Patronsuz Medya

Vicdanın elvermemesi: Vicdanî Ret

Ahmet Deniz Ölmez - 4 Temmuz 2008  


"Kan, kurşundan silinince
Kardeş olur eller bana…
Silahları ne edeyim
Benim sevgim mavzer bana…"
(Ülkü Tamer)

Vicdanî ret kavramı, doksanların başından bu yana ülke gündemimizde yer almış olsa da, kavramın asıl olarak dikkatleri çekişi, eylemsel kimliğini kendilerinde bulduğu Mehmet Tarhan veMehmet Bal gibi vicdanî retçilerin başına gelenler* nedeniyledir.

Peki nedir vicdanî ret?

En basit anlatımıyla, kişinin, sahip olduğu ahlâkî değerler bağlamında, askerî mantığa karşı oluşu ve bu doğrultuda, askerlik görevini "vicdanen" reddetmesidir.

Bu konuda, temelde, üç farklı görüş olduğunu söyleyebiliriz:

İlki, resmî görüş, ki bu, yasal olarak hiç bir dayanağı olmadığı hâlde, vicdanî reddi yasaklayan, vicdanî retçileri yargılayan (işkence eden; işkenceci) görüş oluyor.

İkincisi, entelektüel görüş: Bu da kendi içinde ikiye ayrılmış durumda; medya içinde, reddi destekleyenler ve sorgulayanlar (karşı duranlar) olarak.

Üçüncüsü ve sonuncusu, halk görüşü (topyekûn olmasa da, genelleme yapabiliriz): Burada, vicdanî ret, akla gelen en basit anlamıyla, yani, askerden kaçmak olarak algılanıyor. (Birçok kişinin kavramın mevcudiyetinden habersiz olduğu gerçeği de unutulmamalı tabii.)

Halkın, durumu, basit anlamda "askerden kaçış" olarak algılayışının dayanağını medyaya, onun dayanağını da -elbette- resmî ideolojiye dayandıracak olursak, bu konuda muhatap alınacak ve sorgulanacak tek görüş "resmî görüş" oluyor.

"Resmî görüş"ün bu konuda neden bu kadar (hatta "bu kadar"sız) radikal olduğu sorusuna mantıklı cevap bulabilmek ise biraz (hatta 'epey') güç…

Vicdanî retçilerin hepsinin yargılandığı ortak konu "halkı askerlikten soğutmak" 'suçu'…"Yani" diyor Silahlı Görüşler, "sizin yaptığınız halkı kışkırtabilir ve askerliğe karşı topyekûn bir karşı duruş meydana getirebilir."

Burada durmak ve biraz düşünmek gerekiyor. Maddeleyelim:

(1) Silahı, hiç bir durumda öldürmeyi ve savaşı sevmeyen bir kişinin, tamamen şahsî olarak, "ben bunu istemiyorum" demesi, neden topyekûn bir "soğuma"ya neden olsun ki? Kaldı ki, eğer halk, bu kadar soğumaya meyilliyse, burada, 'Silahlı Görüşler'in suçu biraz da kendisinde araması gerekmez mi? Dahası, açığa çıkabilecek böylesi bir durumda (soğuma eğilimi), vicdanî retçiler, Resmî Silahlıların kendilerine çeki düzen vermesi için ortaya bir şans çıkarmış olmuyorlar mı? Öyle ya, madem ki böyle bir "tandans" mevcut, çatlak zeminde su ne kadar daha akar ki…

(2) Vicdanen -vicdanı- reddetmiş birisinin 'bünyesini' "zorla" askere aldığımızda, örneğin bir sıcak çatışma sırasında, ondan nasıl bir verim bekleyebiliriz ki? Kişi, ben silâhı, savaşı, bombayı sevmiyorum demiş bir kere… Ruhu başka yerde olacak onun… "Ruh-beden uyumsuzluğu" ile siz, zaten baştan reddedilmiş olmuyor musunuz, vicdanca?

Bu noktada yaşanmış bir olaydan örnek vermek istiyorum: Doğuda, sıcak bir çatışma sırasında, askerlerden biri, karşı safta yer alan bir savaşçıyı punduna getiriyor. Tüfeğini ona doğrultuyor, ama o sırada "o da emir kulu ben de, onun da çocukları var belki…" diye düşünerek tüfeğini indiriyor ve vurmaktan vazgeçiyor. Sonra, oturup ağlıyor. Ve bu yaşadığı anı şiire döküyor. Öncelikle şiire bakalım:

Ağladım Anne

Hedefim insandı, vur emri geldi
Ellerim titredi, ağladım anne
Bir sağıma baktım bir de sol yanıma
Yüreğim sızladı, ağladım anne

Gecenin yarısı, dağın başında,
Siperde beklerken, ay ışığında
Hedef oldu, durdu karşımda
Yüzümü çevirdim, ağladım anne

Yolun karşısında, yakın yerdeydi
Gördüğüm kadar, genç de biriydi
Bir taşın dibinden, kalktı yürüdü
Ardı sıra baktım, ağladım anne

Onun da yolunu, bekleyen vardır
Anası babası, sevdiği vardır
Belki de yuvası, yavrusu vardır
Kıymadım vurmaya, ağladım anne

O da benim gibi, emir kuluydu
Belli memleketi, güney doğuydu
Bilmem ki o da beni, vurur muydu
Ben ona kıymadım, ağladım anne

Dağların başında, nöbet beklerken
Ay ışığında, hasret çekerken
Sizden uzaklarda, şafak sökerken
Bir sigara yaktım, ağladım anne

Asker, burada, belki askerliği tamamen reddetmiş olmuyor; ama o sırada, vicdanı, "öldürmeyi" reddediyor. Bu hümanist davranış yüreklere gayet hoş geliyor elbet; fakat kim garantisini verebilirdi böyle bir davranışın bedelini tüm bölüğün ödemeyeceğinin? Öyleyse… Öyleyse, askeri koşullar içinde, bunu, bir de en başından reddetmiş vicdanlar için düşününüz lütfen.

(3) Ağır vergilerle, işsizlikle, eğitimsizlikle, parasızlıkla yaşama tutunmaya çalışan halka, bir de, "zorunlu kamu hizmeti yapacaksın" deniliyorsa illa, bu, neden kaçınılmaz şekilde askerlik olmak zorunda? Yani, ahlâkî değerleri askerlik yapmaya elverişli olmayan bir kişiye neden ille de "hayır, yapacaksın!" denilir ki? Diğer birçok ülkede olduğu gibi, bu, neden başka bir kamu hizmeti yapılarak ödenebilecek bir "borç" olmuyor? Örneğin, Almanya'da, silâh altına girmeyi istemeyenler, gönüllü kuruşlarda çalışarak bu yükümlülüklerini ikame edebiliyorlar. Almanya gibi birçok örnek varken, sormak gerek; bunu yapamayacak olan tek ülke biz miyiz?

(4) Bu ülkede, hâlâ en saygın kurum olarak askeriyenin görüldüğü ve binlerce gencin asker olma hayallerinin var olduğu, silâh hayranı olduğu, bilindiği hâlde, "işkenceci-silahlı ve resmî görüşlüler" neden bu "potansiyeli" değerlendirmekle uğraşmaz da, vicdanî retçilerle "zaman harcar?" Onları iki gün-beş gün dövmekle, toplumdan dışlamakla ele ne geçer ki? "Profesyonel askerlik" denilen kavram üzerinde biraz daha düşünüp, ülke potansiyelimiz açısından bunu değerlendirme yoluna gitmeyi düşünsek acaba çok mu hata yapmış oluruz? Askeriyemiz siyaset sevdasından madem ki vazgeçemiyor, neden bu alanda siyaset yapmayı denemiyor?

Kısacası, işin özü şu oluyor; kimseye, vicdanının kabul etmediği bir iş zorla yaptırılamaz. Bu, çok ilkel ve çağdışı bir yöntemdir. Bugün, inançlı bir kişiye, "inanma!" baskısı yapmak ne kadar despotça ise, silâhı, savaşı, öldürmeyi kabullenmeyen kişiye, silâh verip, savaşa gönderip, "öldür" demek de, o kadar despotça ve saçmadır.

Son olarak, ülkemizde tabu edilmiş bir konuya karşı duran ve bunun diyetini oldukça acı şekilde ödeyen vicdanî retçilerin, askerden kaçmak için bunu yaptığı düşüncesinin kırılmasını umut ediyorum. İnanın, 6-15 ay askerlik yapmamak için günlerce süren o işkencelerin ve insanı travmaya sokan toplumsal baskının altına, salt bu amaçla kimse girmeye cesaret edemez. Bu, hayata karşı bir duruş örneğidir.

* * *

Mehmet Tarhan ve Mehmet Bal gibi retçilerin başına gelenleri anlatmak, yazının imkânlarını zorladığı için, izninizle, burada, sizi, konuyla ilgili bir röportaja yönlendirmek istiyorum: http://www.savaskarsitlari.org/arsiv?ArsivTipID=1&ArsivAnaID=26543

** Şiir, aynı zamanda Selda Bağcan tarafından bestelenmiştir.

Yorumlar

Hadi canım. Her gün ölen Vatan evlâtlarının yerine Avrupa birliğinden yardım isteyelim o zaman. Ne ölmeye cesaret ne ölene metanet var, ne güzel ülkeyiz yani…

İlker Gökçen - 20 Temmuz 2008 (02:25)

"İnsanlar kendi arzuları dışında ölüme gönderilmemeli" biçimindeki bir dileğe "hadi canım" ya da "cesaretsiz" gibi karşılıklar vermek pek zarif kaçmıyor. Özgür bir birey "vatanım uğruna ölmeye hazırım" diyebildiği kadar "hiç bir dava uğruna ölmek istemem" de diyebilme hakkına sahip olmalıdır.

Necmi Ziya - 21 Temmuz 2008 (12:36)

Necmi Ziya Bey'e tavsiye…

Ülkemin eli kalem tutan insanı diğer hiç bir şeyle ilgilenmeyen kesimi kadar ilginç. Gören de sanır ki biz İsviçre'de, İsveç'te yaşıyoruz; tadına doyulmaz bir özgürlük, refah, medeniyet denizinde yüzüyoruz. Hiç bir dava uğruna ölmek istemeyenler, tinercilere de kapkaçcılara da evlere girip hane halkını okşayanlara da omuz silkmişti. Şimdi, herkes neden bu şehirde yaşanmaz demeye başladı acaba? Silaha karşı olmak ya da yaşama hakkını savunmak, bu ülkede altımızdaki toprak kaymasın diye her gün onlarca çocuğumuzun öldüğünü görmeme körlüğünü gerektirmez. Aynen şu an darbeye karşı olanların yapılan tezgâha göbek atıp tezgâha gelmeleri gibi taraf olursunuz o zaman…

İlker Gökçen - 21 Temmuz 2008 (17:47)

Sevgili Gökçen, her gün onlarca çocuk sanırım sizin zihninizde ölüyor. Bu ülkeyi hangi yayın organından izliyorsunuz merak ettim.

Kaldı ki, değil onlarca, yüzlerce çocuk ölürken bile biri çıkıp "ben savaşmak istemiyorum" deme hakkına sahiptir. Bunu diyebilmek için ille de İsveç'te yaşamak gerekmez. Vicdan bulunduğu ülkenin düzenine göre renk değiştiren bir bukalemun değildir.

Necmi Ziya - 21 Temmuz 2008 (23:56)

Böyle konularda samimiyetle kafam karışıyor ve bunalınca sesli yazılı düşünmek geçiyor içimden.

Bir yandan vicdanî retçilere hak vermekle birlikte bir de şunu düşünüyorum; sarıkamışta 90. 000 askeri donduran da bir paşaydı, Kurtuluş Savaşını veren Atatürk de…

Onlarca yıl bitip tükenmek bilmeyen savaşlarda savaşan halk arasında da retçiler çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı zamanında bile. Sanırım balık her zamanki gibi baştan kokmakta. Size ölmeyi emrediyorum diyen bir komutanın arkasından giden ordu, komutanının savaşma sebebinde bir haklılık görmüş olmalı.

Barışalım, barış içinde yaşayalım vakti geldiğinde bizim için değerli olan her şey için de savaşalım ama bizi bu duygularımızdan ötürü piyon olarak kullanmalarına izin vermeyelim.

Selin Yılmaz - 28 Temmuz 2008 (16:16)

Kafadan şunu belirteyim ki, ben askerliğini 16 ay olarak kıtada yapmış ve NATO tatbikatlarında takdir almış biriyim. Bunu övünmek için değil, bazı yanlış anlama meraklıları için söylüyorum.

Askerlik yapıp yapmama konusunda kafam hiç karışık değil.

Bana yıllarca durmadan şarj edilmiş ve doğuştan kendime ait olduğunu sandığım duygular yüzünden, birilerinin savaşında piyon olarak kullanılmak da istemem.

Bizim için değerli olup da, uğrunda savaşmak gereken şeyleri kâğıda yazıp bir bakın bakalım, acaba hangilleri gerçekten bizim kendi düşüncemizdir?

Benim iç ve dış düşmanlarım kimlerdir?

Niye düşmanım olmuşlardır?

Yoksa büyüklerimiz bu hesabı bizim adımıza çoktan yapmış bitirmiş midir?

Biz de hemen gidip "onları" halledecek miyiz?

Piyon başka nasıl olunur ki?

Kafam hiç karışmadığı halde karıştı deyip, sözü yine güzelce savaşa bağlamaya çalışmıyorum.

Can, mal, ırz söz konusu olunca insan gayrı ihtiyari dikilir ama günümüzün savaşları bunlar için yapılmıyor artık, aç gözlülük ve lüks hayat için yapılıyor.

Savaş politikacıların işidir ama nedense ölmek hep gariban halka emredilir.

Bizde bu kuraldır zaten, ilk eğitimde resime, müziğe veya beden eğitimine hiç yatkın olmayanları sopa zoruyla yatkın yapmaya çalışır, yatmazsa sınıfta bırakırız. Bir bahane bulup savaşmaya can atanlar sayıca zaten ezici üstünlükteyken, bırakın kan dökmeye yatkın olmayanlar da dökmesin. Fırıncıya, balıkçıya, şaire de ihtiyacımız yok mu bizim?

Ali Sedat Çetinkoz - 28 Temmuz 2008 (18:52)

Her canlının yaşam hakkı var ve bu hakkı sadece Azrail alıyor, o zaman vicdanınız Azrail"e karşı neden duyarsız kalıyor? Sistem, yaşama bakış, para, vb ortadan kaldırılmadıkça (ki bunu uzaydan gelenler kaldıracak) vicdanî red bana saçma.

İlker Koçak - 10 Eylül 2008 (03:05)

Bizim en büyük sorunumuz her şeyi bugün üzerine ele almaktır. Gelecek ve geçmiş, yaşamda çok büyük bir öneme sahiptir bu ikisini iyi bilmek gerekir, insan bir şeyi sevmeyebilir veya vicdanına kabullendiremeyebilir ama bunun ne olacağını ve sonuçta insana ne getireceğini de bilmelidir.

Eğer ki bir insanın başka bir insanın canına kıymayışını islâmi bir davranış değil, osmanlıdan kalan aman dileyene kılıç kaldırılmaz değil de hümanist bir davranış olarak ele alabiliyorsak daha sizin yazacağınız çok yazı vardır ve bizim de hepsine elbet bir cevabımız olur.

Şakir Çelebi - 18 Ağustos 2009 (14:07)

diYorum

 

Ahmet Deniz Ölmez neler yazdı?

254
Derkenar'da     Google'da   ARA