Patronsuz Medya

Şöbiyet Nene, Memetcan ve Mikâil

Fersan Cevriye - 15 Ağustos 2004  


Şöbiyet Nene

Plastik su şişesini ortadan ikiye böldüm, çiçekçiden aldığım papatyaları koymak için ilkel bir vazo yaptım. Az ötedeki yatağından fıldır fıldır gözleriyle bizi seyreden Şöbiyet Nene dayanamayıp sordu.

"Uyyy! Siz bu otlara para mı viriyonuz anam babam?"

"Evet."

"Vay başıma! Biz bunları tarlada ayağımıza dolanmasın diye yolup yolup atıyoz! Sizde para eşşek yüküynen herhal."

Güldüğümü belli etmemeye çalıştım. Büyükannem yaşında. Çapa Tıp Fakültesi Göz Cerrahisi bölümünde bir koğuş. Beş yatak var odada, ikisi boş. Birinde teyzem, diğerinde Şöbiyet Nene, üçüncüsünde de Memetcan yatıyor.

Yaşını sordum Şöbiyet Nene'ye, sırıtarak "ah gurban olam" dedi; "çok böyüğüm ama göstermiyom". Teyzem kulağıma fısıldadı, 89 yaşındaymış da nazar değer diye söylemiyormuş.

Sahiden de nazar değmesin, en fazla 65 yaşında gösteriyor. Felfecir okuyan cin gibi gözlerinde aynı zamanda insanı rahatlatan bir yumuşaklık da var. Ölçülü rahatlığının yanında bir o kadar da komik.

Gözünün birinde katarakt varmış. Doktora gitmediği ve pek de önemsemediği için zamanla gözü neredeyse kör olmuş. Ama takmamış kafayı.

"Amaan bana bir göz de yeter anam babam, her işimi görüyem, daglara çıkıyem, şifa topliyem, tarla ekiyem biçiyem, çiçek dikiyem adam olana bi dene göz de yeter!"

demiş geçmiş. Ama çocukları bir şekilde ikna etmişler ve sonunda Antep'teki bir doktora götürmüşler. Baştan ayağa kontrolden geçirilmiş. Sol gözündeki körlük başlangıcı dışında bütün sonuçlar tertemiz çıkmış. Hatta genç doktorlardan biri hayretle "Nene sen uzaydan mı geldin?" diye sormuş.

Oradan İstanbul'a sevk edilmiş. Şimdi ameliyat olmayı bekliyor. İlk gece yanında refakatçi yoktu. Merak edip sordum "teyze yanında kimse kalmayacak mı?" diye.

"Gurban olam yavrım, Antep'ten köyden geldim. Burda güççük uşak var, baklavacı. Ameliyat olduktan sonra gelin gelecek. Onun da iki dene uşağı var. Şimdiden gelme dedim, işimi görüyom ben."

"Antep mi güzel İstanbul mu?" diye sordum sohbet devam etsin diye.

"Amaan gurban olam yavrum, sizin bu İstanbol'unuzu heç sevmem ben. Ne var ki burada? Her şey parayla. Suyu bile parayla alıyonuz. Apartumanlara dıkılıyonuz. Yazuk size."

Oldukça hoş sohbet ve neşeli biri Şöbiyet Nene. Başlıyor anlatmaya. Söze mutlaka ya "gurban olam bacım/yavrım" ya da "ayıbolmasın" diye başlıyor.

"Ayıbolmasın, böyük uşak Alanya'ya götürdü beni geçen sene. Aboov! Cıbıldak cıbıldak garılar, serilmişler guma, her yerleri meydanda anam. Hepsinin memeleri ortada, aha şöyle ip gibi de don geymişler gıçlarına. Vardım üç denesinin yanına, didim, ayıbolmasın, gızım sizin heç utanmağız arlanmağız yok mu, anağız babağız yok mu, ne bu her yeriğiz ortada, ayıptır, günahtır. Gızlar baktılar da heç bi şey dimediler. Vah utanmazlar! Ben söylenip duruyom. Uşak geldi aldı beni başga yere gotürdü. Aboov yürüdükçe çoğalıyo bunlar. Her yirdeler. Oğlan bağa bi gözel gızdı. Getti gızların yanına konuştu sonra bi geldi ki; uyy gızlar turistmiş meğer. Dimişler ki, aha o gadını atın denize alsın götürsün dalgalar, deli midir nedir belâ mı başımıza dimişler."

Kıkır kıkır gülüyor bunları anlatırken.

"Ah gızım, oniki dene bebe doğurmuşum helâlimden başka kimse görmemiş beni. Ebe mebe de bilmem. Hepsini tarlada doğurmuşum."

Eliyle de tarif ediyor göbek bağını nasıl kestiğini.

"Aha bebenin eşinden dört barnak işaretleyip kesmiş, ucunu bağlamışım. Almış eve götürmüşüm. Oniki deneden anca üçünü yaşattım gızım."

Küçük gelin varmadan evvel ona tembih etmişler; "ah gız senin gaynana olacak, delinin tekidir haa ona göre". Orda bizim köyden biri de; "delidir delidir amma sana şurdan kalk şuraya otur demez, her işini kendi görür, arı gibi çalışkandır, yerinde durmaz, el üstünde tutar seni, galbi temizdir" demiş hemen, Allah dileğini versin.

"Deli misin? Daha neler!"

"Deliyim accuk ama ben olmayım da kim olsun yavrım. Bi dene uşağım onikisinde, biri dördünde, biri yirmibirinde, biri onyedisinde dokuz dene bebem ölmüş. Aha bu gözüm, yaşı dinmediğinden böyle oldu."

"Ağladın diye mi gitti gözün? Ben öyle şeyleri filmlerde olur sanırdım."

"Ayıbolmasın, dört yaşında bi gızım varıdı. Hıyırlı olsun diye adını Hıyriye goymuşum. Bi gün ölüverdi bebem. Gadınlar alıp yudular, sardılar ak kefene, götürdük goyduk camide musalla taşına. Gittik geldik ki bebem yok! Gurt gapmış götürmüş. Anaaam, dağlara çıktım gece gündüz avare dolaştım, gözümde akacak yaş galmadı. Aradım aradım, bağardım guuurt, guuurt getir bebemi diye. Ne gurdu bulabildim ne bebemi."

"Hoca geldi neçe sonra, buldu beni delirmişken dağlarda. Oturttu garşısına."

"'Bak gızım, dedi. Bebeni gurt gaptı, artık ne etsen bulamazsın onu. Bulup da gömemezsin. Ne çare! Ama o gurt ki gaptı onu, yedi, yediğini sıçacak, sıçtığı toprağa garışacak, o topraktan çiçekler filizlenecek, büyüyecek, işte o çiçekler hamd edecek, dua edecek.'"

"Ossaat gözümün yaşı dindi gurban olam. İndim dağlardan. Aramadım bi daa bebemi."

"Allah kimseye yaşatmasın acının böylesini."

"Yirmibir yaşında bi çocuğum da galpden gitti. İki dene bebesi galdı geride. Gendi elimlen onlara ana buldum. Araştırdım göyden temiz galpli bi gız. Bebelere de birer dene fıstık tarlası verdim. Allah dileğini versin gız da çok iyi çıktı. Onları baktı, büyüttü, okuttu. Kendi bebesi oldu hiç ayırdetmedi."

Başına gelmedik kalmamış Şöbiyet Nene'nin. Üzüm bağında üzüm toplarken zehirli bir yılan parmağının ucunu ısırmış. Hastaneye kaldırmışlar hemen. Sekiz gün sadece serum vermişler ve dört gün de uyutmamışlar. Sonra kamyonun altında kalmış, ama kurtulmuş, yaralanmadan.

Teyzem gözyaşı bezlerindeki kronik iltihap yüzünden ameliyat olmuştu, yanında refakatçi olarak kalıyordum. Üç hasta yatıyordu beş kişilik hastane odasında. Şöbiyet Nene de bunlardan biriydi.

Ertesi gün, teyzemin gözündeki ameliyat sargısı açıldı. Pek iç açıcı bir manzara değildi doğrusu. Gözü kaybolmuş, etrafı mosmor ve şiş. Ona aynaya bakmamasını tembihledim ama durmadı gitti baktı. Şöbiyet Nene teyzemin gözünü görünce usulca yattı ve yorganı başına çekti çaktırmadan. Morali bozuk olduğudan tansiyonu bir türlü normale dönmediği için teyzemi o gün muayene edemedi doktorlar. Ama neyse ki Şöbiyet Nene vardı. Akşama doğru öyle şeyler anlattı ki gülmekten kırdı geçirdi odadakileri.

Anlatış şekline, mimiklerine, felfecir okuyan bakışlarındaki zekâya hayran kalıp gülerken ve neredeyse kendimizi kaybetmişken, yan yataktaki Memetcan'ın annesi kendince bir espri yaptı.

"Kocanı çok özledin galiba teyze, seni çağrıyor her halde. Gidicen mi ne?"

Neyse ki ertesi sabah narkozlu ameliyata girecek olan Şöbiyet Nene bu sevimli espriyi duymadı. Kadını da "sen git biraz hava al istersen sinirlerin bozuldu biz bakarız çocuğa" deyip gönderdik dışarı.

Memetcan

Memetcan sekiz yaşında dünya tatlısı bir çocuk. İlkokul-1'e gidiyormuş. Sanırım çok geç konuşmuş (hâlâ peltek) annesi okula bir yıl geç yazdırmış.

Onbeş gün önce otobüsle Kahramanmaraş'a giderlerken, koltuğa sıkıştırılmış yaylı bir tel bulmuş ve oynamaya başlamış. Annesi de "oğlum bırak onu" demiş ama basireti bağlanmış her halde ki elinden alıp, aldığı yere bırakmış. Çocuk bu durur mu yine almış eline. Ve maalesef demir tel gözüne girmiş. Ambulansın gelmesi ve hastaneye gitmeleri 5 saat sürmüş. Adana'da acilen ameliyat edilmiş. Bu ikinci ameliyatı olacakmış. Aşırı uslu, zeki ve aklı başında bir çocuk.

Anne, "bu başına gelene kadar çok yaramazdı ablası çok" diye dert yanıyor. Kocası inşaat işçisiymiş, durumları da iyiymiş ama depremden sonra işler neredeyse durmuş. Cepten yemişler ve artık para kalmamış.

Orada kaldığımız iki gün boyunca sürekli parasızlıklarından ve yakınlarının yardım etmemesinden dert yandı durdu kadıncağız. Hastaneye yatıracaklar ama yatak parası, ilâç parası, ameliyat malzemelerinin parası derken aldıkları borçla yarısını halletmişler ancak. Çok pahalı -ama ameliyat için şart olan- bir ilâcı da alamadan hastaneye yatırmışlar Memetcan'ı. "Abla nasıl alacaz biz o ilâcı?" dedi durdu bütün gece.

Memetcan'ın ameliyatı çok pahalı ve herhangi bir sigortaları da olmadığından çok sıkıntı çekmişler. Ama daha önce çok kez yardım ettiği kardeşleri yardım etmemiş bu dar günde onlara. Komşunun kefil olduğu, oy verdiği muhtar da yardım istediğinde onu tanımayınca, hesabını başka bir güne erteleyip, kalkmış Okul müdürüne gitmiş çaresiz. Müdür bir tanıdık bulmuş ve o tanıdık da iyileşene kadar -ilâç lar dışında- tüm ameliyat masraflarını üstleneceğini söylemiş ve hastaneye ancak getirebilmişler çocuğu.

Şöbiyet Nene muhtar denince atıldı söze.

"Bizim orda muhtar böyük adamdır. Validen bile üstündür. Her işi halleder. Meselâ, ayıbolmasın, bizim köyün muhtarı seçimden önce herkese para dağıtdı, oy istedi. Seçildikden sonra da herkesin her şeyine koştu Allah dileğini versin. Köydeki çocukları arabalarnan okula yolluyo parasız. Hepsine maiş bağlattı. Dereye köprü yaptırttı. Çok böyük adam çook."

"Aman teyze neredee? Bizim o deyyus muhtara yapacağımı biliyom da ben, şimdi çocuğum hasta. Bir iyileşsin hele…"

Memetcan, annesinin iki de bir; "ah abla, ya bu çocuk kör olursa, ne yapacak, nasıl okuyacak, nasıl iş bulacak, nasıl evlenecek?" diye ağlamalarından etkilenmeye, ameliyatla ve yatağının başındaki dolabın içinde gördüğü ameliyat malzemeleriyle ilgili sorular sormaya başladı.

Parmak kadar çocuk, annesinin verdiği cevapların doğru olmadığını ve kendisini kandırmaya çalıştığını bir çırpıda anlayacak zekâya sahip olduğundan kadının işi pek kolay değildi. Ne var ki, çocuğunun aklını küçümsemek gibi bir yanılgıya düştüğünün farkına varacak durumda da değildi.

"Anne bu hoğtumu neden aldınız?"

"Yok çocum o senin için değil, önceki hastanınmış"

"İyi o zaman at bunu!"

Sessizlik…

"Bu hoğtumu boğazıma mı sokacaklağ?"

"Yok oğlum"

"N'apacaklağ peki?"

"Güzel oğlum, o başkasının"

"Yalan atıyoğsun."

En sonunda dayanamadım kadının bu ne yapacağını bilemez haline, çaresizliğine, lâfa karışasım geldi.

"Tam olarak emin değilim, ama sanırım haklısın, o hortumu senin ameliyatında kullanacaklar. Belki daha önce televizyonda görmüşsündür; ameliyat olurken seni uyutacaklar ya…"

Gözleri cin gibi veletin.

"Eveeet öncekinde balon üfletmişleğdi. Hiç acımadı."

"Hah işte, o balonu üfleyince uyuyacağın için; tükürüklerin nefes boruna kaçıp seni boğmasın diye o hortumu ağzının kenarına koyacaklar. O da tükürükleri oradan çekecek, rahatlıkla nefes alacaksın. Yani o aletler senin iyileşmen ve rahat etmen için."

Derin bir soluk boşalttı göğsünden.

"Oh beee içim ğahatladı! Koğkmama geğek yok muş."

Mikâil

Ertesi gün resmî tatil olduğundan ortada in cin yoktu.

Mikâil kapıdan içeriye doğru -görmediği ama orada oturduğunu bildiği Memetcan'a- el salladı ve odaya çağrınca da geldi el yordamıyla hemen yanıbaşıma, yatağın kenarına oturdu.

"Senin adın ne?"

"Mikâil. Seninki ne?"

"Fersan."

"Hımm… Zeytin markası gibi…"

Bak velete!

"Ne demek?"

"Farsça'da 'ışık' ve o ışıkla 'yol gösteren kişi 'anlamına geliyor."

Şimdi çocuğa "aslında 'kır sansarı 'demekmiş" desem, hayatta anlayamayacak.

"Peki, benim adımın anlamı ne, biliyo musun?"

"Yok, bilmiyorum, ne?"

"Peygamber efendimizin en önemli meleğinin adı! Herkesin adından daha güzel."

Mikâil, kaldığımız odanın iki yanındaki odada kalıyordu. Sekiz yaşında, beş kardeşin en küçüğü. Babası 6 ay önce kalp krizinden vefat etmiş. Doğuştan her iki gözünde de göz tansiyonu var ve çoğunlukla da yüksek olduğundan çok az görüyor. O güne kadar sekiz ameliyat olmuş. Son ameliyatı lazerle yapılmış ve doktor hatası nedeniyle retina tabakası yırtılmış. Ardından gözünün alınması gerektiği söylenince annesi her şeylerini o hastanede bırakıp kaçmış oradan, buradaki doktorlara danışmaya gelmiş. Onlar da gözün alınmayacağını hatta kurtulma ihtimali olduğunu söylemişler.

O gece -biz hasta yakınları ve hastalar- bekleme salonunda çay partisi verdik. Büyükler az ileride televizyona bakarken, Memetcan, Mikâil ve ben, masa başında koyu bir sohbete daldık.

Mikâil aldı sazı eline başladı -aralıksız- konuşmaya. Memetcan aklına yatmayan yerlerde lâfa karıştı. Ben de onları dinledim.

"Ben tahtadan bir tane yer sofrası yaptım, biliyor musunuz? Hem de içinde çekmeceleri var. Ortasına bir tane çubuk koymak gerekiyor çünkü devriliyor."

"Hadi be sen yapamassın ki! Daha küçücük çocuksun. Sofğayı amcalağ yapağ."

"Yaptım yaaa. Çatıda duruyo. Annee ben sofra yaptım di mii?"

Yaklaşık yarım saat boyunca devam etti sofra muhabbetimiz. Memetcan'ı ikna edemeyince bana döndü Mikâil.

"Sizin bahçeniz var mı?"

"Bir bakıma."

"Büyük mü?"

"Sayılır, neden sordun?"

"İmara açın."

"Neden?"

"E oraya bi tane daha ev yaparsınız."

"Apartman bahçesine ev yaptırırlar mı hiç adama Mikâil?"

"Siz yapın. Kiraya verirsiniz. Peki sizin pencereleriniz çift cam mı?"

"Değil."

"Ama neden? Isınamazsınız ki!"

"Kalorifer diye bir şey var."

"O ne?"

Elimle işaret ettim "bak kalorifer bu!"

İyice yaklaştı görmeye çalışarak; "Ama odunu kömürü nereden koyuyorsun?"

"En alt katta büyük bir kazan var oradan."

"Hımmm. Olsun siz yine de üşürsünüz."

"Üşümüyoruz. Hatta bazen sıcak bile oluyor, pencere açıyoruz."

"Tamam işte siz çift cam yaptırın. Yoksa pencereyi açınca sıcak hava dışarı kaçar. Üşürsünüz. Çift cam çok iyi."

Bir ara Memetcan kayboldu ve elinde annesinin ona aldığı kolyeyle geri döndü. Bana vermek istiyormuş. Utangaç ve sevimli bir ifadeyle uzattı.

Ameliyathane

Ertesi gün, hastanede son günümüz. Memetcan'la, Şöbiyet Nene de ameliyat olacaklar. Sabah hemşire geldi ve ameliyat önlüklerini bıraktı. Memetcan'ın annesi ve babası ilâç bulmaya gittiklerinden onu biz hazırladık. Kısa süre sonra yanına gelen teyzesi de çocuğun yanında "vah yavrum" diye ağlamaya başlayınca, çaresiz, onu yatıştırmak ve Memetcan'ı rahatlatmak bize düştü. O gün odaya onu "teselli" etmeye gelen akraba kalabalığının içinde tek sakin ve aklı başında kişi, sanırım yine o çocuktu. İnsanlar büyüdükçe çocuklaşıyor galiba.

Gelini de Şöbiyet Nene'yi hazırladı. Hemşire geldi, takma dişlerini çıkarın dedi ve gitti. Dişlerini -kimseye göstermeden- çıkarmadan önce Şöbiyet Nene bize döndü:

"Dişleri çıkarınca tülbenti örterim ağzıma gösdertmem aaa, size de elimle işmar ederim artık! Hakkınızı helâl edesiniz. Benden yana helâl ossun, Allah dileğinizi versin yavrım."

Arka arkaya ameliyata girdiler. Biz de onlar çıkmadan hastaneden ayrıldık. Sonra telefonla öğrendik ki her ikisinin ameliyatı da çok başarılı geçmiş.

diYorum

 

Fersan Cevriye neler yazdı?

520
Derkenar'da     Google'da   ARA