Patronsuz Medya

Vampirlerin yükselişi

Mehmet Atılgan Aslan - 27 Ocak 2009  


Amerika'da yıllardır ısıtılıp ısıtılıp popüler kültür tüketicisinin önüne sunulan, ucuz sanat eserlerinin en fazla ilham aldığı üç tane konu vardır: Vampirler, uzaylılar ve şeytan!

Hani deriz ya hep "Amerikan halkı çok beyinsizdir, ülkelerini haritada bile gösteremez" falan diye. Böylesine bilimsellikten uzak bir saptamayı özellikle de kendi cahilliklerimizi ve bilimden, sanattan uzak tuttuğumuz, medya maymunlarının yarattığı çetrefilli dünyanın kapıları ardında apolitik yalıtılmışlığımızda, acımasızca boşa tükettiğimiz yaşam kalıplarımızın niteliğine bakmadan yapıyorsak daha büyük bir ayıp işlemiş oluruz.

Amerikan pop kültürü, özellikle gençlerini hipnotize etmeyi yıllardan beri çok iyi başarmış ve bunun bir amacı var: Sisteme olan nefretlerini esrar ve çeşitli uyuşturucuların geçici rahatlamalarında boşaltan, ütopik düşlerini siyasal bir söylemde toplayamayıp gitgide apolitikleşerek zaman içinde çözülen eylemci, savaş karşıtı 68 gençliği, siyasi nefretten çok kişisel nefretlerinin ya da zevklerinin peşinde koşan, mutluluğu Hippilerin paylaşma felsefesinin aksine para harcamakta ve hızla tüketmekte arayan, entelektüel birikimden yoksun yeni bir apolitik alt kültürün yavrularına bıraktı yerini.

Bu yüzden her ne kadar Amerikan 68 kuşağında derin izler bırakan Hippi liderleriyle, ırkçılık, cinsiyetçilik, ya da yoksulluk gibi konulara karşı örgütlenen sivil vakıflarla, uzlaşmaya dünden razı yeşil barışçı ve işçi sendikalarıyla, pembe reformculara kadar pek çok muhalif sesle barışık bir tutum sergilemiyor gibi görünse de aslında Amerikan iktidarları kendine muhalif seslerden çok da fazla şikâyet etmemiştir hiç bir zaman.

Nedeni ise gayet basit: FBI'ın 20 yıl boyunca aradığı ve Amerikan'ın en azılı katili ilân ettiği, oysa şu anda hâlâ Amerika'da serbestçe dolaşan faal 200 seri katilden çok farklı olarak (FBI onu kamuoyuna rasgele adam öldüren bir psikopat olarak duyurmasına rağmen) eylemlerini belli bir siyasi amaç için yaptığını iddia eden ve şu an hapishanede olan, Harvard Üniversitesi mezunu eski bir profesör olan anarşist Unabomber'in şu sözlerini düşünelim:

"Tekno-endüstriyel sistem, sözde 'demokratik' yapısı ve sonuçtaki esnekliğine bağlı olarak, olağanüstü derecede dayanıklıdır. Diktatoryal sistemler katı olmaya eğilimlidirler; sisteme isabetli bir şekilde zarar verecek ve onu zayıflatacak toplumsal gerilimler ve direniş inşa edilebilir ve bunlar devrime yol açabilir. Fakat 'demokratik' sistemde, toplumsal gerilim ve direniş tehlikeli bir şekilde inşa edildiğinde, sistem bu gerilimleri güvenli bir seviyeye çekmek için yeterince esner ve yeterince uzlaşır."

Her ülke kendi korudukları sistemde bilinçli esneklikler yaratarak sistem karşıtı hareketleri sindirmeyi, altını boşaltmayı, oyalamayı, başarmıştır. Tıpkı barış ve anti-kapitalizm yolunda bir zamanlar şarkılar söyleyen Hippi hareketini sindirdikleri gibi. Gelişmiş demokratik devletler, şu güne kadar, siyasi bilinçlenmeden ve temel kültürel alt yapı düzeyinden yoksun olan gençleri konserlere giderek, sokaklarda yürüyerek, karşıtlarıyla kavgaya tutuşturarak, polise taş atarak dünyayı değiştirebileceklerine inanmalarını sağlamayı başarmıştır her zaman. Bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde ise bu esneklikler daha çok, askerin meclise oturması için yaratılmış ve sistem karşıtı vatansever muhalif sesler işkencelerden, gözaltında kaybolmalardan, hapishanelerden ve sürgünlerden geçerek merhametsizce çiğnenip dağıtılmışlardır. Geriye kalan ve evlerinde televizyon karşısında kıpırdamadan oturan kesimi ise din-tarikat-siyasi İslâm parti hareketleriyle hipnotize etmeye devam etmişlerdir.

Bu açıdan Amerikan sistemi, kendisine karşı çıkan çatlak muhalif seslerle her zaman uzlaşmaya vararak kapitalizmin fırsatçılık çarkları içinde öğütmeyi başarmış, hatta bundan ders alan bizdeki kimi 68'ler de kendilerine para kazandıracak daha sessiz ve uzlaşmacı kanallar bulmamış değillerdir.

Amerika'da ve maalesef bütün dünyada en çok satan kitaplara ve müzik gruplarının albümlerine bakın. Amerikan halkı beyinlerini şeytanlı, uzaylı, vampirli, felsefeden ve toplumsal içerikten yoksun, incir çekirdeğini dahi doldurmayacak hikâyelere ve şarkılara emdiriyor, biz de kömür nakliyesi yapan siyasi partilere ve tarikatlara. Amerikan yayımcılık ve film endüstrisi yıllardan beri tekrar tekrar ısıtılıp servis edilen bol kanlı vampir ve şeytanlı hikâyeler ile kendi ekonomilerine çok ciddi paralar kazandırıyor, bizse kendimizi hipnotize eden "takunyalı vampirlere" her sene çuvalla paralarımızı taşıyoruz. Sonra da "yaa şu Amerikalılar ne salak, vampir gibi giyinip şeytana tapıyorlar, uzaylılara inanıyorlar" deyip onların çevirdiği filmlere gidiyor, romanlarını kapış kapış alıp okuyoruz.

Altını çizerek söylüyorum, evet kusursuz kurguları olabilir, heyecan uyandıran, okuma ya da seyir zevki veren eserler de olabilir ama bu onların, sanat düşünürü Ernst Fischer'in de irdelediği gibi "sözde sanat eseri" oldukları gerçeğini asla değiştirmez.

Evet ben de okuyorum, filmlerini de izliyorum. Özellikle de Dan Brown'ın ve Tess Gerritsen'in hiç bir kitabını kaçırmadım şu güne dek. Benim meselem zaten, okuma zevkini tatmış, zengin beğenileri olan önyargılarından sıyrılmış kitap kurtlarıyla değil, sadece ucuz romanlarla, ucuz filmlerle yatıp hayat görüşlerini içeriksiz eserlerin ekseninde şekillendirenlere.

Meselâ, Amerika'dan sonra bizim ülkemizde de çok okunan ve şu günlerde filmi de sinemalarımızda gösterilen, Stephanie Meyer'in Alacakaranlık romanını okuyup da, tutku-aşk-gerilim romanlarının en güzeli sananlar, Fowles'in Koleksiyoncusu'nu okusalar ne düşünürlerdi acaba? (Evet koleksiyoncu da bir vampirdi, ama doğuştan gelen bir vampir değil, tüketim toplumunun ürettiği bir vampirdi ve eğer çok ilginçse, o da bir vejetaryendi.)

Da Vinci Şifresi'ni okuyanlar, Gül'ün Adı'nı okusalar bir de, çok şey mi kaybederler acaba? Hani Eco ustanın da kitap satışları ülkemizde yüz binlere ulaşsa ve bizde de Japonya'da ve Küba'da olduğu gibi nitelikli okuyucuların sayısı çoğalsa, yayım endüstrisi de sektörleşip AKP'nin yabancı viski firmalarına tanıdığı kıyak haklardan faydalanabilse, çok mu kötü olur? (Hatırlayacağınız gibi İngiliz viski firmalarının Türkiye'ye olan vergi borcunu sıfırlamaya karar vermişti geçen hafta Müslüman başbakanımız.)

Popüler tüketim edebiyatını hayatımızdan sıyırmamız gerekmiyor tabi ki. Ama sadece tek taraftan beynimizi beslemek, biraz kültürel dengemizi bozabilir diye düşünüyorum. Nasıl mı? Meselâ bu tarz yüzlerce "ucuz roman" okuyan biri, bir gün bir bakmış kendini yargılanan yazarlara mahkeme kapısı önünde yumurta atan grupla aynı safta buluverir de, "yaa benim entel bir adam olmam gerekiyordu, yüzlerce kitap okumuştum, ne işim var benim burada?" diye kendine soramayabilir bile; çünkü onu bu kişisel sorgulamaya itecek, beynine giden temel düşünce damarlarından biri, popüler kültürün ürettiği sığ kelime dağarcıklı ve sosyal gerçeklikten uzak, toplumsal duyarlık yoksunu, psikolojik derinliği göz ardı edilerek idealize edilmiş yapmacık Hollywoodvari aşk hikâyeleriyle çoktan tıkanmıştır belki de.

Kültürel yönden derin, bizi sorgulamaya ve düşündürmeye itecek ağır edebiyat yapıtlarından zaman zaman herkes sıkılabilir. Kendini maceralara, gerçek dışı ama sağlam kurgulu, daha heyecanla okunabilecek sürükleyici kitaplara yönlendirebilir. (Zaten benim şahsi fikrim: Bir romanın çok yönlü, zengin ve güzel bir dille yazılmış olması onu "iyi edebiyat" kategorisine bu kadar kolay sokmamalı; ucuz romanlara dahi konu olamayacak kadar vasat bir hikâyeyi ağdalı bir dille yüzlerce sayfa yazıp "çok okunan" bir romancı olmak da iyi yazar olmak için yetmiyor bence, bu ayrı bir tartışma tabi.)

Ama sadece eğlence kültürünün içinde yer alabilecek, hayatı yorumlamaktan uzak, Kafka'nın, "Eğer okuduğumuz bir kitap bizi kafamıza vurulan bir darbe gibi sarsmıyorsa, niye okumaya zahmet edelim ki?" sözü gibi beynimizde yeni ışıklar yakmayacak, sadece geçici heyecanlar uyandıran eserlerle kültürel açlığımızı doyuruyorsak, bir gün sahiden de bir vampire dönüşebiliriz!

Örnek mi: Şu an dünyaya yayılan ekonomik krizin baş mimarı Amerika'ya bakın. Halkının tüketim çılgınlığı yüzünden, yani ürettiklerinden ve başka ülkelerden gasp ettiklerinden yüz kat daha fazla tüketen toplumu ve onların çok sevdikleri kutsal devletlerinin yarattığı ve beslediği zenginleri, şu anda merkez bankaları ve uluslar arası tröstleriyle dünyanın kanını emmeye devam ediyor ve bu krizin sonrasında gene en çok onların yüzünün güleceğinden emin olun.

Amerikan halkı da, Jack London, Hemingway, Steinbeck, Poe, Ginsberg, hatta fanatik bir faşist olmasına rağmen entelektüel kimliğinden asla şüphe duyamayacağımız eşsiz şairleri Ezra Pound'u dahi okumak yerine, popüler kültürün insanları en fazla hipnotize ettiği, günümüze uyarlanmış klişe vampir hikâyeleriyle beyinlerini besleyerek "kan emici sistemlerini" savunmaya devam ediyorlar.

* * *

Not: Zeitgeist'i izleyenler yazımın sonunu daha iyi anlayacaklardır. Amerikan halkının saplandığı cehalet bataklığını ve küresel finans krizinden şu anda timsah göz yaşı döken zenginlerin neden daha kârlı çıkacaklarını… Hâlâ aklı başında olan hocalar, özellikle siyaset ve ekonomi bölümlerindeki öğrencilerine bu belgeseli derslerinde izlettirirlerse, kimsenin dinlemediği, dinleyenlerin de iki dakika sonra unutacağı lâf salatası teorik sıkıcı derslerine de ilgi çekici ve öğretici bir renk katmış olurlar. Zaten yediden yetmişe normal zekâlı ne kadar insan varsa çevrenizde hepsine izlettirin, izleyin! Hayati bir derstir Zeitgeist!

Yorumlar

Bir arkadaşımda tesadüfen Türkçe alt yazılı Zeitgeist Divx filmini görünce aklıma bu yazı geldi. Filmi seyretttim. Sakin kafayla daha sonra yine seyredeceğim. Para, borç ve faize dayalı finans sisteminin içinde bulunduğu açmazı çok basit bir matematikle anlatıyor.

Ardından daha ilginç olanı geliyor: Egemen güçlerin neden çözümü imkânsız bir finans sistemini tercih ettiği.

Uzun zamandır kafamı kurcalayan konulardı bunlar. Gazetelerdeki, televizyonlardaki ekonomistlerin problemlerin cevaplarını yine problemi yaratan mekânizmanın sınırları içinde kalarak aramaları yüzünden işin özünü anlamak mümkün olmuyordu.

Filmin Krishnamurti'nin konuşması ile başlaması ayrıca sürpriz oldu benim için.

Seyit Balkuv - 6 Şubat 2009 (12:02)

Bir de banka kredisi almayı düşünenler bu filmi seyretmeden karar vermesinler derim.

Seyit Balkuv - 8 Şubat 2009 (20:11)

Zeitgeist filmini ben de izledim ve evet tüm üniversitelerde izletilmeli, hatta ve hatta bu memleketin tüm okumuş yazmışları izlemelidir. Derkenar'da da bu filmi izleyip iyice analiz etmesi gerekenler ne yazık ki fena halde mevcuttur.

Muhammet Öz - 25 Şubat 2009 (23:01)

Bu arada bir hatırlatma, iki tane Zeitgeist var: Ilkinde ana fikri Hz. İsa diye birinin gerçekte olmadığı ve 11 Eylül saldırılarını Amerika'nın nasıl işlediği ayrıntıları ve tarihi belge-analizlerle açıklanıyor (http://beyazperde. Mynet.com/film/4221/arama/zeitgeist-the-movie) ikincsi ise Zeitgeist: Addendu: IMF'nin ve Dünya Bankası'nın dünyayı nasıl sömürdüğü ve neden para düzenini ortadan kaldırmamız gerektiği, V for Vendetta'nın gerçekleştirmeye çalıştığı devrimden sonra gelecek Venüs Ütopyası'nın hangi kaynaklarla ayakta kalacağı anlatılıyor. (http://video.google.com/videoplay?docid=7065205277695921912) İkisi de izlenmeli, ikisinin üzerinde de düşünülmeli…

Mehmet Atılgan A. - 2 Mart 2009 (04:45)

Çok haklısınız Zeitgeist: The movie de mutlaka izlenmeli hatta ikisi arka arkaya izlenmeli. Ve uzun uzun analiz etmeye başlamalı. Hatta ve hatta abuk sabuk mailleri 198 kişiye yolla milyoner olursun diye yollayanlara özellikle yollanmalı bu iki filmin linki.

Muhammet Öz - 4 Mart 2009 (22:06)

diYorum

 

Mehmet Atılgan Aslan neler yazdı?

85
Derkenar'da     Google'da   ARA