"Profesyonel". Bu kelimeyi duyunca tüylerim diken diken oluyor artık. Eskiden sadece kelimeyi yanlış yazan ("profosyonel" ) ya da söyleyenlere kızarken, şimdi en güzel tınıyla söylenmesi bile o ortamdan uzaklaşamama yetiyor.
Çünkü artık bu kelimenin sözlük anlamının altında yatan ve bu anlamla da pek bağdaşmayan gerçek anlamını iyi biliyorum.
Nedir profesyonellik? TDK sözlüğünde aynen şöyle yazıyor: Bir işi kazanç sağlamak amacıyla yapan (kimse) meraklı, hevesli, amatör, özengen karşıtı.
Aslında bu tanım da iyi okunduğunda, satır arasında da olsa, saklı anlamı bize gösteriyor. Özellikle ikinci bölüm yani "meraklı, hevesli, amatör, özengen karşıtı". Demek ki biz bir profesyonelden meraksız, o işi yaparken hevessiz, yalnızca paraya odaklı çalışmasını bekliyoruz. Size birilerini anımsattı mı bu tanım? Hani her gün karşılaştığımız kişiler, örneğin banka gişesindeki genç kız, vergi dairesindeki suratsız memur, (özel muayenehanesine gitmediğiniz sürece) doktorların çoğunluğu, çocuğunuz ilkokul öğretmeni, kapıcınız, eşiniz, siz?
Böyle bakınca insan bir anda şöyle deyiveriyor: "Ulan amma profesyonel bir milletmişiz de haberimiz yokmuş!" Madem profesyoneliz bu kadar, niye sistemler çalışmıyor, niye yakınıyoruz her gün bu profesyonellerden, niye işe giderken ayaklarımız geri geri gidiyor, bugün yollar kapansa ya da köprüde kaza olsa da eve geri gelsek diyoruz? Demek ki aslında bu profesyonnellik göründüğü kadar iyi bir şey değil.
Çalışanlardan nasıl daha iyi verim alırız diye kafa yoran işveren sponsorlu ve çoğunluğu ABD kökenli araştırmacılar insanların -ne hayrettir ki- daha fazla para yerine kendilerine ve düşüncelerine değer verilmesini tercih ettiklerini bulunca mal bulmuş mağribi gibi mutlu olmuşlar.
Örneğin İşletme tarihinde çok iyi bilinen ve 1927 ile 1932 yılları arasında Western Electric Co.nun Hawtorne fabrikasında, çalışanların nasıl bir ortamda bulunurlarsa işlerini daha iyi yapacaklarını araştıran Roethlisberger, Dickson ve Mayo beklemedikleri bir sonuçla karşılaştılar. Onların amacı farklı çevre koşullarının, örneğin aydınlatmanın, sıcaklığın vb. çalışanlar üzerindeki etkilerini bulmaktı. Çalışmanın sonucunda çalışanların verimliliğinin aydınlatmayla ya da diğer çevresel değişkenlerle değişmediğini farkettiler. Işıklar açık da kapalı da olsa üretim seviyesi aynıydı.
Fakat sonra bir şey oldu, çalışmanın ikinci yılının sonuna doğru üretim seviyesi artmaya başladı. Ve anladılar ki üretim artışının gerçek nedeni bu çalışmanın fabrikadaki sosyal koşullar üzerindeki etkisiydi. İşçiler hayatlarında ilk defa bir birey olarak ciddiye alınmış, performansları gözlenmiş, kendileriyle görüşme yapılıp, düşünceleri sorulmuş ve ustabaşılarının baskısından kurtulmuşlardı.
Araştırmacılar şöyle dediler: "Aaa bunlar da insanmış, duyguları, kişilikleri, düşünceleri varmış, bunları işe gelirken evde bırakmıyorlarmış!"
Eğer yaşım elverip de bu sonuçlar açıklandığında orada olsaydım, herhalde kendimi tutamaz kocaman bir "Günaydıııın" patlatıverirdim suratlarına. İyi şeyler üretmek için insanın yaptığı işi sevmesi gerektiğini, her işi en iyi o işi yapanın bileceğini, düşünceleri dikkate alınmayan sadece "evet efendim, tamam efendim" demesi beklenen çalışanların üretmeyeceğini, iyi bir çalışan olmanın giyilen kıyafetlerin rengi, yöneticisi salona girdiğinde ayağa fırlama ya da masasına normalden bir saat önce gelip, herkesten bir saat sonra çıkmakla - ama bu süre içinde boş boş oturup, telefon konuşması yaparak ya da internette dolaşarak- olmadığını da eklerdim sanırım.
Günümüzde hemen her işletmede motivasyon eksikliği hissediliyor. Neredeyse tüm şirketlerin vizyon ya da misyon cümlelerinde -ki bunlar Noel Baba'ya benzerler, var oldukları bilinir ama yerine getirildiklerini gören henüz olmamıştır- "çalışanların mutluluğu" kavramı da geçer. Madem herkes bunu istiyor, alınan onca danışmanlığa, yapılan onca motivasyon eğitimlerine karşın niye herkes mutsuz?
Ben söyleyeyim, çünkü kimse "profesyonellik" kılıfı altında en yakın arkadaşı tarafından sırtından vurulmayı, emek verip fikir babalığını yaptığı bir projeyi patronunun sahiplenmesini, özel fanus içinde masalarında oturan hatırlı kişilere dokunulamadığı için en ufak bir ekonomik çöküntüde gözden çıkarılmayı, yaptığı her işte "bir hata yapsa da şuna bir gol atsam" diye bekleyen rakiplerle çalışmayı istemiyor. Bana "profesyonel davran" denildi mi anlıyorum ki, amiyane bir tabirle ortada bir tecavüz var. Kişiliğime, düşüncelerime, işime, geleceğime… Ama aynı anda zevk alıyormuş gibi yapmam da bekleniyor.
Yağma yok, o kadar da uzun boylu değil! Ben artık 30 senelik arkadaşım tarafından üç kuruşluk bir iş için satılmak, "günaydın" ınıza cevap vermeye tenezzül etmeyen suratsız yöneticiler karşısında cezaya dikilmiş ilkokul çocuğu gibi beklemek, "aman dikkat aşağı geliyor herkes masasını toparlasın, ceketini giysin" velvelesiyle, sırf masam toplu görünsün diye o anda yapmakta olduğum işle ilgili evrakları çekmeceme tıkıp, otuz derecede ceketimi giymek istemiyorum.
Sevdiğim işi, gece gündüz uyumadan, güvendiğim ve sevdiğim insanlarla para, çıkar, uydurma unvanların kaygısını gütmeden, yapmak, üretmek, çalışmak istiyorum. Varsın herkes profesyonel olsun, imaj yapsın, kariyer planları oluştursun kendine. Ben ölene dek hevesli bir amatör olarak kalacağım ve siz ne kadar tıkarsanız tıkayın kulaklarınızı cep telefonu reklamında Armağan'ı tanıyıp bağıran kız gibi gırtlağım yırtılırcasına bağıracağım:
"Kral çıplak, kral çıplak, kral çıplak!"
Size yürekten katılıyorum. İşimiz zor; dikenli yollardan geçeceğiz, dışlanacağız, itileceğiz, kabul görmeyeceğiz, iş bulamayacağız, işten atılacağız ama sonuçta mutsuz ve mendebur bir insan haline gelmeyeceğiz ya, buna değer…
E. D - 11 Ocak 2009 (16:49)
Bir an için çalışma koşullarının değişti(rildi)ğini tahayyül etsek, her şey daha güzel olur muydu? İşin özü, şu ya da bu şekilde çalışma (aslında çalıştırılma) yerine, "ücretli çalışma"nın kendisine karşı çıkmak, bunu sorgulamak değil midir? Ücretli çalışma, "işini severek yapma" yı (ve daha birçok şeyi de, örneğin yaşamı) dıştalar zannımca, zaten 'profesyonel'de işbölümü ve uzmanlaşmadan payını almış zevattandır. Özetle; zannımca, mevzu göründüğünden ve dahi sanıldığından daha köklü ve kazın ayağı misali taraklıdır.
Candan Dinç - 22 Temmuz 2009 (02:08)
Meltem Tolunay neler yazdı?
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.