Patronsuz Medya

Misafir

Ekrem Kocaçal - 11 Kasım 2003  


Basmahane'de Ege Palas'ın 213 no'lu oda penceresinde tanıdım onu. Otuz yaşlarında kopil gözlü bir çingene. Önce korkuyla baktı yüzüme, sonra kahkahalarla.

Açık bırakma pencereni be usta." diye sürdürdü, arsız gece işçisi sözlerini. Buyur ettim odaya, şaşırdı." Yok." dedi. "Böyle iyiyim." Bu sözlere de, ben güldüm. Konuşacak sözümüz mü yoktu ne? Gülmelere bıraktık kendimizi.

Bir cigaran var mı?" dedi, pencere pervazına otururken. Bu sefer de sigara ateşi ve duman süsledi sohbetimizi." Evliydim." dedi." İşim de vardı gençliğimde. Çocuğumuz olmuyor, diye tutturdu karım. Topal Hafız'a gitti muska yazsın diye. Bir daha dönmedi. İşte o gün bugün böyle."

Kısacık sözcüklerle anlattı, koca bir yaşam öyküsünü. Sanki borçluymuş da, borcunu ödüyormuş gibi anlattı. Sigarasının uzamış külünü sokağa silkelerken, "Ya sen?" dedi." Ne iş?" Sustum. Öyküsüne henüz başlamamış kayıp zaman adamları gibi.

Israrla baksa da yüzüme, sigarasının bitimine kadar ısrarla sustum. Geldiği gibi gitti sonunda. ikinci kat oda penceresinden.

Cebimdeki parayı ve cep telefonumu donuma sokup uyudum. Açık bırakarak penceresini misafirimin.

* * *

Sabah donumda titreyen telefonuma uyandığımda, günlerdir ayağımdan çıkarmadığım çoraplarımın kokusu, açık pencereye rağmen ciğerlerime kadar işlemişti. Telefondaki kaygılı sesin yorgunluğunu dinlendirirken, gözüm açık duran pencereye takıldı. Kimse yoktu. Pencere, boş bir fotoğraf çerçevesi gibi dimdik durmasına rağmen, içinden firar eden adamı özlüyor gibiydi.

Isınacak mı soğuyacak mı karar verememiş sularla banyomu yapıp, attım kendimi çorap kokulu odamdan. Günışığı sersemi merdivenlerden inip, resepsiyona benzer bir masanın üzerine anahtarımı bıraktım. Çıkış kapısı ne kadar aydınlıktı. Sanki otelden çıktığımda yeni bir boyuta atlayacaktım. Akşamın sarhoşluğundan sıyrılıp kapıya yöneldim." Beyefendi!" diye seslendi bir ses. dönüp baktım kimseler yoktu. Gerçekten bir sesti bana seslenen."Tarzan Cemal'in selamı var." diye devam etti ses.

Zaten adım deliye çıkmasaydı, dün akşamdan beri yaşadıklarım yeterdi delirmeye. Gülmeye başladığım sırada dip tarafta bir oda kapısı açıldı. Dün gece otele girerken beni karşılayan adam, bana doğru yöneldi." Şurda, aşağıda bahar çorbacısı var. Orda bekliyor sizi."

Teşekkür edip çıktım otelden. Mahalle esnafıyla mahallelinin içiçe yaşadığı sokaktan geçerek vardım bahar çorbacısına. Dün gece odamın penceresinden firar eden adam içerde oturuyordu. Demek Cemal'di adı. Tarzan Cemal.

Çorbacıdan içeri girdiğimde, Cemal yerinden kalkıp yanıma geldi. Utangaç gülümseyerek "Geldiğin için sağol be abi." dedi. Beni masalardan birine oturmam için buyur ederken, ekledi:" Ben kötü bir insan değilim aslında. Ama ne yaparsın, hayat kötü."

Gülümseyerek masaya oturdum.Meydan savaşı kazanmış komutan edasıyla karşıma oturup seslendi:

"Ziya baba… bize iki ayak… tam tekmil…"

Sonra bana dönüp, saygılı, "bu ayağı iç, kopamayacaksın bu mahalleden."

Gülüştük." Gülme." dedi, yaşlı adam iki tabak çorbayla masamıza yaklaşırken." Vallahi babanın şu çorbası olmasa, bir gün durmam bu mahallede." Tabakları masaya bırakan yaşlı adam:" Abe. Sıkıyorsa maçan git bu mahalleden de. Gör ananın hörekesini!" Bir kahkaha patlattı Cemal." Babam be! Babam."

Yaşlı adam masadan uzaklaşırken hala söyleniyordu:" Deyyusun oğlu. Elin adamının yanında bozdurdu ağzımı sabah sabah."

İştahla içtik çorbalarımızı. Hiç konuşmadı gözlerimiz. Bir sigara uzattı Cemal, itirazsız yaktık. "Sabah uğradım otele. Sordum ne iş 213'te kalan diye. Kültür mültür, dediler. Ben anlamıştım zaten önemli bir adam olduğunu. Yakınımdır, dedim. Bir yanlışlık olmasın ha. Uyanınca gönderin benim mekâna dedim."

Sustuk. Ne güzel, kısacık anlatıveriyordu meramını. Sessizliğin içinde birden patladı." Baba, abimiz artizdir ha." Sanki bir bomba düştü içime, paramparça oldum utançtan. İmdadıma lokantacı yetişti." Ne bok olursa olsun. senden uzak olsun da. Temiz birine benziyor."

Korktuğum hiçbir soru takip etmemişti Cemal'in sözünü. Her şeyi bıçakla keser gibi kesip atmıştı yaşlı adam. İçim bahar yeri coşkusu. Pişkin sırıttı Cemal." Ölsem aklıma gelmezdi bir müşteriye çorba ısmarlayacağımı."

"Tarzanlık nereden geliyor?" dedim merakla." Oh be!" dedi Cemal." İşte böyle be usta. Konuş allahaşkına. İçine atarsan, allah muhafaza dört kolluya vaktinden önce bindirirler adamı."

Sigarasını söndürürken:" Mahalle takımında kaleciydim bir zamanlar. Ordan geliyor tarzanlık. Altay Genç'e de istediler ama. rahmetli anam göndermedi. İkimize de uzun gelen yorgun sessizlikler bölüyordu sohbetimizi." Bir bira kaktıralım mı?" dedi" çorbanın üstüne." Cevabımı beklemeden kalkıp çıktı dükkândan.

Yaşlı adam masadaki boş tabakları toplarken sordum:" Doğru mu şu topal hafız hikayesi?" ." Doğru" dedi yaşlı adam, suratıma bile bakmadan." Hafız mafız değil o topal deyyus, üfürükçünün biri. Anası mürüvvet göreyim sevdasına düşüp, onikisinde evlendirdi bu garibi. Kız onüçünde. Bu garip ne bilsin evliliği, kadını. Baba da yok ki başta, öğretsin çocuğa.

Bir sene sonra anası tutturdu, çocuğu olmuyor bunun. Kızı hocaya götürecem diye. Ne bilsin kadın, kadın haliyle oğlunun evlendiği kızla bacı kardeş gibi uyuduğunu. Alıp götürüyor kızı topal deyyusa. Topal dokununca bakireciğin karnına, kız iniliyor. Dört çocuklu topal anlıyor kızın durumunu. Dokunurken dürtüveriyor kızcağızı. Kızın hoşuna gidiyor bu durum. Kalıyor topalın evinde. O gün bugün yüzünü gören yok garibin."

Cemal iki şişe birayla girdi içeri. "Sanki kızını verecek Nejat deyyusu. İki şişe bira lan altı üstü. Akşama veririz diyoruz. Karı gibi naz ediyor dürzü."

Biralar benden olsun" deyip elimi cebime attım. "Yapma be usta" diye gürledi Cemal."Misafirimsin sen." Ne söyleyeceğimi bilemedim, çıkardım elimi cebimden.

Cemal'in neşesi yerine geldi. Çakmağıyla şampanya patlatır gibi açtı şişeleri."Bakkal Nejat'ın huyu böyle be usta. Peşin bile alsan şişe parası yüzünden papaz oluruz. Takma sen. Haydi şerefe."

Biraları yudumlarken sigaralar ikram edildi. Şaşkındım. Sanki içimden sıyrılmıştım. Başkalarından çalınmış paralarla bir ziyafet sofrasındaydım. Aslında para falan da yoktu ortalıkta.

Paranın satın alabileceği her şey parasızdı. Ben Cemal'in müşterisi değil, ustasıydım artık, en önemlisi misafiriydim. "Çorbaları bari" diye cılız bir ses çıktı ağzımdan." Baba çorbaları hesaptan düş" diye seslendi yaşlı adama." Usta" dedi, "sen takma Nejat deyyusunu kafaya. Allaha şükür paramız da var itibarımız da şu alemde."

Utandım. onu utandırmış olabileceğim kaygısıyla. Her şey tersine dönüyordu hızla. Beyaz, tüm renkleri kendine çeviriyordu sabırla. Cemal gülümseyerek devam etti sözlerine:" Gerçi sen daha iyi bilirsin ama." dedi, "fazla takılma bu tür otellerde."

Sustuk. Suskunluklar üzerine bir öykü yazma heyecanıyla sustuk." Olur." dedim, biramdaki son yudumu içerken. "Tazelesene lan birasını misafirin" diye seslendi yaşlı adam Tarzan Cemal, bakkal Nejat korkusuyla bana baktı. Bendeki bütün korkularla ayağa kalkıp elimi uzattım. "Kalacaksan bize gidelim, anamdan kalma bir viranem var." dedi elini uzatırken. Hiçbir şey söylemeden, hatta teşekkür bile edemeden elini sıkıp, çıktım Tarzan Cemal'in öyküsünden.

Aklımda Tarzan Cemal'in sözleri:

"Ben kötü bir insan değilim aslında, ama ne yaparsın hayat kötü."

Yorumlar

Sevgili Necdet Şen… Derkenar'da öykümü değerlendirdiğiniz için teşekkürler. Her türlü iddiadan uzak yazdığım çalışmaların, Derkenar içeriğindeki bir sitede yayımlanıyor olması benim için sevindirici.

Şu anda kırksekiz yaşındayım ve bu sürenin neredeyse otuz yıla yakın bir dilimi, devlet tiyatrosunda oyunculuk yaparak geçti. Halen İzmir Devlet Tiyatrosu'nda çalışıyorum.

Mesleğim gereği insana, kullandığı dile bakışım doğal olarak hep farklı bir anlayışla oldu. Dilin ve onun ifade araçlarının -ster beden dili olsun, ister yazı dili- ne kadar önemli olduğunun farkındayım. Ama samimiyetle söylemeliyim ki "Misafir" adlı öyküde yaptığınız düzeltmeler beni şaşırttı.

"Üç nokta" konusundaki hassasiyetinizi biliyorum. "Üç nokta" yı yanlış kullanmadığımı düşünüyorum. Tiyatromuzdaki "Meddah" geleneği tavrını, (ki oradaki esler, ince susuşlar çok önemlidir) "sokak çocuğu" tavrımla yazdıklarıma taşımaya çalışıyorum. Bu çerçevede "Ziya baba… bize iki ayak… tam tekmil…" cümlesindeki "üç nokta" ları son derece işlevsel buluyorum. Aynı zamanda yazım kılavuzlarında belirtildiği anlamıyla -ani bitirilmemiş tümcelerin sonunda- kullandığımı sanıyorum.

Günün birinde "noktasını sen koy, virgülünü sen düşün" öyküleri de yazabilirim; kuralsızlığı bir kural olarak benimseyerek.

Çeşitli cümleler içinde geçen "hiçbir" sözcüğünü "hiç bir" gibi iki ayrı kelime olarak ayırmanız, bana ilginç geldi. Acaba ben mi yanılıyorum diyerek yazım kılavuzuna bir daha ve bir daha baktım. Üzülerek söylemeliyim yanılmadığımı gördüm. Bütün yazım kılavuzlarında "hiçbir" sözcüğü ayrı değil birleşik yazılıyordu. Ancak çok eski bir TDK sözlüğünde bu sözcüğün, iki ayrı kelime olarak yazıldığını görmek de mümkün.

Bir kahramanın kişileştirilmesinde, dil kuşkusuz önemli. "Misafir" adlı öyküde konuşan ihtiyar adam (yani çorbacı) "… kız iniliyor." diyordu. Çünkü böyle bir diyalekt kullanıyordu. Tabii ki sizin düzelttiğiniz gibi "… kız inliyor." olarak yazmak da mümkün. Ama benim yazdığım ihtiyar adam, böyle konuşmalıydı.

Ben noktalama işaretleri konusundaki uyarılarınızı samimiyetle karşıladım ve bundan sonra çok daha özen göstereceğime emin olabilirsiniz.

Benim uyarılarımın da sizin tarafınızdan aynı samimiyetle karşılanacağını umuyor, yakında yeni öykülerde buluşmak üzere diyorum.

Ekrem Kocaçal - 10 Kasım 2004

Merhaba Ekrem. Ben de 48 yaşındayım. Akran olmamız hoşuma gitti.

İstersen "sizli bizli" üslubu bir yana bırakıp hemen konuya gireyim.

"Herşey, hiçbir" ve benzeri bazı kelimelerin yeni yazım kılavuzlarında bitişik yazıldığını biliyorum ve dikkate almıyorum. Hem kendi yazılarımda, hem de diğer yazılarda hepsini ayırıyorum. Buna kapris de diyebilirsin; ama ben her iktidar değişikliğinde o iktidarın militanlarıyla doldurulan akıl-fikir kurumlarının dili böyle maymuna çevirmelerine, kafalarına göre değiştirip durmalarına tepki duyuyor ve itaatsizlik hakkımı kullanıyorum.

Belki ileride birileri Derkenar'dan "TDK'nın buyruğuna rağmen "hiçbir"leri ayrık yazmakta inat eden site" diye söz eder.

Ayrıca şapkasız yazılan "hâlâ, lâzım, lâf, kâr" gibi kelimeler de Kinova gibi kafa derimi kaşındırıyor. Buradan bu şapkayı bir kaldırıp bir koyan "dil" kurumuna dilimi çıkarıyorum.

Üç nokta konusundaki hassasiyetim de doğrudur. Özellikle de noktaların mirasyedi gibi kullanıldığı çok sayıda yazı okumak durumunda kalınca, insan bu nokta bolluğuna gittikçe artan bir tepki duymaya başlıyor.

Üç nokta konusunda herkese sözünü etmediğim bir ikinci hassas nokta da, sitede kullandığım fontun noktalarının çok iri oluşu. Bir başka fontta pek göze çarpmayan bu noktalar Derkenar'da biraz battal duruyor. Kalem işçisi yanım devreye giriyor orada. İstersen sitedeki birkaç bin sayfanın her birine piksel piksel emek veren, her pikseline ruhunu katan bir web kuyumcusunun huysuzluğu olarak da kabul edebilirsin.

Yazında birçok düzeltme yapmamın sebebi, "öyle olmaz böyle olur" türü bir iddialaşma değildi. Düzelttiğim şeyler daha çok aceleye gelip "gözden kaçmış" izlenimi veren hatalardı.

Her neyse, sözünü ettiğin düzeltmeleri yaptım ve yazını o haliyle yeniden yükledim siteye.

Sevgiyle…

Necdet Şen - 10 Kasım 2004

diYorum

 

Ekrem Kocaçal neler yazdı?

394
Derkenar'da     Google'da   ARA