Patronsuz Medya

Din midir kültür mü, yoksa panayır sirki mi?

Yalçın Şahin - 2 Haziran 2013  


Çocukluğum bir Alevî köyünde geçti. Dört kapı kırk makam, Kırklar Cemi, Ehl-i Beyt, on iki hizmet, musahiplik, düşkün olmak; tüm bunlarla az çok aşinalığım vardır.

Uzun kış gecelerinde köyün görece geniş evlerinde ev sahiplerinin cömertliği ve özverisiyle cem ayinleri yapılırdı. Kadınlı erkekli kalabalık o evlere doluşur, saatler boyu süren muhtelif ritüellerin hem seyircisi hem de bizzat katılımcısı olurdu.

Bu ritüellerin vuku bulduğu cem meydanının etrafına köyün musahip (yol kardeşi) sahibi yaşlı erkekleri halka şeklinde dizilir, halkanın en baş köşesine, post tabir edilen özel hazırlanmış minder üzerine cemi yönetmekle sorumlu Dede otururdu. Meydandan ve erenler tabir edilen bu halkadan geri kalan yerleriyse kadınlar gençler ve çocuklar doldururdu. İnsanüstü bir saygı ve hürmetin odağında bulunan Dede, fısıldaşan, kucağında çocuğunu uyutan ya da pür dikkat kendisini dinleyen bu kalabalığa kâh eski zamanlardan hikâyeler anlatır kâh gündelik yaşama dair nasihatlerde bulunurdu.

Sohbetlerine "Allah Allah" zikirleri eşliğinde ara verdiğindeyse aşıklar bağlamalarını ellerine alır, söyledikleri deyişler ve duvaz imamlar (içinde Peygamber'in soyu On İki İmamlar'ın adlarının tek tek zikredildiği deyişler) ile dinleyenleri mest ederlerdi. Bazan bu deyişlerde İmam Hüseyin ve Kerbelâ'nın bahsi geçer, o esnada hislerini koyveren yaşlı kadınlar çemberlerinin (başörtüsü) kenarıyla gözlerinin yaşını silerlerdi.

Elbette mum da söndürülürdü. Cem ayini boyunca icra edilen ön iki hizmetten bir tanesiydi bu. Çerağcı denilen hizmet sorumlusu meydana serilen seccade üzerinde okuduğu dualar ve ilâhiler eşliğinde mumlar yakardı. Lâkin aydınlanma zaten elektrikle sağlandığı için mi, yoksa ritüelin bir parçası olarak mı sonradan o mumlar söndürülürdü, şimdi bilmem mümkün değil.

Bu konuda birbiriyle alâkasız muhtelif rivayetler anlatılır. Bir yerden aklımda kaldığı kadarıyla Hacı Bektaş-ı Velî Horasan'dan gelen erenleri başına topladığı bir mecliste yaktığı mumu söndürdükten sonra oradakileri huşû içinde sessizliği dinlemeye davet eder. Şayet bir mum söndürme adeti var idiyse kaynağı böyle bir hikâyeye mi dayanır bilinmez.

Bir başka yoruma göreyse, Osmanlı zamanında, baskın şüphesi oluştuğunda korunma amaçlı cem evinin ışıkları söndürülürmüş. On iki hizmetin bir parçası olarak cemin güvenliğini sağlamak için bekçiler tayin edilmesi, ortada geleneksel anlamda güvenliğe dair bir endişenin var olduğunu gösterir ki bu da bahsi geçen ışık söndürme eylemini destekler nitelikte.

Sözünü ettiğim on iki hizmetin en önemlilerinden biri de gözcülük idi. Musahib sahibi olanlardan seçilen bir kişi elinde upuzun asasıyla halkanın bir köşesinde yerini alır ve tüm ayin boyunca hem ortamın düzenini sağlar hem de muhtelif faaliyetlerin koordinasyonunu gerçekleştirirdi. En sık yaptığı şeylerden biriyse, ortamdaki gürültünün Dede'nin sohbetine mani olduğu durumlarda asasını havaya kaldırıp "gerçeğe hü" diyerek konuşanları sessizliğe davet etmekti.

Cemin sonlarına doğru sergilenen Semah faslı herkesin en heyecanla beklediği bölüm olurdu. İlk önce Peygamber'in göğe yükselişini konu alan Kırklar Semah'ı yapılırdı. Köyün ileri gelenlerinden musahipli olmak kaydıyla iki erkek ve iki kadın meydana çıkar, bu semaha özgü, sözlerinde Alevîlerin inancına göre Miraç hadisesinin anlatıldığı Miraçlama denilen müzik eşliğinde Semah dönerlerdi. Akabinde tüm cemaat, yaşlısından gencine doğru, gözcünün belirlediği iki kadın iki erkekten oluşan gruplar halinde semaha kalkarlardı. İyi semah dönenler gıpta ile izlenir ve bu meziyetleri köy ortamlarında sohbet konusu olurdu.

Cemler yalnız kış akşamları yapılır ve her defasında başka bir talibin (müridin) organizasyonuyla ve bağlı olduğu dedenin önderliğinde gerçekleşirdi. Bazılarının dedeleri uzak yerlerden köy köy dolaşarak gelir ve bir kaç ayı bulan seyahatları boyunca taliplerini tek tek ziyaret eder, böylece hem onlara rızalık vererek gönüllerini hoş tutmuş hem de bu konaklamalar boyunca topladıkları bağışlar sayesinde kendi dünyalıklarını bir parça doğrultmuş olurlardı. (Alevîlikte rızalık almak ve vermek önemli bir yere sahiptir. Kişinin hem kendi vicdanı ile hem etrafındakilerle bir hoşnutluk bağı oluşturması olarak yorumlanabilir.)

Cem sezonu görgü cemi denilen ve bir nevi mahkeme divanı havasında geçen özel bir ayinle açılırdı. Bu cemde bütün bir yıl boyu köylüler arasında oluşmuş olan anlaşmazlıklar çözüme bağlanır, birbirine küs tutanlar barıştırılırdı. Ancak üstündeki nefret ve husumet yükünden kurtulduktan ve tüm komşularından rızalık aldıktan sonradır ki akabinde cereyan eden talip cemlerine katılmak mümkün olabilirdi. Bunu yapmamanın getirisi toplum nezdinde düşkün duruma düşmek olurdu ki kimse bu sıfatı üstünde taşımak istemezdi.

Cem ayinlerinin en meşakkatlisi ise musahiplik cemleri idi. İki evli çiftin (eskiden dört de olurmuş) ömürlerinin geri kalanını yol kardeşi olarak geçireceklerine dair ikrar vermeleri anlamına gelen musahiplik, aynı zamanda bu ikrarı veren kişiler için bazı manevî ve ahlâkî yükümlülükler getirirdi. Öyle ki musahip olduğunuz kişiyle yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmez, aranızda en ufak bir küskünlük ve husumet söz konusu olamazdı. Çocuklarınız kardeş kabul edilir, arada kan bağı bulunmasa bile bir kaç kuşak sonrasına kadar aileler birbirlerine kız alıp veremezlerdi.

İşte bu ikrarı vermek için yapılan cemlerin ayrı bir özelliği olurdu. Bütün bilinen ritüellere ilâveten, musahip olacakların ölmeden önce ölmelerinin temsil edilidiği bir fasıl olurdu. Bu esnada bu kişiler, üzerlerinde kefen benzeri beyaz kumaşlar, tek sıra halinde ve en öndekinin boynuna bağlanan ipin ucundan çekerek götüren rehber eşliğinde dışarı çıkarılıp akabinde tekrar cem meydanına getirilirlerdi. Orada erenler huzurundayken Dede hem kendilerinin, hem erenlerin bu musahipliğe razı olup olmadıklarını sorar böylece musahiplik akdi onaylanmış olurdu.

Bu ayine eşlik eden biri daha olurdu ki o da özene bezene süslenip dualanmak üzere cem meydanına çıkarılan kurbanlık koyun idi. Elbette onun payına düşense kesilip "lokma" olarak cem ahalisine pay edilmek olurdu.

* * *

Bütün bunlardan artık çok gerilerde kalmış nostaljik bir vakaymış gibi bahsetmem, hem benim zaman içinde her türlü inanç müessesinden kaydımı sildirmiş olmam, hem de bahsettiğim koşullara özgü sahiciliğini epeyce yitirmiş olan Alevîliğin özü itibarı ile varlığını sürdürme imkânının kalmadığına olan inancım. Bu modernite ve teknoloji ortamında artık iyice mekanikleştiğine şahit olduğumuz gelenek ve ritüeller, olsa olsa onun da diğerleri gibi ödül ceza mantığıyla işleyen organize bir din haline dönüşmesine yol açacaktır.

Bu elbette Alevîliğin bir inanç sistemi olarak hâlâ varlığını sürdürdüğü ve milyonlarca insanın kendilerini o inanç sistemi içinde konumlandırdığı gerçeğini değiştirmiyor.

Bugün Alevî sorunu olarak gördüğümüz şey, yüzyıllar süren bir var olma çabasının, sıfatı lâik cumhuriyet olan bir devlette hukuksal bir takım taleplere dönüşmesinden ibarettir. Aslında ortada ciddi anlamda bir talep var mıdır o da tartışılır çünkü sorun hâlâ okullarda zorunlu din dersi ve cemevlerinin statüsünden öteye geçebilmiş değil.

Belki birçok Alevî için bu hukuksal taleplerin yaşamsal önemi vardır ama bence asıl mesele Alevîlik için sosyal bir meşruiyet alanının hâlâ var olmamasıdır. Ne derseniz deyin baskın Sünnî bakış açısına göre Alevîlik sadece ciddiye alınmayacak bir fanteziden ibarettir.

Daha hoşgörülü olanların geldiği nokta ise Alevîliği kendi düşünce dünyaları içerisinde bir yere yerleştirmekten öteye gitmiyor. Din midir, kültür mü tartışmaları da buradan başlıyor.

Şu bir gerçek ki, kurallarını Tanrı'nın koyduğu ve insanları takip etmekle yükümlü kıldığı bir oluşum olarak dinin Alevînin zihninde bir karşılığı yoktur. En azından kendi kapalı çevrelerinde yaşayıp dış dünyanın ideolojik radyasyonuna maruz kalmayanlar için böyledir bu.

Alevilikte yol esastır. Ve bu da sanırım kişinin bulunduğu koşullar içinde mana'yı keşfetmek için yapılan şeyler bütünü olarak yorumlanabilir. O mana genelde tanrısal aşkla sembolize edilir ve bu da hakikati özünde barındırdığına inanılan insan üzerinden tecrübe edilir. Cemde, önünde secde edilen Dede o an için bir nevi Tanrı'yı temsil eder.

İşte anlaşılması güç olan tam da budur. Bir yanda dünyayı bir sınav yeri, insanı da baştan zaaflı varsayıp, zaaflarının üstesinden geldiğini ispat için mutlaka o sınavdan geçmesi gerektiğini düşünen bir dinsel anlayış, öbür taraftaysa -kökeni itibarıyla- kâinatın sırrının insanda hasıl olduğu ve meselenin o sırrı haiz olmak için yönünü insana dönmek gerektiğini düşünen bir yaşam felsefesi… Bu ikisinin aynı dili konuşmasını beklemek mümkün olmasa gerek.

Sorunu biraz daha çetrefil kılansa Alevîlerin inanışlarında sürekli İslâm'a referans yapıyor olmalarıdır. En naif ifadesiyle bu bir tür yadırgama ve karşılıklı irritasyon yaratıyor. Alevîlerin Kuran'a ve Peygamber'e inanmaları ama aynı zamanda namazı ve orucu reddetmeleri, saz çalınıp dans edilen hatta zaman zaman sembolik olarak içki (dem) içilen cem ayinlerinde Peygamber'in adının ve Kuran'ın zikredilmesi ve bunun Allah'a ibadet adına yapılıyor olması bu değerlere bambaşka anlamlar yükleyen birinin kabul edebileceği türden şeyler değildir.

Şu söylenebilir elbette: Alevîlik, kimi birbirinden bağımsız gelişmiş değişik dinlerin, kültürlerin ve felsefelerin etkileşimiyle oluşmuş bir yaşam biçimidir. Yine de içinde mebzul miktar İslâm ögesi taşır. Önem atfettikleri İslâmi unsurlar çoğu zaman Sünnî gelenekten hayli farklıdır ve Kuran ve Peygamber dönemine ait birçok olay için Alevîlerin kendilerine özgü yorumları vardır.

Konuyu bu açıdan irdelersek, üzerlerine yazılı belgelerin yok denecek kadar az olduğu, olanlarınsa sahiciliğinin tartışılır olduğu olayları ve insanları, tek bir inanç sisteminin tekeline sunmak hakkaniyetli bir yaklaşım olmasa gerek. Teknolojik imkânlarla arşivlenen, hatta kendi hafızamızın erdiği bir tarih dilimi üzerinde bile sayısız yanılsamalar, ihtilâflar, bilinçli bilinçsiz manipülasyonlar olabiliyor. Üzerinden asırlar geçmiş olaylardan bize ulaşan hikâyelerin doğruluğunu neye dayanarak tescil edeceğiz?

Şunu demek istiyorum: MS 571 ve 632 yılları arasında Arabistan'da tam olarak ne yaşandığını bilmiyoruz. Yıllar yüzyıllar sonra üzerine kitaplar yazılması, hadis tefsir gibi ilim dallarının oluşması bu gerçeği değiştirmiyor ve mesele dönüp dolaşıp inanıp inanmama olgusuna dayanıyor. Emin olduğumuz tek şey, insanın duyduk ve gördüklerini başkasına anlatırken kendi duygularını, düşüncelerini ve hatta beklentilerini de işin içine katmaktaki eşsiz maharetidir.

Talep edilen, herkesin Alevîlerle inanç birliği içine girmeleri değil elbette. Doğruluğuna inandıkları şeyleri dile getirirken ya da kendi İslâm yorumlarını yaşarken manevî anlamda suçlu muamelesine maruz kalmayacakları bir atmosferdir gerekli olan.

Bu dinsel açıdan dışlanmanın yanında bir de daha geniş çaplı bir sosyal handikap var ki bu da her Alevînin özellikle taşra bölgelerinde zaman zaman göğüslemek durumunda kaldığı sorunlara yol açıyor. Meseleye dışarıdan bakan büyük bir kitlenin algısı maalesef bilincin derinliklerine işlemiş bazı ön yargı ve çarpıtmalarla paralize olmuş durumda. İş öyle boyutlara varabiliyor ki, kimliğini gizlemek durumunda kaldığı ortamlarda artık duyduklarına isyan edip bir tür "coming out" tecrübesi yaşayanlar bile oluyor.

Alevilik hakkındaki toplumsal bilgi eksikliğinin bu durumda büyük katkısı olduğu söylenebilir. Bu da klişe tabirle bu kitlenin toplum olarak içe kapanık oluşu ve aynı zamanda birey olarak sosyal ortamlarda inançları konusundaki ketumluklarından kaynaklanıyor. Her Alevînin ilk önce öğrendiği ve ömür boyu etkisinden kurtulamadığı bir şey varsa o da ulu orta Alevî olduğunu dillendirmemektir. Çoğu bunu karşısındakinin önyargılarını depreştirmekten kaçınmak adına yapar. Böylesi bir bakıma daha güvenli ve yorucu olmayan bir davranış biçimi olabiliyor. Fakat bu durum doğal olarak toplumun başka kesimlerinde Alevîlere yönelik biriken ön yargıların bertaraf edilmesi olanağını da ortadan kaldırıyor. Alevîliği zaman zaman bir kültür lezzeti kıvamında gündemine alan yazılı görsel medyanınsa bu konudaki samimiyeti sorgulanmaya değer.

Velhasıl, bütün bu inançsal açıdan hor görülme ve toplumsal önyargı zemini üzerinde bir hukuk devleti vatandaşı olarak Alevîlerin payına düşense çocuklarına zorla okulda namaz öğretilmesi, köylerine kendilerine sorulmaksızın cami imamı atanması, okulda, iş yerinde devlet dairesinde örneğine sıkça rastladığımız şekillerde ayrımcılığa maruz kalmaları oluyor. Üstelik bütün bunlar bir kısmı kendi ceplerinden çıkan vergilerle finanse edilen kurumlar aracılığıyla yapılıyor.

Yok sayılmak yalnızca Alevîlere mahsus bir durum değil elbette. Söz konusu coğrafyada bu, çok daha vahim ölçülerde başka şekillerde yaşandı. Ben biraz da hoşgörü kavramına takılıp kalmanın ve bu kavramı fetişleştirmenin bütün bunlarda etkisi olduğunu düşünüyorum.

Hoşgörü yerine başka bir şey önerebilirim: Kayıtsızlık. Canlıların birbirlerinin iyi niyetine muhtaç olmadığı, içinde hedef ve yönlendirme barındırmayan bir düzen içinde var olmaları manasında bir kayıtsızlıktan bahsediyorum. Her hidayete erdiğini düşünen mesajını bir yandakine iletme gayretine düşmese, yandakinin deli divane hallerine bakıp onu düzeltmeye kalkışmasa belki hak etttiğimiz haysiyette bir hayat herkes için mümkün olabilir.

diYorum

 

Yalçın Şahin neler yazdı?

234
Derkenar'da     Google'da   ARA