Patronsuz Medya

Küçük bir kız çocuğu

Fersan Cevriye - 20 Şubat 2011  


Yıllar sonra; ilkokulda ve mahalledeki en yakın arkadaşımla bir metro istasyonunda tesadüfen karşılaştığımızda ne kadar sevinmiştim. Daha sonra buluşmuş ve eski günlerden bahsetmiştik.

Bellek denen şey ne tuhaf!

Tuhaf gerçekten de! Arkadaşım, benim onunla ilgili bunca ayrıntıyı hatırlıyor olmama şaşmıştı, ben de onun bu ayrıntılara dair hiç bir şey hatırlamıyor oluşuna.

Oysa o, çocukluğumun hatırladığım beş yılının her damlasına sinmişti. Kendisinden sonra gelen herkese hikâyesi anlatılmış, çok sevilmiş bir arkadaştı. İlkokulun beş yılını aynı sınıf ve aynı öğretmende okumuş, evlerimiz çok yakın olduğundan neredeyse her günü birlikte geçirmiştik onunla.

Memur bir baba ile öğretmen bir annenin kızıydı. O semtte yaşayan en az iki çocuklu ve orta halli diğer işçi ailelerinden farklıydı. Ailesi de kendisi de.

Tek çocuktu bi kere. Sınıfın en çalışkanıydı. Panoya asılan en güzel resimleri o yapıyordu. Hatırladığım, bana ilginç gelen bir özelliği vardı: Düşüp dizleri kanadığında bile ağlamıyordu.

Bana garip gelmesi de çok doğaldı. Olur olmaz her şeye ağlardım ben. Susmazdım da kolay kolay. Daha doğrusu, susamazdım bir başladım mı. Usul usul ağlardım gerçi, başka çocuklar gibi yaygara yapmazdım. Ama ağlaktım gene de. Öyle yaygara yapmak kolay mıydı hem, yerdin tokatı. Kızamazdın da annene, çünkü bilirdin ki hak ettiğin şeyde alınganlık olmaz.

* * *

Birinci sınıfa başladığımız gün annelerimiz bizi birlikte okula bırakmış, biraz da yanımızda kalmışlardı. Daha onlar öğretmenimizle sohbet ederken ağlamaya başlamıştım. Dünya tatlısı öğretmenim, ki sevebildiğim okul hayatım onunla başlamış ve ondan ayrılışımdan sonra da bitmiştir, yaklaşıp ne olduğunu sormuştu.

"Ama ben okuma yazma bilmiyorum kii" demiştim ağlayarak.

"Okula zaten bunları öğrenmek için geldiğimi" söylediğinde ikna olmuş, ağlamayı kesmiş, ertesi gün okula annesiz gitmiştim. Annesiyle gelenlere de tepeden bakmayı ihmal etmemiştim tabi.

Karayolunun kenarındaki ev

Yetmişli yılların ortalarında, Ankara'nın en soğuk kışlarından birinde doğmuşum. Bazı insanlara sorarsın, neredeyse iki yaşını bile hatırladıklarını söylerler, şaşar kalırım. Sanırım, hatırladığım en erken yaşım, beş buçuk ya da altı olsa gerek.

Oturduğumuz ev, İstanbul E-5 kara yolunun kenarında, sağında dolmuş, solunda taksi durağı olan bir sokağın başındaki iki katlı, müstakil bir evdi. Caddenin ilerisinde bir taraf büyük sanayi bir taraf oto sanayii. Annemin dediğine göre, oralar it-çakal yatağıydı. Anlamıyorduk pek tabii, ne demekti it-çakal. Kötü bir şeyler çağrıştırıyordu annemin yüzünün ifadesi ve ses tonu, bir tek onu anlıyabiliyorduk.

Evimizin büyük bir bahçesi, demirden kocaman bahçe kapısı vardı. Giriş kat, asetilen ve oksijen tüplerinin satışının yapıldığı bir işyeriydi, babam da orada çalışıyordu.

Evin ikinci katına, dışarıdan uzunca bir merdivenle çıkılıyordu. Benim cumbaya benzettiğim camekânlı bir giriş kapısından geçerek koridora açılan bir kapı daha vardı. O koridorun solunda ve sağında da birer kapı. Soldaki bizim ev, sağdaki boş bir odaydı.

Senelerce o kapının ardında -ve gerçek olduğuna kesinlikle inandığım- bir hayaletle boğuştum. Upuzun boyu, simsiyah pelerini ve başlığının içindeki derin karanlıkta görmediğim ama var olduğunu hissettiğim keskin bakışlarıyla beni amansızca takip eder, tam yaklaşacakken uyanırdım her seferinde. Sadece korkutmak için geldiğine ama isterse beni alıp götürebileceğine kesinlikle inanırdım ve korkum kat kat artardı. O kapının önünden her geçişte sessizleşir ve içeriden onun sesini yakalamaya çalışırdım.

Karanlık

O zamanlar birçok çocuk gibi benim de, şimdi artık acaip gelen korkularım vardı. Hepsi de sahiciydi. Karanlık, en büyük korkumdu. Yıllar sonra kendi başıma aştım gerçi. Ama tam aşamamış olmalıyım ki, ne zaman sinirlerim biraz gergin olsa, gene korkarım karanlıktan.

O evin üç odası vardı. İlk oda küçüktü, bir masa bir de tekli koltuk anca sığabiliyordu. Babamın çalışma odasıydı orası. Elektrik kursu ile ilgili bir sürü malzemenin olduğu bir oda. Duvarında bir resim. Hani gece yarısı televizyon kapanma saatinde, istiklal marşından sonra sevimsiz bir düdük sesi eşliğinde ekranda görünen tuhaf bir şekil vardı ya, işte onun resmi. Bir adı vardı ama unuttum şimdi.

Dışarıda kaldığı için soğukça bir girişti orası, hızlıca geçerdim. Açılan kapıdan biz üç kardeşin yattığı, aynı zamanda misafir, oturma, yemek odası da olan orta odaya girilirdi.

Aynı odadan sağ tarafa annemlerin yatak odasına, sol taraftan da banyo mutfak tuvalete giden koridor ve ona açılan birer kapı vardı. Üst tarafında küçük cam olan eski kapılardan.

(Şimdi fark ettim, ne çok kapısı varmış o evin.)

Ah o camlarda neler neler görürdüm ben!

* * *

Soba bizim yattığımız odadaydı. Ben, görmediğimiz canlıların bizimle birlikte yaşadığına öyle çok inandırmıştım ki kendimi, her akşam kurusunlar diye sobanın etrafına dizilmiş çizmelerimizi kontrol etmeden yatamazdım. Hepsinin duruşunu kafama görüntü olarak kazır, sabah kalkar kalkmaz yerlerinde bir değişiklik, bir santimcik de olsa, oynama olmuş mu diye iyice kontrol ederdim. Biliyordum o yaratıkların gece dolaştığını, bunu inanmayanlara ancak böyle ispat edebilirdim.

Yatma zamanı geldiğinde, kızkardeşimle birlikte uyuduğumuz somyanın üzerine yarım metre öteden zıplayarak çıkardım. Kardeşime de öyle yapmasını söylerdim. Ama korkmasın diye açıklamazdım sebebini. Gerçi açıklasaydım ne olacaktı, "hiyyyyet" diye bir nara atıp örtüyü kaldırırdı ilk iş, ardından da "kaçmışlar abla" derdi. Evin tek korkağı bendim.

Ama o somyanın altında ölü bir adam vardı, biliyordum. Boylu boyunca uzanmıştı. Etrafında da küçücük (parmak kadar) 100 askeri vardı. Ölüyü bekliyorlardı. Somyaya yaklaşırsam ayaklarımdan çekeceklerdi. Yorganı iyice her yanına sararsan, yatağın üzerinde bir şey olmuyordu, oradan bir şey yapmayı beceremiyorlardı.

* * *

Bazı zamanlar, niye bilmiyorum, ailem de dahil dünyadaki herkesin filmlerdeki gibi uzaylı olduğunu, sadece benim onlardan farklı olduğumu düşünürdüm. Her zaman değilse de çoğunlukla inanırdım bunun doğruluğuna. Etrafımdaki herkes deney yapan uzaylı, ben denektim. Üzerimde bir takım deneyler yapıyorlardı, niye yaptıklarını çözemiyordum.

Sevimli kaz nortonlarla şirinlerle büyümüş ve oyun denen şeyi sonuna kadar sokakta yaşamış çocuklardık, hayal dünyamızın sınırlarını onlar belirliyordu. Şimdiki çocuklar neler hayal ediyor acaba diye merak ediyorum bazen. Herhalde bazıları nike marka ayakabıdan, abercombee tişörtten daha farklı, daha uçuk şeyler düşünüyordur, neden olmasın?

Âyet-el Kürsî

Arada bir ayaklarımın yere bastığı anlar da olurdu elbet. Anneme sormuştum bir sefer;

- "Anne, Allah bizi tuvaletteyken de görür mü?"

- "Her yerde görür, kızım" demişti annem.

Demek ki Allah bizden farklıydı, tuvaleti bile görebildiğine göre.

İnançlarımla ilgili şimdi söyleyebileceğim şey, o yıllardakinden ne kadar da uzak. İnsan içine bir kurt düşüp de inançlarını sorgulamaya başladığında, geçmiş yılların o masum hali nasıl da yabancı ve uzak kalıveriyor.

Büyük Dayı'nın çok sevdiğimiz eşi, büyük yenge (bir çeşit Adile Naşit, onun gibi tıknaz ve sevimli) hasta olduğu sıra, köyde okuduğum, üzerinde gül resmi olan bir namaz kitabında; "suya kırkbir kere Âyet-el Kürsî okuyup o suyu hastaya içirirseniz iyi olur" diyordu. O yaz Ağustos sıcağında duayı ezberleyip bir bardak suya kırkbir kere okumuş ve yengeye içirmiştim.

Sonraki yıl öldü. Kanserdi. Bunu ettiğim duanın işe yaramamasına yormadım. Şimdi anlatırken anlıyorum ki, sahiden çok uzak gelen bir duyguyla inanmışım bu iyiliğe.

Zeki Müren

Geçenlerde "Seksenlerde Çocuk Olmak" diye bir kitap okudum. Ne çok şey geldi onu okurken aklıma. Bazısı benim de tanıdığım, bazısı o yıllarda özlem duyduğumuz şeylerden bahsediyordu.

12 Eylül darbesi olduğunda beş yaşındaydım. Ama -yukarıda da söylediğim gibi- bu yaşlarımı pek hatırlayamıyorum. Rahmetli Zeki Müren'in kadın giysisiyle televizyona çıktığını hatırlıyorum bir tek. Siyah-beyaz televizyonda koyu gri renk üstüne pırıl pırıl parlayan bir elbise. Sene kaç bilmiyorum, epey küçüktüm. Ekrana bakıp, "bu kadın-erkek kim" demiştim. Kala kala bir tek bu kalmış o yıllardan aklımda.

Siyaset

Ziyadesiyle apolitik bir ailede büyüdüğümü söyleyebilirim. Hatta annemin darbe öncesi yıllarda babamın ne sağda ne solda olmamasıyla övündüğünü hatırlıyorum. Ve de o semtte ancak bu sayede başımıza bir şey gelmeden oturabildiğimizi.

Bir tek Turgut Özal "farklıydı" onlar için, bunu hatırlıyorum. Bir kere bile ağlarken görmediğimiz babamızın, o öldüğünde ağladığına şahit olmuştuk.

Zaten çocuktuk, ciddi şeylerin farkına varamayacak kadar çocuk.

Kurtçu Ali Dayı

Bizim sokak, evin bahçesinden bir kot yukarıdaydı. Bahçenin bir kısmının taş duvarı vardı ve onun sokak tarafında da küçük tezgâhını dayamış, çekirdek ve çakmak gazı satan Ali Dayı dururdu. Kara kuru, ufak tefek, biraz fakir (çakmak gazı satıyordu ya, öyle zannediyorduk), düşkün biri olduğunu düşündüren kirli suratlı bir adamdı.

Bizim benden bir yaş küçük hâlâ kızı var. Trakyanın mamur bir ilçesinde, evleri tam da çingene mahallesinin bittiği noktada olan, onları göre göre huylarından kapmış olsa gerek, şen şakrak, civelek, kıkır kıkır, bıcır bir kız. O yıllarda bize tatile geldiklerinde en büyük zevklerimizden biri, Ali Dayı'yı kızdırmaktı. Kuzenim duvarın bahçe tarafında tam da çingen havasıyla ve harika bir kıvırışla dans eder, "Kırrr belini Ali Dayı kııırrr belini vayyy!" diye bağıra çağıra şarkı söylerdi. Biz de alkış tutup eşlik ederdik. (Balkona siperlenip, sokaktan geçenlerin kafasına patates atmaktan daha eğlenceliydi kesinlikle.) Ali Dayı sinirden mosmor olur kızardı, ama dinleyen kim? O kızdıkça biz inadına daha da abartırdık.

- "Kırrrr belini Ali Dayı kırrrr belini vayyy! Sar beline Ali Dayı sar beline vay!"

O zamanlar annem anlattığında farklı, yıllar sonra kendi gözlerimle bakınca daha başka algıladım Ali Dayı gerçeğini. Kıyıcı bir adamdı. Yedi sekiz yaşındaki veletlerin bile iplemediği çekirdekçi Ali Dayı, nam-ı diğer "Kurtçu Ali", bizim sokağın başbuğuydu. Darbe öncesi yıllarda, onun kontrolündeki bir kurtarılmış bölge idi sokağımız. Orada onun borusu ötüyordu. Yıllar sonra, olaylar durulup, ben büyüdüğümde öğrendim bunları.

Bizim sokaktan kazara geçen solcu gençlere yapılan zulümleri anlatmıştı annem, olaylar durulup tehlike atlatıldıktan sonra.

Bir gün, sokaktan gelen sesler üzerine, perdenin ardından baktığında, sokakta bir patırtıya tanık olmuş. Genç bir çocuğun, sırf oradan geçti -ve solcu- diye, Ali Dayı'nın emriyle bıçaklanıp çöp gibi bir kenara atıldığını izlemiş an be an. Yaralı gencin bizim duvarın tellerine tutuna tutuna yerlerde süründüğünü, en sonunda Ali Dayı'nın "bu kadarı ona yeter" talimatıyla kan revan içinde sokağın dışına fırlatılışını gördüğünde, daha fazla bakamamış, bayılmış oracıkta kadıncağız.

Biz mi? Biz "kır belini" diye eşkıyaya tempo tutan dünyadan habersiz çocuklardık.

Bu büyük toplumsal olayların dehşeti içinde kim bilir iç içe geçen ne büyük acılar yaşanmıştır. Tüm bunlardan bağımsızmış gibi, kişiselmiş gibi duran ama onlarla birlikte ağırlığı biraz daha artmış olan.

Biz anlayamıyorduk ama annem o yıllarda çakmağının gazını katil ruhlu Ali Dayı'dan değil, karşıdaki gazete büfesinden doldurtuyordu.

Ali Dayı'nın adı da onun dilinde her zaman öfkeli bir tonlamayla "Kurtçu Ali" kaldı.

Tabi annemin bu hikâyesinin siyasi-sosyolojik olmayan bir yanı da var: Sadece yirmibeş yaşında olan alımlı bir kadının, kocası tarafından öyle bir semtte, üç küçük kız çocuğuyla geceler boyu yalnız bırakılmış oluşu.

Sık sık evi terk eden bir Aile Reisi

Şimdi tam burada bir not düşmem lâzım. Hani şu yeni nesil anababaların gözdesi "psikolojik" kitaplar var ya. Benim de okumuşluğum var zamanında onlardan epeyce. Karı-koca anlaşamıyorsa ve de hayatı birbirlerine zindan etmek noktasına gelmişse, yapılacak en iyi ve de en medenî davranış, "çoluk çocuk ne olacak" demeden ayrılmaktır.

Yok efendim, çocukların psikolojisi ne olurmuş? Bu kitaplarda bazı çocukların da en içten duygularla "anne-babalarının bir an önce ayrılmasını" istediği hiç yazılmazmış. Ama vardı işte böyle gerçekler ve yazılmalıydı.

Annem yirmi beş yaşındaydı. Üç tane kız çocuğu ve her gün çoraptan mendile üç kere üst baş değiştiren, belki gecenin bir yarısı belki ertesi sabah eve gelen bir kocası vardı. Bakkala gidip alışveriş etmişse, pazara gitmişse, ki bunların hepsi annemin göreviydi, geldiğinde bir kâğıda bunları kalem kalem yazmalıydı. Hesap vereceksin. Öyle "şu kadara aldım" diye sözle söylemek yetmez, beyefendinin parası kıymetli.

Hem titiz hem de bakımlı bir baba. Pantolonlar tersinden çevirilecek, iz yerleri sabunlanacak, üstüne tülbent konulup ütülenecek. Yoksa ütüye ütü mü derim ben! Ayrıca ütü masası da ne demek, masrafa ne gerek var, yerde de gayet güzel yapılabilir ütü, yeter ki istesin insan. O elbiseler kolay alınmıyor, hepsine tıkır tıkır para sayıyor baba.

Zaten o yüzden, anne ve çocuklara sadece bayramda giysi alınabiliyor, o da kavga dövüş. Hem çocukların giysilerini büyük boy alacaksın ki iki sene daha giyilsin, masraf çıkmasın zırt pırt. Kolay mı üç çocuklu bir baba olmak? Kat kat giysi kime lâzım? Çalışana tabii. E, sevmiş kadın, kaçmış da gelmiş, katlanacak.

Büyük Hala

Büyük Hala var bir de. Babamın halası. Unutmaya gelmez.

Sabah dokuz, zırr kapı, Hala bizde. Her gün böyle bu. O yıllardaki rutin hayatımız.

Hani hep insanların iyiliğinden dem vuran, insanlar cicidir, herkes iyidir, şimdi değilse de bir gün mutlak iyi olacaktır türünden teraneler vardır ya… Hani insanların bir kısmı buna inanır, ya da inanmak ister.

Yok arkadaş! Öyle bir şey yok! İnanma! Sen hiç sahici kötü gördün mü? Bilir misin kötüyü? Bak ben sana bir tane anlatayım. Ama sakın o okuduğun çiçek böcek kitaplarına uydurmaya çalışıp da "yok aslında, onun da içinde bir yerlerde muhakkak iyilik vardır" falan deme, bozuşuruz. Çünkü yok! Olsaydı bilirdim.

Üç hassas konu

Çocukken biz üç kardeşin tartışmasız uzlaştığımız üç konu vardı.

Birincisi; anne baba dövüşürken, yani baba annenin kafasını odunla yararken, öbür odaya gidip kapı kapatılacak, ses çıkartılmadan birbirine sarılarak fırtınanın geçmesi beklenecek.

İkincisi; Anne bakkala gitmişse, hemen mutfağa koşup sandalyeye çıkılacak ve sadece izinle içilebilen neskuik kutusunu alıp içinden birer çay kaşığı toz neskuik boğulmamaya çalışılarak sırayla -ve acilen- yutulacak. Çok yersen anne çakar, bir daha vermez. Önce tartışır, her seferinde bir kaşıkta uzlaşırdık.

Üçüncüsü; Hala eve geldiğinde hafiye gibi onu takip edeceksin.

Bu annemin isteğiydi, ama severek yapıyorduk. Stresli işti, tırsıyorsuk kadından.

Peşi sıra mutfağa, salona, koridora, kuyruk gibi gezdiğimiz bir gün, aniden arkasını dönüp sormuştu:

- "Siz beni mi takip ediyorsunuz bakayım!"

Üçümüz birden hık diye kalakalmış, sonra içimizdeki en cin, ortanca kardeşimiz durumu kurtarmıştı.

- "Yok, biz seni takip etmiyoruz da… Hala, sen ne diye evi dört dönüyorsun?"

Bu sefer o hık diye kalmıştır sandınız her halde. Hayır, o hiç bir zaman hık diye kalmaz, kalmış gibi yapar en fazla.

Peki biz niye geziyorduk onun peşi sıra? Bu uzun bir hikâye. Yerim dar.

Yorumlar

Ben de inanıyorum katıksız kötülüğün olduğuna. Öyle insanlar tanıdım çünkü. Polyannalığı bıraktım derken haklısınız, insan hayata daha gerçekçi bakmalı.

Yasemin Özalp - 22 Şubat 2011 (03:11)

Küçükken ben de bizim mutfağın dolabında, tencerelerin ve tavaların olduğu bölmede fare deliği gibi bir kovuk olduğunu ve orada yaşayan minicik insanlar olduğunu hayal ederdim.

Herkesten saklanırlardı ve bir tek bana kendilerini gösterirlerdi. Ben de onlara evdekilerden gizli yiyecek içecek verirdim. Ailenin en küçüğü olduğum ve beni onlardan başka dinleyen hiç kimse olmadığı için bütün fikirlerimi onlara anlatırdım.

Çok terbiyeli insanlardı, anlattıklarımı alay etmeden dinler, bazen efendice yorumlar yaparlardı.

Sonra fikirlerimi kâğıtlara yazıp çizmeye başladım ve o minicik insanlar aklımdan uçtu gitti.

Herhalde kendilerine ekmek ve su veren başka çocuklar bulup onların mutfağındaki fare deliğine yerleşmişlerdir.

Umarım bana kırgın değillerdir onları unuttuğum için.

Necdet Şen - 23 Şubat 2011 (21:06)

"İnsan insanın kurdudur" demiş Thomas Hobbes, katılıyorum.

Hülya Görkem - 3 Mart 2011 (16:40)

Ben de polyannacılığı bırakalı çok uzun zaman oldu. Yazınız çok keyifliydi, kaleminize sağlık. İnanın insanlar çok ama çok kötü. Ben çalışan bir kadınım. 20 yıllık çalışma hayatım var. Ve inanın insanlar birer yılan. Çektiklerimi anlatsam 4 ciltlik bir ansiklopedi olur heralde. İyi insan diye bir şey yok. İyi insan efsane, birgün iyi insana rastlayan olursa bana da haber versin.

Melahat Erdoğan - 15 Nisan 2011 (09:17)

Bir insanın benim gibi abuk korkuları olabileceğini düşünmemiştim hiç, biriyle.

Hayal dünyamın (küçüklüğümdeki) bu kadar paralellik gösterebiliceğini hele hele tahmin bile edemezdim. Yazı çok güzel. Hala'ya karşı büyük bir öfkeyle dolduğumu da belirtmeden edemeyeceğim.

Siteyle dün yeni tanıştım. Geç oldu ama bu yazıları şimdi okuyor olmak bile çok güzel. Kaleminize sağlık.

Şeyma Baş - 19 Nisan 2011 (18:17)

diYorum

 

Fersan Cevriye neler yazdı?

362
Derkenar'da     Google'da   ARA