Patronsuz Medya

Kurtuluyoruz!

Tahir Öngür - 18 Mart 2004  


Dünyanın en zengin İdrakyum yatakları ülkemizde bulundu!

Zor durumdayız;
Ülkemiz ve çoğu yurttaşımız uzun dönemdir sıkıntı içinde;
Kurtulmak için çare bulmamız gerekli; ve birileri durmadan çare(ler) buluyor!

İşte sonuncusu: "Türk Dünyası İnsan Hakları Vakfı" bizim için bulmuş.

Neptünyum'un doğada duraylı olarak bulunmayan bir element olduğunu bilmiyor. Kendi dilini, Türkçe'yi de doğru dürüst bilmiyor. Yazdıklarını düzeltmekten aciz. Ama yine de birinci tekil kişi ağzından konuşuyor. Buyruk veriyor. Onun istediği gibi düşünmeyenleri, buyruklarına uymayacak olanları yurtseverlikten atıyor. Kaçacak yer bırakmıyor. İnanmak zorundasınız, bu olmayan doğal kaynağınız ile bin bir gece masalları sizi bekliyor.

Söyleminin kilit cümlesi şu: "Kim işletecek bu madenleri?"

Bu mesaj ilk değil. Bundan önce Toryum'du kurtarıcımız. Ondan önce Bor idi, şimdi de öyle ve hep öyle olacak gibi.

Birileri bizi "madenler işletilmeli, o zaman kurtuluruz; bu konuda aykırı söz söyleyenler onun bunun adamıdır" a inandırmak istiyor. Kolayca inanıyoruz da. Böyle bir mesaj alan bir heyecanlanıyor, bir heyecanlanıyor; mesajı hemen bütün dostlarına "forward" ediyor, kurtuluşu muştuluyor.

Bilgisayarlarının tuşunu bu uğurda tıklatan binlerce el bu ülkenin en seçkin, yurtsever ve eğitimli insanlarının elleri.

Sırada hangi madenler var?

Tamam, definecilik eğilimleri baskın bir toplumuz. Ama, akıllı yönetilemememiz, ekonomik ve toplumsal bunalımlardan bir türlü kurtulamamamızın da bunda payı yok mu? Ülkemizi akıl ve bilim doğrultusunda yönetebilecek kadrolara erk vermiyor, ekonomik ve toplumsal bunalıma düşüyoruz. Zayıfladıkça daha dışa bağımlı oluyoruz. Yine de, akıl ve bilimin yol göstericiliğini bir yana bırakıp, kestirme yollardan kurtulmaya bel bağlıyoruz.

Ülkemizde madenciliğe de, bir ekonomik ve toplumsal etkinlik alanı olarak genellikle gerçekçi olmayan ve çarpıtılmış bir bakış açısı egemen. Bu konuda en göze batan eğilim büyük maden yataklarına sahip olduğumuz ve bunları işletirsek ülke olarak kurtulacağımız, topluca esenliğe kavuşacağımız düşüncesinin yaygınlığı.

Dünyada en zengin yataklarına sahip olduğumuz herkesçe bilinen bor kaynaklarının işletilmesinin engellendiği, bu alandaki engeller aşılırsa borçlarımızı kolayca temizleyebileceğimize öyle derin bir inanç var ki, bunun etkisi ile dünyadaki tüm bor cevheri pazarının 900 milyon dolar/yıl dolayında olduğunu ve tüm cevher pazarını ele geçirsek bile kurtulamayacağımızı göremiyoruz.

Birileri çıkıp altın zengini olduğumuzu söyleyince tanıtlanmış altın cevheri rezervimizin birkaç yüz ton olduğunu göz ardı edip, 6500 tonluk altın rezervi "yalan" ını benimseyiveriyoruz.

Yeni kurtarıcımız ise Toryum. Dünyanın en zengin yataklarına sahip imişik. Ama birkaç gün sonra kötü adamlar çıkıp bunun teknolojisinin gelişmediğini, ticarî pazarının oluşmadığını söyleyip moralimizi bozuyor. Olsun, Neptünyum'la da kurtulabiliriz. Onun da en büyük yatakları bizde. Bu kere de Bulgaristan küçücük rezervleri ile bizden sonra ikinci. Üstelik, bu kez yataklarımızın değeri 2 değil, tam 9 trilyon dolar.

Hadi bakalım buna da bir kulp bulun.

Yine kötü adamlar çıkıp bunun doğada duraylı olarak bulunmadığını, bir rezervimizin de olmadığını açıklamış olabilirler. Biraz sabredin lütfen, yeni bir kaynak daha hazırlıyoruz. Boşuna kafa yormayın, bizim kim olduğumuz önemli değil.

Yeter ki bu madenlerimizi işletelim.

Bunu hep yapıyoruz da, sayısız bilimsel araştırma ile ortaya konduğu gibi neden doğal kaynaklarını üretip ham olarak dışarı satan ülkelerin hiç iflâh olamadıklarını, kalkınma hızları eksi değerlerde, kurumsal sermayeleri gelişmemiş, demokratik kurumlarını olgunlaştıramamış, çoğu iç savaştan zarar görür durumda olduklarını sorgulamıyoruz. Bu alışkanlık yüzünden madencilik sektörünün gücü ve sorunlarını gerçekçi biçimde tartışma olanağı da bulamıyoruz.

Dünyadaki Durum

Gelin "yaramaz çocuk" olalım ve insanlık neleri araştırıp, neler üzerinde çalışıyor bir bakalım.

Farkına varamadığımız bir başka olgu, küreselleşme sürecini ilerleten kapitalizmin az gelişmiş ülkelerin doğal kaynaklarını talan etmede ve doğal sermayesini yok etmede nasıl bir hırsla yol aldığı.

Dünya Bankası ve ilişkili kurumların yönlendirmesiyle son 15 yılda 100'ün üzerinde ülkede Maden Yasası değiştirildi. Artık, madencilik arama ve geliştirme çalışmaları az gelişmiş ülkelere yöneltildi. Dünyada 50 kadar ülke doğal kaynaklarını işlemeden dış satımıyla elde ettiği gelire bağımlı duruma düştü.

IMF bu sektörün liberalleştirilmesi, kamu kurumlarının özelleştirilmesini dayattı. DB, (Dünya Bankası) dayattığı yasal ve idari değişikliklerle bunun alt yapısını hazırladığı gibi, alt kuruluşu olan IFC (Uluslar Arası Finans Şirketi) ile bu girişimlere ortak olarak finans sağladı.

IFC katılımları herhangi bir devlet desteğine sahip değil; özel şirketlere veriliyor; sözde teknik olarak güçlü ve yerel ekonomiyi destekleyecek projelere yöneltiliyor; kârlılık aranıyor. Daha önemlisi, finans kurumlarına MIGA (Çok Yanlı Yatırım Güvence Ajansı) ile güvence vermiş durumda. Bu yolla, siyasal risklere karşı özel girişim yatırımlarına güvenceler sağlanıyor. IBRD (Uluslar arası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası), IDA (Uluslararası Kalkınma Ajansı) vb başka kurumlarıyla doğrudan doğruya devletlere krediler açarak madencilik sektörlerinin incelenmesini, yeniden örgütlenmesini, yeni özel ya da özerk kurumlar kurulmasını, yasal değişiklik hazırlıklarının yapılmasını, devlet şirketlerinin özelleştirilmesini sağladı.

Bunlar olurken bu ülkelerin sorunlarının çözümlenememesi, çevre kirliliğinin artması, yerel halkla çok uluslu şirketlerin arasında ortaya çıkan sorunların büyümesi tartışmaları arttırdı.

Geçtiğimiz yıl Dünya Bankası ve IMF'nin Küresel Madencilik - Madencilik ve Kalkınma kampanyası çerçevesinde bir değerlendirme yayınlandı: Gelişen Ülkelere Madencilik, Hazine mi, Azap mı? Bir ay geçmeden ortalık birbirine girdi. Bu yayına göre 100'den çok ülkede madencilik yapılıyor ve madenci ülke denebilecek 56'sında 3, 9 milyar insan yaşıyor. Bunlardan 3, 5 milyarı gelişmekte olan ya da dönüşüm durumundaki 51 ülkede. DB uzmanlarına göre, yeraltı kaynakları ulusal zenginlikleri oluşturuyor; geride bir iz bırakıyor; dış yatırımda öncelik taşıyor; hükümetler için önemli bir gelir kaynağı oluşturuyor.

Uzmanlar bu ülkelere ilişkin verileri kullanıp 90'lı yıllarda bu ülkelerin kalkınma hızlarını ortaya koymaya çalışmışlar. Buna göre, madenciliğin başat olduğu, dışsatımlarında madenciliğin payı %50'den çok olan ülkelerin ortalama kalkınma hızı % -2, 3; madenciliğin yeri kritik olan, % 15-50 arasındaki ülkelerde % -1, 1; madenciliğin payı kayda değer olan, % 6-15 olan ülkelerde % -0, 7; madenciliği iç pazara yönelik bir sektör olan ülkelerde % 6, 8 olduğu ortaya çıkıyor. Kalkınmakta olan tüm madenci ülkelerde bu oran ortalama % 1, 6; tüm kalkınmakta olan ülkelerde ise % 1, 7 bulunmuş.

Vehbi'nin Kerrakesi

Eh pek de kötü değil görünüyor. Ancak, Çin bu hesaptan çıkarıldığında kalkınmakta olan tüm madenci ülkelerin ortalama kalkınma hızı % 1, 6'dan % -0, 4'e düşüyor. Bu uzmanlara göre farklı bölgelerdeki madenci ülkelerin büyük bölümü, aynı bölgelerdeki başka ülkelerden daha hızlı büyüyor.

DB uzmanları sonuçta, kurumlarını ve kurallarını güçlendiren, yolsuzluğu yenen ve böylece dış yatırımcıya çekici gelen ülkelerin başarılı oldukları sonucuna varıyorlardı, 2002 Mart'ında yayınlanan bu raporlarında.

Ardından sıcak bir tartışma başladı. Önce Los Angeles Kalifroniya Üniversitesi'nden Prof. Michael L. Ross kısa bir değerlendirme yazısı ile DB raporundaki çarpıtmalara dikkati çekti. Ross, önce madencilik ürünleri dışsatımları içinde % 6'dan az olmasına karşı Çin, Hindistan ve Mısır'ın madenci ülkeler arasına katılmasına karşı neden Haiti, Kongo -Brazavil ve Burma'nın bu gruba alınmayışına dikkati çekti.

Belli ki, yüksek kalkınma hızı sağlayan bu ülkelerin verimi ile öteki ülkelerin sorunlarını örtmek umulmuş.

Ross, aynı verileri bu üç ülkeyi dışta tutarak irdelediğinde bütün bu ülkelerin ulusal gelirlerinin 10 yılda % 11 düşmüş olduğuna dikkat çekiyor. Madencilik ürünlerinin dış satımına bağımlılık arttıkça da ulusal gelir daha hızlı düşüyor. Ross, DB raporunda bu alanda yapılmış pek çok eleştirici yayına değinilmezken, bu politikalardan yana birkaç yayının abartıldığını da vurguluyordu.

Sonuçta Ross, DB Raporu'nda yapılan öteki değerlendirmelerde de benzer çarpıtmalar yapıldığını ortaya koydu.

Benzer eleştirileri Friends of the Earth (Yeryüzü Dostları) örgütü de bir rapor ile paylaştı.

Bu tartışmalar sırasında konunun uzun zamandır araştırılmakta olduğu ve çok zengin bir araştırma yazınının bulunduğu anlaşıldı. Örneğin, Prof Ross'un Ekim 2001 tarihli yayınında madencilik ve yoksulluk arasındaki ilişkiyi çarpıcı bulgularla ortaya koymuştu:

Madenciliğe bağımlı ülkelerin toplu yaşam standartları çok kötü.

Madenciliğe yüksek bağımlılık yüksek yoksullukla doğrusal ilişkili.

Madenciliğe bağımlı ülkelerde çocuk ölüm oranları çok yüksek.

Bu bağımlılık, gelir eşitsizliği ile yakın ilişkili.

Madenciliğe bağımlı ülkeler ekonomik şoklara karşı çok duyarlı.

Bu ülkelerde yolsuzluk, otoriter hükümetler, hükümetlerin zayıflığı, askeri harcamaların yüksekliği ve iç savaşlar benzerlerine göre daha sık görülüyor.

UNDP'nin ülkelerin gelir, sağlık ve eğitim düzeylerine göre sıralandığı İnsani Gelişme İndisi (HDI) değerleri madenciliğe bağımlılık ile kıyaslandığında, madenciliğe bağımlılık arttıkça indis değerinin de gerilediği ortaya çıkıyordu. Üstelik 1990-98 arasında HDI değerleri madenciliğe bağımlılık arttıkça gerilemiş.

Bunun gibi maden dışsatımına bağımlılık arttıkça bebek ölüm oranının da artmakta oluşu dikkati çekiyor. Dışsatım içindeki maden oranı % 5 arttığında, 5 yaşından küçük bebek ve çocuk ölümleri binde 12, 7 artıyor. Aynı şey yaşam beklentisi için de geçerli. Yine dışsatımda madenciliğin oranı % 5 arttığında yaşam beklentisinin 2, 1 yıl düştüğü görülüyor.

Bir başka istatistik verisi de maden ya da petrole bağımlı ülkelerin 5 yıllık dönemler için iç savaş yaşaması riski % 23 iken, bağımlı olmayan ülkelerde bu oranın % 0, 5 oluşu.

1997'de tipik bir ülkenin askeri harcamaları bütçesinin ortalama % 12, 5'i. Dışsatımında maden ürünlerin oranının her % 5 artışında askeri harcamalarının oranının da % 1, 7 arttığı belirlenmiş.

Rantiye Devletler

Ross'un 2000'deki bir yayını da doğal kaynaklara bağımlılık ile otoriter yönetimlerin ilişkisini inceliyordu. Ross "rantiye devletler" olarak adlandırılan ve gelirlerinin büyük bölümü dış rantlardan gelen bu ülkelerin daha az demokratik oluşunun nedenlerini irdeliyor. Bunun nedenlerinin "modernleşme etkeni", "rantiye etkeni" ve "baskı etkeni" adlı üç değişik etkenden gelebileceğini öneren araştırmacıların tezlerini tartışan Ross, modernleşme etkeninin doğal kaynaklara dayalı kalkınmada toplumsal ve kültüre değişimler olmadan gelirlerin artmasının demokrasinin gelişmesini besleyemediğini savladığını söylüyor.

Rantiye etkeni ise, hükümetlerin bu yolla elde ettikleri aşırı gelir ile sosyal gerilimleri azaltmasının daha fazla katılıma gereksinimi azaltması olarak açıklanıyor. Vergilerin azalması, harcamaların bolluğu ve toplumsal sınıfların olgunlaşmasının zayıflaması bunun beklenen sonucu olmaktadır.

Baskı etkeni de, daha fazla rant geliri elde eden hükümetlerin baskı düzenine daha fazla yatırım yapabilmesi olarak açıklanmaktadır.

DB çevrelerinin, azgelişmiş ülkeleri doğal kaynaklarını çıkarıp satmaya yönlendiren propagandasının argümanlarının biri de ABD, Kanada ve Avustralya gibi gelişmiş ülkelerin gelişmişliklerinin altında doğal kaynak zengini olmaları ve bunları işletmiş oldukları savı. Bu sava dayanılarak az gelişmiş ülkelere düşük gelir kapanından çıkabilmeleri için doğal kaynakların büyük itkisinden (big push) yararlanmaları öneriliyor.

Bu savı da, Montana Üniversitesi'nden Prof. Thomas Michael Power irdeledi. Power'in bulgularına göre madencilik bu ülkelerin 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarındaki ilk endüstrileşme döneminde madencilik toplam ekonomik üretimin küçük bir bölümünü temsil etmekte ve dışsatımlarında bir ağırlığa sahip bulunmamakta idi ve ABD'nin dışsatımının ulusal geliri içindeki payı 1880-1929 arasında %6, 5 ve 1929-1970 arasında yalnızca %4'lük yer almakta idi. ABD'nin büyük bir iç pazarı bulunmaktaydı. Maden ürünlerinin dışsatım gelirinin ulusal gelir içindeki payı 1860'taki %1'lik düzeyinden 1900 ve 1920'deki %3, 5'e yükseldikten sonra bugüne değin yeniden %1'e düşmüştür. Toplam istihdamın içinde madenciliğin istihdam kapasitesinin oranı da benzer bir yol izlemiş.

Kanada'nın ulusal geliri içindeki madenciliğin payı da 1880'de %1, 1900'da %3, 1900-1932 arasında %2.5 ilâ 3.5 arasında, 1930 sonunda %7, 1940-1975 arasında da %4 oranında idi. Kanada'nın dışsatımında madenciliğin oranı %5 ya da maden dışsatımının ulusal gelir içindeki payı %1 idi. Madenciliğin dışsatımdaki payı yalnızca savaş sonrası endüstriyel büyüme döneminde, 1950-1970 arasında %17'ye kadar çıkmıştı. İstihdam da madenciliğin payı da %1, 6'yı geçmedi.

Açıkçası madencilik ABD'de olduğu gibi Kanada'nın endüstrileşmesinde de belirleyici, başat bir rol oynamamıştı. 20. yüzyılın sonunda bile metal madenlerinin dışsatımdaki payı %1.4'ü geçememekte idi. Avustralya'nın gelişmesinde de bunlara benzer bir süreç yaşanmış.

Zenginler ve Yoksullar

Power aynı yayınında ABD'nde madencilik yapılan eyaletler ile ötekileri kıyaslıyor. ABD'nde 1970-2000 arasında işçi ücretlerinin %20'den fazlasını madencilikten sağlayan ilçeler, ülkedeki toplam 3100 ilçeden 100'ünü oluşturuyor. Bu ilçelerdeki işçi ücretlerinin ötekilerden %60 daha yavaş arttığı; kişi başına gelirin de bu ilçelerde ötekilere göre %30 daha yavaş arttığı; ve bu bölgelerde nüfusun azaldığı belirlenmiş. ABD'nin madencilik yapılan yöreleri bundan yarar sağlayamamış görünüyor.

Bu yörelerde işsizlik oranı daha yüksek. Niceliksel 301 ekonomik ölçek incelendiğinde madencilik yapılan ilçelerin başka ilçelere göre üstünlük sağladığı 1 parametreye karşı iki parametrede geri kaldıkları saptanmış.

Bu üç ülkenin gelişmesinde doğal kaynaklarının işletilmesi ve dışsatımının değil, kurumsal sermaye düzeyinin yüksek, doğal kaynak çeşitliliğinin fazla, bilgi teknoloji ve iş örgütlenmesinin gelişmiş, koruma altında iç pazar, büyük ulusal iç pazar, emeğin kıt toprak ve doğal kaynakların bol oluşunun etkili olduğu sonucuna varan Power, bu etkenlerin bugünkü geri kalmış ülkelerde bulunmadığına dikkat çekiyor.

Doğal kaynaklar ve kalkınma ekonomisi üzerine çok sayıda bilim insanının çalıştığı ve değerlendirmeler yaptığı İngiltere Lancaster Üniversitesi bu alanda kayda değer ürünler vermiş durumda. Bu ekolün başını Richard M. Auty çekiyor. Auty'nin son çalışması editörlüğünü yaptığı ve birkaç bölümünü yazdığı "Kaynak Zenginliği, Büyüme Göçmesi ve Siyasa" adlı yayın bu konuda çok zengin veriler kapsıyor.

Auty'nin değerlendirmesine göre ikinci dünya savaşından sonraki gelişmeleri incelendiğinde kaynak zengini ülkelerin 70'lerin petrol krizlerinden sonra büyüme göçmesi (growth collapse) yaşadıkları; oysa kaynak yoksulu ve üretime yönelmiş ülkelerin gelişmesinin ivme kazandığı görülüyor. Bu arada kaynak zengini ülkelerin küçüklerinin büyüme göçmesine karşı, büyüklere göre daha duyarlı olduğu anlaşılmaktadır.

Auty başka bir çalışmasında (1998) 1960-1990 arasında

kaynak yoksulu 7 büyük ülkenin yılda % 3, 5

kaynak yoksulu 13 küçük ülkenin %2, 5

kaynak zengini 10 büyük ülkenin % 1, 6

kaynak zengini 31 tarımcı ülkenin %1, 1

kaynak zengini 8 petrolcü ülkenin %1, 7

kaynak zengini 16 madenci ülkenin de % 0, 8

büyüyebildiğini göstermektedir. Ülkelerin kalkınma hızları 1980'den sonra hep eksi gelişmiş.

Auty ve Kiiski (2002)'nin çalışmasına göre büyük sanayileşmiş kaynak yoksulu ülkelerin kaynak zengini büyük ülkelerden daha önce genişlemeye başlayıp kişi başına ulusal gelirlerinin %4 daha yüksek bir düzeyde doruklandığını ortaya koymakta. Kaynak yoksulu küçük ülkelerin ulusal gelirleri de kaynk zengini küçük ülkelerden %2 daha fazla artmış.

Gerçek Tasarruf Etkisi

Hamilton (2002) de kaynak zengini ülkelerin kalkınmalarını sürdürülebilir kılmakta zorlandıklarını ortaya koyuyor. Hamilton, sürdürülebilirliğin ölçütü olarak gerçek tasarruf (genuine saving) kavramını kullanıyor. Bir ülkenin ulusal geliri her türlü üretim göz önüne alınarak hesaplanmakta. Ancak, bunlar üretilirken bazı çevresel varlıklar yıpratılıp tüketiliyor, doğal kaynaklar tüketiliyor, kısacası doğal sermaye eksiliyor. Bu kayıplar da göz önüne alındığında gerçek tasarruf bulunuyor.

Doğal kaynakların tükenişi hesaplanırken onların net bugünkü değerleri göz önüne alınıyor. Birçok ülkenin gerçek tasarruflarının eksi ya da çok küçük oluşu kaynak zengini ülkelerin dışsatım yoluyla rant kazanmalarını ne kadar sürdürebilecekleri sorusunu ortaya koyuyor.

Doğal kaynaklarından gelir elde eden ülkelerin bu yolla elde ettiklerini başka ve üretken sektörlere yatırması, insanî sermayeye, kurumsal sermayeye yatırması durumunda gerçek tasarruf oranları yükselebilmektedir. Gerçek tasarruf oranının dünya ortalaması %13, 6; kaynak yoksulu büyük ülkelerde %15, 9 ve küçük ülkelerde %7, 1; kaynak zengini büyük ülkelerde %8, 7; kaynak zengini küçük tarım ülkelerinde %7, 9 petrolcü ilkelerde %2, 9 ve madenci ülkelerdeki ortalama %7, 7. Azerbaycan, Çad, El Salvador, Gambiya, Gine, Haiti, Ürdün, Kazakistan, Lübnan, Lesoto, Malavi, Moritanya, Nijerya, Rusya, Raunda, Suudi Arabistan, Suriye, Uganda ve Yemen 1997'deki gerçek tasarruf oranı eksi olan ülkeler. Gerçek tasarruf oranının ulusal gelirdeki tükenme payı arttıkça azaldığı anlaşılıyor.

Birsdall ve diğerleri (2002) de doğal kaynaklarla insanî sermaye ve büyüme ilişkisi üzerinde duruyor. Yazarlara göre orta okula gidenlerin oranı kaynak zengini ülkelerde kaynak yoksulu ülkelere göre 1975-85 arasında daha yavaş artmış; yetişkin nüfustaki okur yazar oranı kaynak yoksulu ülkelere göre geriliğini sürdürmüş. İnsani sermayeye yapılan yatırım verimliliği, tasarrufu ve yatırımı arttırırken gelir eşitsizliğini azaltmaya yaramaktadır. Kişi başına gelir ile insanî sermaye arasında doğrusal bir ilişki bulunmaktadır.

Woolcock ve diğerleri (2002) de toplumsal gelişmişlik parametreleri açısından kaynak bağımlılığının kalkınmaya etkisini irdelemiştir. Bu yolla, özgürlükler, siyasal serbestlik, bürokratik kalite, yasal düzen ve toplumsal gelişmeye verilen ölçülerle en düşük puanları kahve kakaodan sonra az sayıda işletmede doğal kaynak çıkaran sektör alıyor. Doğal kaynaklarla ilgili de olsa saçılmış çok sayıda işletme söz konusu olduğunda sonuçlar açıkça daha olumlu bulunuyor. Kalkınma hızının 1961-1997 arasındaki değişimi bu ayrıma göre incelendiğinde de nokta kaynaklara dayalı ekonomilerin en düşük gelişme çizgisini sergilediği, 1977'den sonra en hızlı ve büyük düşüşün bu ülkelerde yaşandığı ve toparlanmanın da en geç ve en yavaş olduğu ülkelerin yine bu doğal kaynakların az sayıda noktada üretildiği ülkeler olduğu görülmektedir.

Gylfasson da sabit sermaye yatırımlarının ham ürün dışsatımı ile ters orantılı olduğunu göstermektedir.

Tek Ürün Kapanı

Bu olumsuzluğu açıklamak için de bazı kuramsal kavramlar geliştirilmiş. Bunlardan biri "staple trap" (tek ürün kapanı). Bu kapana düşen ülkelerde devlet, temsil oranı düşük kadrolar tarafından yönetiliyor ve bunlar doğal kaynaklardan elde edilen rantları ayrıcalıklı toplumsal gruplara dağıtır; yavaş gelişen sermaye yoğun endüstriye ve üretken olmayan kamu kesimine yatırımı öne alan siyasetler izlenir; kentleşme hızı azalır ve nüfus dönüşümü sermaye birikimini yavaşlatır, rekabetçi endüstrileşmeye kaynak aktarılamaz olur; tek ürünlerden kolay gelir elde edildiğinden edildiğinden ekonomi buna kısıtlanır ve çeşitlenme engellenir ve ekonominin şoklara dayanıklılığı azalır; emek yoğun endüstrileşmeye geçilemediğinden işsizlik ücretleri düşürür, toplumsal sermaye gelişemez; kişi başına gelir artışı yavaşlar; ekonomi bir büyüme göçmesine uğrar her türlü sermaye aşınır. Düşük büyüme hızlarının yanında nüfus artışı hızlanır.

Bu kapana düşen ülkelerin dışsatıma yönelik doğal kaynak sektöründe üretim sıçradığında bu "Dutch Disease" (Hollanda Hastalığı) denilen soruna neden olur (Findlay ve Lundahl, 1999). O zaman ticarî olmayan ürünlerin üretiminin artmasına ve emek ve sermayenin büzülen üretim sektöründen atılmasına neden olur. Ticari ürünler sektörü ağırlıklı biçimde birincil ürünler üzerinde yoğunlaşır. Birincil ürünlerin dış satımında bir sorunla karşılaşıldığında da büyüme göçmesi yaşanır. Bu süreç reel sektörün ölümü olur.

Özetle, doğal kaynaklarını hızla ve hırsla çıkarıp ham durumda satan ve bu yolla dış kaynak bulup borç sarmalından kurutulmayı uman ülkelerin son 15 yıllık kalkınma hızı çoğunlukla "eksi". Bu ülkelerin doğal sermayelerinin (yer altı kaynaklarının, çevrelerinin, sağlıklı insan gücünün, biyolojik çeşitliliğinin) etkilenişi de göz önüne alınarak değerlendirildiğinde ulusal tasarruf oranları sıfırın altında.

Yani, bu ülkeler sermayeden yiyor! Yani bu ülkeler en değerli varlıklarından oluyor; ama bir daha düzelemeyecek şekilde batağa batıyor. Bu ülkelerde gelir dağılımı gün be gün bozuluyor. Bu ülkeler baskın olarak anti demokratik yönetimlerce yönetiliyor. Okulluluk düzeyi gitgide düşüyor. Yolsuzluk parametreleri çok yüksek. Çoğu iç savaşlardan etkileniyor. Kurumsal sermayeleri de yok ediliyor. Örneğin Jeoloji Araştırma Kuruluşları parçalanıp özelleştirilmek isteniyor.

Çözüm?

Neler öneriliyor? Dışsatım çeşitlendirilmeli. Saydamlık özendirilmeli. Yalnızca demokratik yönetimlere yardım edilmeli. Doğal kaynaklardan elde edilen gelirler denetlenmeli.

Bunun yanında doğal kaynakların dışsatımına ağırlık verilen yerlerde maden gelirleri duraylılaştırma fonu kurulması önerilmektedir.

Yine aynı bilimsel araştırmalar ortaya koyuyor ki, dışsatım kalemlerini zenginleştiren, ham madde satışından kaçınan, eğitime-insani sermayeye yatırımı arttıran, kuru, Çin ve Hindistan. Bu ülkelerin dış satımında madenlerin payı çok az. Ama milyonlarca insan çalışıyor bu sektörde. İç tüketimlerine, endüstrilerini beslemeye yönelik madencilik yapıyorlar. Enerji tüketimlerinin %60-80'i ürettikleri kömürden sağlanıyor. Kişi başına ulusal gelirlerinin 90'lı yıllardaki artış hızı %3, 7 ve %8, 5.

Bu kolay değil. Tasarruf oranları düşük, borç batağındaki az gelişmiş ülkeler bu ussal yolu seçtiklerinde önlerine sayısız engel çıkarılıyor. Kredi bulamıyorlar. Teknoloji satın almaları bile engelleniyor. Siyasal baskılar ve hükümet darbeleri art arda geliyor. Yine de, bu güçlükleri kısmen ya da bütünü ile aşabilen ülke örnekleri var.

Demek ki kurtulmak için ortak akıl, anlak ve bilinçten oluşan bir doğal kaynağa gereksinim var.

Ülkemizde de, us, anlak; siz deyin, "İDRAKyum" yataklarını işlemekten başka kurtuluş yolu yok.

diYorum

 

Tahir Öngür neler yazdı?

407
Derkenar'da     Google'da   ARA