Patronsuz Medya

Zaman Adil Değil

Hakan Tayfun - 14 Eylül 2003  


En kolay yapılan şey düşünmek olmalı. Her an, her yerde yapmak olası çünkü. Babam, "Oğlum, zaman zaman kendini al karşına ve tartış kendinle" derdi.

Çok düşündüm, çok yüzleştiğimi zannettim kendimle, yaşamla, ölümle. Ama hep yeni ve farklı şeyler buluyor insan ya daaslında bütün bunların toplamına hayat deniyor.

Yıllar boyu kendimi toparlayıp o gücü bulabilmeyi, yazmayı istedim. Ayrıntılı, her şeyi. Ne varsa ne yaşanmışsa. Unutmamak için değil sadece. Aslında yazarken yüzleşmek daha olası belki. Kolay kolay unutulacak şeyler değil zaten. Yazarken bile tekrar yaşıyorum, her defasında.

Şimdiye kadar defalarca yazdım. Ama hep yarım kaldı. Parmaklarım hiç yetişemedi düşünme hızıma. Gücümü yitirdim yazarken, yoruldum.

Bir kez daha denemeli belki de.

Sizin hiç babanız öldü mü?

Asistan doktor, elini omuzuma koyarak, korkak ve yorgun bir sesle fısıldadı: "Yeter, yararı yok artık!"

Farkındaydım olan bitenin. 3 aylık maraton sona ermişti. Onca koşturma, onca çaba, uykusuz günler, geceler, çaresizlik içinde yeşertilmeye çalışılan ümit, her şey ama her şey sona ermişti.

Dizlerimin üzerinde doğrulup, gidişine direnmeye çalıştığım babamın soğumaya yüz tutmuş alnına bir öpücük kondurup, yavaşça indim yatağından. Ellerimi başımın arasına alıp ağlamaya başladım. Kısa süre sonra, silip gözlerimi, dışarıda endişe ve artık tükenmeye yüz tutmuş umutla bekleyen annemin ve kardeşlerimin yanına gittim. Yapabileceğim tek şeyi yaptım, sarıldım onlara, ağlamaya başladım. Sessiz, yorgun, güçsüz, tükenmiş.

Çocukluğumda başlayan, "güzel anların ardından kötü bir şeyler olacağı" korkusu yine gerçek olmuştu. O sıcak güney şehrinde yaşadığım güzel bir haftanın ardından eve döndüğüm gece başlamıştı her şey.

Annem, " Oğlum bir haftadır karnı ağrıyor babanın" dedi. O nemli, apartman boşluğuna bakan, yarı karanlık yatak odasında muayene ettim. Elimi karnına dokundurduğumda babamın, yüreğim cızz etti. Henüz tıp fakültesi 4. Sınıfı yeni bitirmiştim ama, biliyordum kocaman karaciğerin iyi bir şey olmadığını. Aklıma gelen düşünceleri kovmaya çalıştım sadece. Anneme söyleyebildiğim tek şey, "Çok önemli bir şey var gibi görünmüyor, yarın hastaneye gider tetkik yaptırırız" oldu sadece.

Yapılan ilk tetkik karaciğer kanseri olduğunu söylüyordu. Sonrakiler biraz daha umut verici idi.

Sonun başlangıcı

Ameliyat planı yapıldı. "Karaciğerin bir kısmını alırsak, yaşam süresini bir bir buçuk yıl uzatırız" diye düşünüyordu hocalarım. Buraya kadar kimseye söyleyemedim olanı biteni. Anneme, kızkardeşlerime. Söyleyebildiğim ameliyatın gerekliliği idi sadece. Öncelikle, tetkiklere, tıbba, bilime güvenmiştim. Tamam, karaciğer kanseriydi ama ameliyat sonrası daha iyi olacaktı. Bir de böyle bir şey söylemek çok zordu, sonra söylerdim.

En önemlisi de, annemin ve kızkardeşlerimin babama sünnetlik çocuk gibi davranmasına katlanamayacağını düşündüm. Sonraları bunun çok büyük bir sorumluluk olduğunun farkına vardım. Yüklenilmesi çok doğru olmayabilecek, taşıması çok zor bir sorumluluk.

Paylaşılsaydı azalırdı belki. Ama hep sakındığım annem ve kızkardeşlerim daha kötü olurdu diye düşündüm geriye baktığımda. Çünkü umutluydum ameliyat sonucundan.

Ameliyat tarihini pek hatırlamıyorum ama, Haziran sonu Temmuz başı olmalı. Ameliyattan bir gece önce babamın söylediklerini hiç unutmadım. "Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamate, ya dönülür ya dönülmez." O ana kadar olaylar hakkında hiç yorumda bulunmayan babamın olacakları hissettiğini ve belki korku duyduğunu fark ettim. Önce boş verip bunları her şey yoluna girecek gibisinden bir şeyler geveledim, sonra sımsıkı sarıldım, gözyaşlarım yüreğime damlayarak, babama en sağlıklı en son sarılışım olduğunu bilmeden.

Kötü haber ameliyat bitmeden gelmişti. "İnop. Tüm karaciğer lezyon dolu, yapacak bir şey yok, biyopsi alıp kapattık". İşte o zaman sonun başlangıcını gördüm. Babamı ameliyet sonrası yoğun bakım ünitesine yerleştirip, ilk fırsatta annemi ve kızkardeşlerimi alarak, o çok sevdiğim, gençlik anılarımla dolu, artık kötü anılara sahip olacağını hissetiğim deniz kıyısındaki lokantaya gittik.

Artık onlar da biliyordu

Kimse bir şey yiyemedi. Lâfı eveleye geveleye, onların anlayacağı biçimde anlattım gerçeği ve o müthiş maraton başladı.

İki ay boyunca yanında kaldım babamın. Doktor olacağıma lânet ettiğim, doktorlara küfrettiğim anlar oldu. En çok da SSK sevkinde zorluk çıkaran doktora küfrettim bağıra çağıra. Çok gücenmiştim, bir meslekdaşımın "Yapacak bir şey yok ki, tıp fakültesinde ne yapacaklar, burada da ölebilir" demesine.

Öğrencisi olduğum fakülte hastanesinde özel bir oda verdiler. Servisteki herkes olacakları bildiğinden biraz da, çok anlayışlı davrandı. Defalarca karaciğer komasına girdi, günlerce bilinci kapalı yattı babam. Zaman zaman bilinci açıldığında yüzler güldü biraz. Sohbet edebildiğimiz zamanlar en mutlu anlarımızdı. Kronik bronşitli, yardımsız düz yolda bile yürürken zorlanan annemin, gözünde koca gözlüklerle, her gün bir başına hastaneye taşınmasına şaşırdım en çok.

Hep hastanede kalıyordum ya, günler sonra kızkardeşlerimle hastane bahçesine çıktım. Çevreye bakamadığımı, güneş ışığının gözlerimi kamaştırdığını, sonradan söylediklerinde hatırladım. Eli öpülesi anne, omuzlarda taşınası kardeşler, bir yandan yürek yangınıyla boğuşurken, bir yandan oğullarını-kardeşlerini düşünüp bana giysiler alıyorlar yeni yeni, hastaneye getiriyorlardı, belki biraz güç olur diye. Onları hastanede deniyordum, küçük büyük olursa üşenmeden götürüp değiştiriyorlardı. Alınanları giyiyordum, ailemi az da olsa mutlu görmek için. Roller karşılıklıydı, herkes yanındakini kollamaya çalışıyordu.

Öylesine acı şeyler yaşandı ki. Ötenaziye karşı çıkılması gerektiğini öğrendim, örneğin. Umutsuz hastaların yaşamlarının tıbben sonlandırılmasına. Bir gece, karaciğer yetmezliğine giren babam, kâbuslar görüyor, sayıklıyordu. Dayanamadım bu haline ve nöbetçi dahiliye uzmanını çağırdım. Önerdiği ve tıbben verilmesi gereken ilâç dozunun yarısını vermeme rağmen babamın karaciğer komasına girmesi beni kahretmişti. Evet verilen ilâç çok anlamlı bir doz değildi ama, bu durum kendimi suçlamama engel olmamıştı. O zaman anladım ki ötanazi yapılabilir bir şey değil. Ve o zaman anladım, sevdiğin varlık nefes alıp veriyor, sorduklarında sağlığı iyi olmasa da var diyebiliyor musun, o bile yeter.

Sonra, her gün defalarca kan almak gerekiyorken, asistan doktorun yalvardığını gördüm, "Hakan ne olur sen al, ben utanıyorum artık ve çok zor alıyorum" dediğini. Ta o zamanlar öğrendim bir damarı milim milim kullanıp, patlatmadan günlerce kan alabilmeyi, sonradan uzmanlık eğitimi süresince karşılaştığım çocuklarla uğraşırken değil.

Bir kez eve izinli gelmiştik. 10 ya da15 gün evde kaldık. Hastanedeki düzen aynen devam ettiriliyordu. Takibi, tedavisi her şeyi. Aileden biri yanında bekliyor, çok çok yan odada uyuyor, saatte bir uyanıp takip ve tedavi yapıyordum. Geriye bakıp düşündüğümde, tamam diyordum ben tıp fakültesi öğrencisiyim, ünvanım stajyer doktor, ben biliyorum ya daöğreniyorum. Ya ailedekiler? Çok ağır bir yüktü onlar için. Kısa sürede bir sağlık profesyoneli gibi çalışmayı öğrenmişlerdi. Onlar sıra dışıydılar, eli öpülesi, omuzlarda taşınılası.

Çok sık düşünmüyordum bunları da geçenlerde bir dostumun sıkıntısında aklıma geldi söyleyemedim o an. Bir defasında evdeyken kan verilmesi gerekmişti. Kan tetkikleri hastenede çalışılmış ve verilecek kan buz kabında eve getirilmişti. Kan verilmiş, tam bitmeye yakın tepkigelişmişti. Biliyordum bu durumda ne yapılması gerektiğini. Her şeyi yaptım. Ama tam olarak sonlanmadı reaksiyon. Koşarak iki apartman ötedeki o çok sevdiğim (belki de bu yüzden, sonraları ölüme teğet geçmiş) doktor ağabeyi çağırdım. Birkaç dakika sonra eve geldiğimizde tablo hafiflemiş, doktor ağabey "Her şeyi yapmışsın, bekleyelim" demişti. Gerçekten kısa süre sonra her şey kontrol altına alınmıştı.

Birkaç gün sonra hastaneye döndük, evden son kez birlikte çıktıktığımızı bilmeden.

Defalarca ameliyata girdim, gece gündüz. Babamın bilinçsiz olduğu zamanlarda, biraz da vakit geçirmek için, babamı bir doktora emanet edip.

İnsan babasının acısını uzaktan da hissediyor

Tam 15 yıl önce o sabah yine ameliyata girmiştim, genel cerrahîekibi ile. Birden müthiş bir yürek acısı duydum. Biraz yaşlı olsaydım, kalp krizi geçiriyorum derdim. Ameliyattan da çıkamadım, hocaya, asistana vs Lâf anlatmam gerek. Çok geçmeden telefon çaldığında anladım yüreğimdeki acının ne olduğunu.

Telefon sesini duyar duymaz kimseye sormadan ameliyat masasından ayrılıp eldivenlerimi çıkardım acelece ve o arada duydum bana seslenildiğini "Dr. Hakan Bey, servisten aradılar, sizi istiyorlar".

Apar topar servise çıktığımda tahmin ettiğim şeyle karşılaştım. Babamın kalbi durmuştu. Hemen kolları sıvayıp ekiple birlikte kalp masajına başladım. Neyse cevap vermişti babamın bedeni, o gün iki defa daha olacağı gibi.

Hiç düşünmeden dahil olmuştum ekibe. Kimse de müdahale etmemişti, sen girme, dışarıda bekle vs gibi. Sanki o ekibin bir parçasıymışım gibi katıldım onlara. Sanki orada yatan kendimden bir can değil gibi. Öylesine çaba gösterdim ki her defasında, profesyonelce mi demeli.

Lisedeyken, bir hastanede geçen olayların ve doktorların anlatıldığı bir TV dizisi vardı. Dizinin bir bölümünde, trafik kazasında tankerle çarpışan otomobildeki anne ve iki çocuğu ölmüş, tanker sürücüsünü hastaneye getirmişlerdi. Sürücü ameliyata alınmış, cerrah ameliyatını bitirdikten sonra oturmuş, ölen karısı ve çocuğu için ağlamıştı. Çok etkilenmiştim bu olaydan o zamanlar. Trajedisinden değil de, doktorun yaptığına bakıp, olamaz böyle bir şey, tam bir profesyonellik, film icabı olmalı diye düşünmüştüm, başıma gelecekleri bilmeden. Bu olayı çok sonraları hatırlamış ve az çok paralelliğini geriye dönüp baktığında fark etmiştim.

Sonraları gördüm ki ne yorucuymuş insanın kendinden bir cana böyle müdahalelerde bulunması. Hele de kalp masajı sırasında elinin altında kaburga kırılıyorsa (ki çok nadir değildir bu durum). Kırılan kaburga senin kaburgandır.

Belki de bunlar yüzünden artık sevdiklerimin sağlık sorunlarında paniğe kapılıyorum kimseye hissettirmesem de. Ama muayene etmekte bile zorlanıyorum ve çok yoruluyorum.

Doktor da olsan ölüme karşı duyarsızlaşamıyorsun

Öğrencilik yıllarımın son tatili, sonu acıyla biten koşturmayla geçmişti. Tam bir hafta sonra 5. Sınıfa başlamıştım. Günler sonra staj arkadaşları gelip, "Hay allah kötü bir olay duyduk, başın sağ olsun, ama senin tavrından hiç anlaşılmıyor ki" demişlerdi. Belki de tüm bunlar meslekîprofesyonellikten öte, hep şahit olduğum, ailemde gördüğüm tavrın bir yansımasıydı. "Gözyaşını içine akıt, işini gereği gibi yap". Ne ilginçtir ki, üniversite öğrenciliğimin en başarılı yılı da beşinci sınıf olmuştu.

Hastanedeyken, fotografçı-gazeteci bir arkadaşımdan Almanya'ya yerleştiğini bildiren bir mektup almıştım. Çok bunaldığım bir gece oturup cevap yazdım mektubuna. Bittiğinde bir arkadaşa yazılmış cevap mektubundan öte, ancak çok yakın dosta yazılabilecek paylaşım olduğunu fark etmiş ve gönderememiştim.

Öyle çok düşündüm ki.

Sevmekten korkmaya başladım. Yitiriyordum çok sevdiklerimi. Ki sadece bu olay değil bana bunu düşündüren.

Çok yorulduğumu düşündüğüm zamanlar oldu. Herkesin acısı ve yorgunluğu kendine, herkesin yaşadığı kendine çoktu. İnsan en çok onu yaşamıştı çünkü. Ve anlaşılmak beklentisinden vazgeçtim. Herkes en çok kendini anlıyordu. Ali Türkan'ın bir mektubunda okumuştum benzer şeyi:

"Ta çocukluğumdan beri, zayıf düştüğüm anlarda, bir derdimi, bir özlemimi anlatmaya çabalarken, hep "aaa benim de" diye sözümü kesti yakınımdakiler. En çaresiz anlarımda bile konunun kendileri olduğunu hatırlattılar bana. Ben de anlatmayı bıraktım uzun süredir."

(Anlatmayı bıraktım uzun süredir → Ali Türkan)

Ne ilginç sadece oyalanmak için bir film seyrettim. Kötü bir film olmasına rağmen, yine de etkileyici bir sahnesi vardı; filmde maceradan maceraya koşan esas kadın, zaman içinde yolculuk yapıp babası ile karşılaşıyor. Akılda kalan tek cümle şuydu:

"Zaman adil değil."

diYorum

 

Hakan Tayfun neler yazdı?

130
Derkenar'da     Google'da   ARA