversitede tanışırlar birbirlerine. Aşık olurlar. Tam ilişkinin en güzel yerinde esas oğlan Amerika'ya gitmeye karar verir. Ve gittikten çok kısa bir süre sonra da orada bir kadınla evlendiği haberi gelir. Tabii esas kız olan benim arkadaşımın kalbinde ilk yara açılmıştır artık. "Peki" der, "madem o Amerika'ya gitti, ben de İngiltere'ye gideceğim". Cebinde 100 pound'la Heathrow'a iner. Yoksulluk içinde geçen günler, hatırlanmak istenmeyen pek çok kötü anı, sokaklarda yatmalar falan derken, döner Türkiye'ye. İşe girer, evlenir, yürütemez boşanır.
Bir gün esas oğlan çıka gelir Amerika'dan, her şey yeniden başlar, o da boşanmıştır. Ama kader böyle kolay teslim olmaya niyetli değildir. Esas oğlan işi nedeniyle New York'a dönmek zorundadır. "Olsun" der esas kız "mesafeler sorun değil, beni sevdiğini bileyim yeter." Kopuk kopuk da olsa, üç dçrt günlüğüne üç kez New York'a gider, haset giderir. Son gidişinde esas oğlan der ki, "sensiz yaşamak istemiyorum, buraya gel yerleş bir ömür boyu birlikte olalım."
Siz hiç mutlu bir insan gördünüz mü? Ben görmüştüm, arkadaşım New York'a yerleşmek üzere evini kapatıp, işinden ayrıldığında mutluluktan uçuyordu. Tam da ben, bir kez olsun bir aşkın "onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine" diye biteceğini düşünürken, ikinci kara haber ulaşır. Esas oğlan yine aramıştır, ama bu kez başka şeyler söylemektedir: "Tüm konuştuklarımızı unut ve beni bir daha arama!" Esas oğlan bir kez daha başkasıyla evlenmiştir!
Sizin de kulağınıza çok yüksekten düşen bir insan bedeninin yere çarptğında çıkardığı o boğuk ses geliyor mu bilmem, ama ben bunu öğrendiğimde ilk bu sesi duydum.
Sonra arkadaşım kendini ve kalbini sonsuza dek kapattı, hayır atlamadı bir yerden, herkes gibi yaşamaya başladı. İşe girdi tekrar, bir kooperatife taksit ödedi, kilo aldı, tatile gitti vs. vs. Ta ki 2 ay önce ortak bir arkadaşından "o" nun birkaç günlüğüne Türkiye'ye geleceğini duyana dek. O güne kadar ne yapacağını bilemez bir şekilde, "ya çıkar gelirse, ya bir yerde karşılaşırşarsak, ya ararsa?" korkusuyla bekliyordu. Aslından bunlardan değil, bunlardan biri olduğunda ne tepki vereceğini bilmediğinden korkuyordu.
Zaman geçer, o gün gelir, işyerinde bilgisayarının başında çalışırken, şeytan dürter, Devlet Hava Meydanları İşletmesi'nin web sitesine girer. Girer girmez de "New York uçağı indi." ibaresini görür. Çantasını alır, atlar bir taksiye, doğru havaalanına gider. Takside sürekli olarak "ya çıktıysa, ya kaçırdıysam" diye endişe eder. Havalanına geldiğinde bir sütunun arkasına gizlenir ve beklemeye başlar. Kader bu ya, 10 dakika sonra "o" çıkagelir, uzun bir yolculuktan sonra eli yüzü şişmiş, yorgun ama hâlâ onu sevmesine neden olan binlerce ayrıntıyla birlikte karşısındadır.
Sessizce ve son kez onun bavulunu alışını, yürüyüşünü, kollarını dirseklerine kadar sıyırmasını, saçlarını kulağının arkasına itmesini izler. Çoğu zaman kişinin kendisinin bile farkında olmadığı ayrıntılardır aslında bir insanı başka bir insana çekici kılan. Sesin bir kelimeyi söylerken çıkardığı özel bir tınlama, çayı karıştırırken parmakların duruşu, yürürken ayakların içeri doğru basılması gibi.
İşte arkadaşım da onu havalimanında geçirdiği yarım saat içinde bir gölge gibi ama görünmeden takip eder, her anı, her hareketi beynine kazır, onun oturduğu koltuğun iki sıra arkasına oturur, konuşursa belki sesini duyarım diye. Ve o tüm bunlardan habersiz havalanında ayrılır. Arkadaşımsa işe dönerken takside ağlar, ağlar. Sonra yüzünü yıkar makyajını tazeler ve "hayat" a kaldığı yerden devam eder.
Bana bunları anlatırken o da, ben de ağladık. Bana dedi ki "o an içimde iki duygu çarpışıyordu: birisi her şeyi boşver git boynuna sarıl, kokusunu içine çek, nefes almadan öp derken, diğeri ise onu orada herkesin içnde tekme tokar dövmek istiyordu. Eğer birinden birisi baskın gelseydi o sütunun arkasından çıkardım ama bu mücadelede iki taraf da kazanamadı. Sonuçta kaybeden yine bendim."
Biliyor musun Osman, yıllar sonra, sen o güne ait hiç bir şey hatırlamayacaksın, örneğin o gün ne giydiğini, önce nereye doğru yürüdüğünü, orada ne kadar zaman harcadığını. Oysa tüm hayatı bu yarım saati düşünmek olan bir kişi, bir ömür boyu, her detayı sanki tekrar o günde yaşarmış gibi en ufak detayına kadar anımsayacak!
Bilmem onu tanıyabildin mi ve bilmem ben ne demek istediğimi anlatabildim mi?
Değerli meltem hanım'a.
Bu yazıyı yorumlamaya nereden başlasam bilemiyorum.
Hayatın kanunu bu galiba, çok sevdiğin tarafından aynı derecede sevilememek. Siz ne kadar seviyorsanız karşınızdaki o kadar uzaklaşıyor sizden ve zamanla başkasına hayranlık duyuyor ve bir bakmışsınız ona gitmiştir artık.
Sizin bu yazdığınız gibi çok olay okudum. Biliyor musunuz çoğu zaman şöyle düşünüyorum: "Keşke bu insan beni sevse" diyorum. Çünkü körü körüne sevdiğim insan, hobi olarak onun mutlu olacağı şeyleri yaptığım insan, pisikolojik sorunları olduğu halde sevdiğim için onu bu gibi nedenlerden dolayı bırakamayacağım insan erkek arkadaşlarından hayran olduğuna gitti.
Ne yaparsanız yapın karşılıksız sevmeyin. Hayat karşılıksız sevenin gözünün yaşına bakmıyor.
Evet sevgiye mesafeli yaklaşılmaz, belki adı sevgi olmaz fakat durum bundan ibaret.
Ya da şöyle diyebilirim, bir beraberlik esnasında eğer sevdiğiniz insanda olmamasını istediğiniz bir hareket varsa, ne kadar üzülürseniz üzülün, o anda ilişkiyi sonlandırmak gerekir. Çoğu insan bunu yapamaz, ben dahil; yapamadım. Öyle anlarda insan sevdiğine toz konduramıyor.
Şimdi diyorum ki belki bu arkadaşınız zamanında sevdiği insanda bu gibi hareketler görmüş ama zamanında aşkına toz konduramadığı için sonu böyle bir felaket olmuş, benim gibi.
Eğer en başında sevdiğiniz insanın sizin derin duygularınızla örtüşmeyen bir hareketini algılarsanız, yapılması gereken, o anda noktayı koymaktır. Bu türlü sonlar yaşamamak için en başından önlemler alınmalı diye düşünüyorum.
Yazılarınızı bizlerden eksik etmemeniz dileğiyle.
Hoşçakalın
Mustafa Ali Akbaş - 20 Ekim 2007 (12:41)
Yazılanlara aynen katılıyorum. Özellikle, nokta koyma ile ilgili duruma katılmamak elde değil. Ben de nokta koyanlardan biriyim çünkü… Hep virgüllerle idare eden insan, cümlenin sonunu nokta ile tamamlamak zorunda kalıyor…
Serap Arslan - 25 Kasım 2007 (15:11)
Meltem Tolunay neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.