Patronsuz Medya

Avrupa'da bir seçim

Yalçın Şahin - 4 Haziran 2010  


Bazı kavramların üstünde horon tepilmesinin o kavramları içinden çıkılamaz sorun yumakları haline getirdiğini düşünürüm. Öyle ki horonun başını çeken her kimse, genelde var olan kuralları değiştirip yerine kendi modelini dayatmakta bir sakınca görmez.

Örneğin demokrasi. Bir kraliyet ülkesi olan Hollanda'da kraliçenin hangi demokratik yetkilerle ülkeyi temsil edebildiğini, sembolik de olsa ülke yönetimini etkileyebilecek kararlar alabildiğini, sırf bellli bir anne ve babadan doğmuş olmanın ayrıcalığıyla devlet tarafından elinin altına sınırsız imkânlar, devasa şirketler, koskoca saraylar verildiğini doğrusu tam olarak anlayabilmiş değilim. Bu demek değil ki halk buna tepkiyle yaklaşıyor. Aksine kraliçe, toplum nezdinde inanılmaz bir saygı ve bağlılığa sahip.

Aynı şey laiklik için de geçerli. Görünürde laik bir ülke Hollanda. Kimse sizin neye inanıp inanmayacağınıza, nasıl ibadet edeceğinize vs karışamaz. Hal böyleyken, din olgusu olmadık yerlerde olmadık şekillerde karşınıza çıkıyor. En başta ülkeyi yönetenler Hristiyan Demokratlar. Bu parti dini herhangi bir olguyu politikaya alet ediyor mudur? Sanmıyorum. Ama onların biraz daha koyusu diğer bir Hristiyan partisinin programı, kürtajdan ötenaziye bir yığın din temelli yasak içeriyor. İmalı da olsa ülkede İslâm'ın yasaklanmasını isteyen parti bile var.

Sonra her yer dini referans alan okullarla dolu. Katolik üniversiteler, reformist ortaokullar, protestan, hatta islâmî ilkokullar. Belki çocuklara günden güne İncil kıraat ettirilmiyor ama okulun adında dine gönderme yapılması bile bence düşünceyi etkilemeye yönelik bir teşebbüstür.

Önümüzdeki günlerde Hollanda'da parlamento seçimleri var. Muhafazakârından yeşilcisine bir yığın parti seçimlere katılıyor. Seçim anketlerinde liberallerin önde gittiği belirtiliyor ama anti-İslâmcı, anti-göçmenci "Özgürlük Partisi" son yıllarda ciddi bir ilerleme kaydetti. Son seçimlerde ikinci parti olarak çıkan ve koalisyonun ortağı olan sosyal demokratlar ve yine şu an mecliste gözle görülür bir milletvekili sayısına sahip sosyalistler yeni dönemde geri adım atacağa benziyor. Bunun yanında son seçimlerin birinci partisi Hristiyan Demokratlara en büyük "kaybeden" gözüyle bakılıyor.

Her tarafı yemyeşil Avrupa'nın hemen her ülkesinde garantili ama mütevazı oy kitlesine sahip bir "Yeşiller Partisi" var. Bu parti Hollanda'da "Yeşil Sol" adıyla anılıyor ve genelde sosyal demokrasi sosuna bandırılmış, çevre eksenli bir politika izliyorlar. Görünüşte sade ve hoş bir ev hanımını andıran ama politikada tuttuğunu koparan bayan Femke Halsema'nın yönettiği parti yoklamalara göre iyi bir çıkış kaydediyor.

Buranın ilginç partilerinden birisi de "Hayvanlar Partisi". İktidara gelirlerse ev hayvanlarına emeklilik hakkı getirirler mi bilmiyorum ama geçen seçimlerde meclise iki tane milletvekili sokmayı başardılar.

Pedofiller de parti kurmaya kalkışmıştı geçen seçimlerde ama sağdan soldan yükselen "höst!" sesleri karşısında geri çekilmek zorunda kaldılar.

Seçim süreci ülke çapında harareti yükseltse de bu genelde sokağa yansımıyor. Parti faaliyetleri çoğunlukla kapalı mekânlarda seçmenle buluşmak şeklinde cereyan ediyor. Liderler arası radyo ve televizyon münazaraları da hayli etkili bir propaganda aracı. Parti programları büyük önem taşıyor. Olası bir iktidar döneminde yapılacak işler en ince detaylarına kadar programlara işleniyor ve partiler bu programlar üzerinden birbirine yükleniyor. Hatta Merkezi Planlama Bürosu (bir nevi Devlet Planlama Teşkilatı) bu programları alıp, ilgili partinin iktidar olması durumunda ülkeyi nasıl bir gelecek beklediği üzerine rakamsal değerlendirmeler yapıyor. Yani X partisi iktidar olursa beş yıl sonra ev fiyatları ne kadar yükselir ya da düşer gibisinden veriler seçmenin bilgisine sunuluyor. Haliyle bir partinin daha önce beyan etmiş olduğu programda değişiklik yapması ya da bazı kalemleri savsaklaması hanesine eksi puan yazabiliyor.

Her şeye rağmen halkın bir duygu galeyanına kapılıp, siyasî kahramanlar yaratması da zaman zaman rastlanan bir durum burada. En bariz örneği iki seçim önce birdenbire siyaset sahnesinde boy gösteren Pim Fortuyn. Bu lâfını esirgemeyen, karizmatik, aynı zamanda hayli popülist adam, ırkçı söylemi o kerteye getirmişti ki, mensubu olduğu sağcı "Yaşanabilir Hollanda" partisinden bile atılmak zorunda kaldı. Bir "çevre ve hayvan hakları aktivisti"nin nedeni bir türlü anlaşılamayan saldırısına kurban gitmeseydi kendi kurduğu ve adını taşıyan partinin seçimlerde birinci parti olarak çıkmasına kesin gözüyle bakılıyordu.

Bugünün ırkçı siyasileri bir nevi Pim Fortuyn'ın ektiği rüzgârın fırtınalarını biçiyor diyebiliriz. Tutundukları en güçlü söylemlerden birisi ifade özgürlüğü. Aslında ifade özgürlüğü bu toplumdaki, daha doğrusu, toplumun siyasete yönelmiş kesimlerindeki en büyük tabulardan birisi. Kimilerine göre herkes içeriğine bakılmaksızın toplum önünde dilediği şeyi söyleyebilmelidir ve bu demokrasinin vazgeçilmez kuralıdır. Hatta böyle bir anlayışın bedelini canıyla ödeyenler oldu. Sinemacı Theo van Gogh bir kaç yıl önce İslâm ve peygamberi hakkındaki çıkışlarından dolayı, Faslı bir genç tarafından sokak ortasında öldürüldü. İfade özgürlüğü kavramı şimdilerin horoncu başı Geert Wilders'in Özgürlük Partisi'nin de en temel politik söylemlerinden biri haline geldi. Öyle ki bu çılgın Hollandalı'nın ne zaman ifadesi gelse ağzından "İslâm gericiliktir, Kur'an faşist bir kitaptır!" dan başka lâf dökülmüyor.

Bir zamanların Hollanda siyasetinin önemli figürlerinden ve aynı zamanda Geert Wilders'in ve Theo van Gogh'un da kankası olan Ayan Hirsi Ali de kendine, geri ve bağnaz gördüğü İslâm cemaatını aydınlatmayı kariyer edinmişti. Bir Afrika göçmeni olan ve ülkesindeki baskılar sonucu Hollanda'ya iltica ettiği öne sürülen genç bayanın, bu iltica esnasında yetkililere yalan söylediği ortaya çıkınca pasaportuna el konulup, milletvekilliği düşürüldü. Bu aralar sanırım engin birikimini Amerika'da toplumu yobazlığa karşı korumakla görevli thinktank'ların hizmetine sunuyor.

Gerçi üstüme vazife değil ama bu ifade özgürlüğü fetişistlerinin anlamadığı bir şey var: İfade özgürlüğü devletin fikrinizi söylemenize engel koymamasından ibarettir ki bu coğrafyada, bu zaten böyledir. Fikrinizin hedef aldığı kişi veya kitlenin size tepki göstermesi ya da sizi susturmaya çalışması da bu özgürlüğün sınırları içindedir. Ben şimdi birine "zorba" desem, o kişi de sopasıyla beni kovalamaya kalkışsa benim yapacağım iki şey vardır; ya canımı kurtarmak için kaçmak ya da bir sopa bulup dövüşmek. Yapılan şiddet eylemi zaten devletten gerekli cezayı görüyor. Geriye o kişiye özgürce "zorba" diyebilmek için devletten yardım dilemek kalıyor ki bu da fazlasıyla çocukça bir şey.

Bir de şu göçmenler meselesi. Avrupa'nın müzmin derdi. Herkesin bir fikri var bu konuda. Kimileri demokrasi ve eşitlik adına dışardan gelen insanların diledikleri gibi yaşayabilmesi gerektiğine inanıyor. Kimilerine göreyse -ki büyük çoğunluk böyle düşünüyor- dışardan gelenler kendilerini içeride olanlara adapte ettirmelidirler. Kısaca "entegrasyon" dedikleri bu şeyle tam olarak ne kasdediliyor anlayabilmiş değilim. Kimse, burada yaşamak adına, yemek yeme alışkanlığını ya da başkalarına hitap tarzını değiştirecek değil elbette. Eğer kastedilen dil öğrenme ise, zaten bu hayatın pratik bir gerekliliğidir. Dışardan gelenlerin daha çok suça meyilli olmaları, sokaktaki güvenliği tehdit etmeleriyse sorun, bunu genele yayıp tüm göçmenleri itham altında tutmanın bir anlamı yok.

Bana göre kendilerini buranın ya da genel olarak Avrupa'nın sahibi görenlerin, sonradan gelenlere hazımsızlıkları demeyeyim ama hoşnutsuzluklarının ve de kibirlerinin gayet ölçülü ve siyaseten doğrucu bir dışavurumu bu entegrasyon meselesi.

Bu korumacılık olgusuyla benim şahsen bir sorunum yok. Yüzyıllardır alın teri göz nuru bir emekle kurulmuş bir medeniyetin ve kültürün, böyle ordan buradan gelmiş bir takım kişilerce talan edilmesine karşı çıkılmasını da saygıyla karşılarım. Yalnız ortada garip bir çelişki var. Aidiyet ve sahip olma bir madalyonun iki yüzü. Birisi ne kadar bu sınırların çiziktirilmesinde pay sahibi olduysa öbürü de aynı hızla onların sillinmesine yol açıyor. Şirketlerin yayılma yoluyla, bireylerin mülk edinme ya da turist olarak ya da daha parıltılı bir yaşam adına bu sınırları anlamsızlaştırdığı, ayrıca İnternet'in tüm ezberleri bozup yerine yenilerini yazdığı bir çağda ve de bu mülkiyet hırsını dünyaya yayan bizzat Avrupalıların kendisiyken, şimdi bu sınırları Çin seddi misali geçilmez kılmaya çalışmaları, içine düşülen çıkmazı ayan beyan ortaya koyuyor. İnsanlar yurtlarını bırakıp Avrupa'ya göç ediyorsa bu daha çok tanımını Batı insanının yaptığı bir yoksulluktan kaçmak içindir, ki bana göre bu genelde yapay, üretilmiş bir yoksulluktur.

Gerçek şu ki, ekonomi ne zaman kötüleşse bu göçmen düşmanlığı meselesi zirve yapıyor. Sanki paraları cebe indiren, işsizliği artırıp, alım gücünü düşüren onlarmış gibi yabancılar bir anda hedef tahtası haline geliyor. Bu, sokaktaki bir kesim insanın dışa vurmak için mazeret aradığı otomatik bir refleks ve siyasiler bunu kendi amaçları için kullanmayı çok iyi biliyorlar. Geert Wilders'in iki de bir hükümetten, göçmenlerin bu ülkeye kaç paraya mal olduğunun hesabı yapılmasını istemesi boşuna değil. Bu rakamları görmek isteyen ve sırtlarında kambur belledikleri yabancıların suratına çarpmak isteyen önemli bir kitle var burada.

Koalisyonlar ülkesi Hollanda'da önümüzdeki dönem -şayet sol cenah birlik olup yeterli çoğunluğa ulaşamazsa- liberal VVD Partisi ile Wilders'in Özgürlük Partisi yönetimi ele alacağa benziyor. Her ne kadar politikaları ekonomi eksenli olsa da, VVD, rüzgâr o yönden estiği için, sağ tabanlı göçmen politikasından yeterince payını almış gözüküyor. Olası yeni yönetimin liberal tarafı en nihayetinde bir ekonomi politikasıdır, belki denenmesi gerekir ve ortaya çıkan sonuçların ceremesini tüm ülke çeker. Yalnız işin "özgürlük" kısmının -ki anlaşılan şu an yeterince sahip değiliz- okyanusları dizginlemeyi başarabilmiş bu coğrafyada neleri nasıl değiştireceğini ben de merak ediyorum.

Yorumlar

Yazıdaki "insanlar yurtlarını bırakıp Avrupa'ya göç ediyorsa bu daha çok tanımını Batı insanının yaptığı bir yoksulluktan kaçmak içindir, ki bana göre bu genelde yapay, üretilmiş bir yoksulluktur" cümlesini çok sevdim. Son 3 gündür bu cümle üstüne kafa yorup duruyorum. Hatta -becerebilirsem- bu düşündüklerimi oturup yazmayı düşünüyorum.

Başlığı "Hayat Oburu" olabilir meselâ.

Necdet Şen - 7 Haziran 2010 (10:36)

Hollanda'da Hayvanlar Partisi'nin iki milletvekili çıkardığı haberini daha önce duymuştum. Seçimlerde geçersiz oy attığım için beni eleştiren arkadaşlara "keşke Türkiye'de böyle bir parti olsa da oyumu onlara verebilsem" diyorum, dalga geçtiğimi sanıp gülüşüyorlar.

Seyit Balkuv - 7 Haziran 2010 (17:07)

diYorum

 

Yalçın Şahin neler yazdı?

59
Derkenar'da     Google'da   ARA