Patronsuz Medya

Çatışan Uygarlıklar esnek Batı'nın zayıf surları

Zbigniew Brzezinski - NPQ söyleşi, 1993

Künye - Zbigniew Brzezinski, NPQ Türkiye, Cilt 2, sayı:7, Sayfa:6-11, Çeviren: Levent Cinemre  


Jimmy Carter'ın ulusal güvenlik danışmanı olan Brzezinski, 1993 yılında yayınlanan kitabı Out of Control'da, Amerikan kültürünün "cornucopia"sının, ABD'nin Soğuk Savaş sonrası dönemde önder bir rol oynayabilmesine köstek olduğunu söylüyor.

(Cornucopia: mitolojide bolluk simgesi olarak kullanılan, içinden meyveler taşan boynuz.)

Söyleşi, NPQ Yayın Yönetmeni Nathan Gardels, tarafından Washington'da yapıldı.

* * *

NPQ: Soğuk Savaş sonrası dönemde dünya meselelerindeki ana sorunların ideolojik ve ulusal değil, daha çok felsefî ve kültürel kaynaklı olduğunu söylüyorsunuz.

Uluslararası ilişkilere geleneksel jeopolitik bakış tarzımızın, yani uluslar veya bloklar arası güç dengelerinin yerini jeokültürel çelişkilerin, "uygarlıklar arası bir çatışma"nın mı almaya başladığı anlamına geliyor bu?

Zbigniew Brzezinski: Dünya artık çok daha iç içe bir hale geldi. Aynı zamanda politikaya heves duyulmasına neden olan konular da çok farklılaştı. Gelişmiş dünyada, sosyal yaşamın eskiden ulusal sınırlarla veya rekabet halindeki ideolojik sistemlerle ilgili tartışmaları artık yerini "güzel hayat"la ilgili tanımlamalara ve hatta nihaî olarak bireyin "insani güvenilirliğinin" sınırlarına ilişkin sorulara bırakıyor.

Örneğin bizim toplumumuzu ele alalım. Hayat ne zaman başlar veya ne zaman sona ermesi gerekir, her iki durumda da bu seçimi yapmak kimin hakkıdır gibi sorular en fazla ilgi uyandıran konular. Kürtaj, ötanazi ve -giderek artan oranda- plastik cerrahîden genetik mühendisliğine geçiş, en çok tartışılan belli başlı konular olmaya başlıyor. Bir anlamda bugünün en önemli tartışma konuları ulus devletin sınırlarından çok kişinin sınırlarıyla ilgili sorunlar.

Biz bu felsefî meselelerle başa çıkmaya çalışırken, yalnızca toplumların kendi içlerinde değil, birbirlerine ticaret, ulaşım ve iletişimle bağlı kültürler arasında da kaçınılmaz olarak çatışmalar yaşanıyor ve yaşanacaktır.

NPQ: İnsan hakları ve bireyin özgürlüğü konusunda daha şimdiden bir çatışma yaşanmıyor mu? Bireyin teslim olup boyun eğmesini savunan îslâmî kültürü de, "tüm çivileri çakmayı" ve otoriteye sadakati ("yumuşak otoriterizm") savunan Konfüçyusçu kültürü de, Batı liberalizminin birey özgürlüğü anlayışıyla aynı kıstaslara göre değerlendirmek mümkün değil.

Zbigniew Brzezinski: Bundan böyle artık insan hakları bile, dünyanın büyük oranda totaliterizmin tehdidi altında olduğu zamanlarda yapıldığı gibi sadece politik açıdan tanımlanamayacaktır.

İnsan hakları tartışmasının kendisi bile daha şimdiden insanların "güzel hayat"ı nasıl tanımladıkları gibi karmaşık bir sorunun cevabını gerektiriyor. Bu tanım, bugün, hayatın bir bütün olarak değeri gibi "nazik" konuları işin içine katıyor ki, bunlar da tek başına maddî ya da siyasî boyutlarla sınırlanamaz. "Güzel hayat"ın tanımı, erdem, ahlâkî düzen ve ruhsal inancın daha derin bağlılıklarıyla ilişkilendirilmelidir.

NPQ: Yirminci yüzyılın ikinci yarısına ait eski sorunlar bile henüz çözülmemişken, insanlık durumuyla ilgili bu yeni felsefî sorunlar öne çıktı. Deng Siaoping, Tiananmen katliamının ardından insan haklarının iyileştirilmesi için Çin'e yapılan baskıya atfen "Amerika ile Çin arasında yeni bir Soğuk Savaş var" demişti. Malezya Başbakanı Muhammed Kiahathir de, Batının "insan hakları emperyalizmi" olarak adlandırdığı olguya açıkça cephe alıyor.

Zbigniew Brzezinski: Bu çelişkinin bir kısmı, insan haklarının politik tanımının, ideolojik çelişkinin bir parçası olduğu eski dönemin kalıntısıdır. Bu çelişki ne kadar önemli olursa olsun, inanıyorum ki Batı'da bizler bu tür geleneksel tartışmaları aşma yönünde ilerliyor, insanoğlunun gerçekte ne olduğu, insan haklarının boyutlarını gerçekte neyin belirlediği gibi çok daha karmaşık sorunları tartışmaya geçiyoruz.

Şimdi artık, daha önce de ifade ettiğim türden sorulara yönelmemiz gerekiyor: İster hastanede ister rahimde olsun, bir hayatı sona erdirmek kimin hakkıdır? Annenin mi, doktorun mu, rahibin mi, devletin mi, kilisenin mi? Genetik olarak kendini değiştirme konusu ne olacak? Kimin genetik mühendisliğinin faydalarından yararlanmaya hakkı olacak, kimin olmayacak? Bunun boyutlarını ve sınırlarını belirleme hakkı kimde olacak? Bilim adamında mı, teologda mı?

İnsan haklarının yeni boyutları işte bunlar.

NPQ: Ortaya çıkacak kültürel çelişkileri şimdiden tahmin etmek mümkün. Bireyin, ölümün kesinliğiyle sona eren ayrı bir varlık olarak görüldüğü Yahudi-Hristiyan Batı'da kişinin genetik bütünlüğüyle uğraşılması, ayrı bir şey. Ama genetik dönüştürme, ruhun ölümsüz olduğunu ve atalardan sonraki nesillere devrolarak tekrar hayat bulduğunu düşünen Şinto inancının hakim olduğu Japonya'da nasıl karşılanacak?

İstekler ve amaçlar açısından Amerika'nın 200 yıllık çok ırklı toplumu Jose Vasconcelos'un "La Raza Cosmica" fikrine yaklaştı zaten. Ama Japonya'da hanedan ailesinin genetik soyu hiç ara vermeksizin tam 2600 yıl geriye kadar uzanıyor!

Zbigniew Brzezinski: Bence bu örnekler, kısa bir süre sonra, yirminci yüzyılın ortalarındaki ahlâkî açmazlarımızın bugünkülere oranla ne kadar açık ve basit olduğunu düşünüp o günlere nostalji duyacağımızı gösteriyor.

NPQ: İslâmiyet konusuna gelirsek, Komünizmin çöküşünden sonra dünya çapında görülen politik uyanışın, "felsefî bir muhtevada ve büyük ölçüde -İslâmîyet dışında- köklü herhangi bir bağlılıktan yoksun bir biçimde gerçekleştiğini" söylediniz. Dünya siyaset sahnesinin geri kalan kısmına "retoriğin ve esas olarak tüketim kaynaklı değerlerin hakim olduğunu, kişisel tatminin ön plana çıkarıldığını" söylüyorsunuz.

Octavio Paz da bundan sadece biraz farklı bir açıdan aynı gözlemde bulunuyor. Meksikalı şair, "İslâm'da bilim ile inancın uzlaşmaması halinde, şu anda Asya'nın büyük bir bölümünde, Amerika kıtasında ve Avrupa'da çok geniş bir alanda hüküm süren relativist (göreci) uygarlıkla İslâm arasında büyük bir çelişki yaşanacak, " diyor.

Batının materyalist ve değerlerin göreceliği bakışını göz önüne alırsak, İslâm'la bir uygarlık çatışmasına doğru mu gidiyoruz?

Zbigniew Brzezinski: İslâm otomatikman düşmanımızdır ya da İslâm, politik açıdan tanımlanmış haliyle insan haklarına otomatikman karşıdır şeklinde bir tutum almamak için çok dikkatli olmamız gerekiyor.

Yeni yeni tanımlamaya başladığımız gibi insan haklarına daha geniş açıdan bakarsak, İslâmî ahlâk kurallarının egemen olduğu gerçekten dindar bir toplumun, kişiye sadece politik ya da ekonomik bir unsur değil, bütünüyle "insan" olarak değer veren bir toplum olduğunu görebiliriz.

Tabii ki Salman Rüşdî'nin mahkûm edilmesi gibi militan İslâmcı eylemlerle uzlaşılamaz. Ama kültürel alanda, son tahlilde, insanın ruhsal boyutlarına çok daha zararlı bir tür materyalist hedonizmi yaygınlaştırırken, İslâm'ı genel olarak kınamak ve kendi politik insan hakları tanımımızı ona empoze etmeye çalışmak kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet olacaktır.

NPQ: İşte zaten bu yüzden çatışma kaçınılmaz görünüyor, üstelik bu çatışma İslâm'ın sadece militan uçlarıyla olmayacak. Ticaret ve telekomünikasyonla birbirine bağlanmış bir dünyada, dindar toplumlar modern Batı'nın radikal dinsizliğiyle zorunlu olarak ihtilâf halindedirler; özellikle de inanç sistemleri, doğası gereği, seküler liberalizmin materyalist dayanaklarına meydan okuyorsa.

Zbigniew Brzezinski: Şu andaki biçimiyle Batı sekülarizminin insan haklarının en iyi taşıyıcısı olduğunu düşünmüyorum. Batı sekülarizmi "güzel hayat"ın anlamına dayanak oluşturan tanımların, esas olarak hedonizm, kendini tatmin ve tüketim olduğu kültürel bir dalgadır. İnsanlık, bundan daha farklı bir şey olmalı. Bu kadar büyük bir manevî ve ahlâkî boşlukta politik bireyin korunması çok fazla şey ifade etmez.

Batı'nın çoğunda hakim olan maneviyattan yoksun sekülarizm, kendi kültürel yokoluşunun filizlerini de içinde taşımaktadır. İşte bu yüzden, Amerika'nın süper güç konumunun dayanaklarının bayağı zayıf olduğu endişesini taşıyorum.

Müsamahakâr bir cornucopia (mitolojide Amalthea'nın boynuzu; bolluk simgesi olarak kullanılan, içinden meyveler taşan boynuz - ÇN) kültürü, Amerika'nın bütün dünyanın saygı duyduğu ahlâkî bir otoriteye dönüşmesini engelliyor, çünkü bu kültür liberalizmin üstünlüğünün tüm dünyada yaygınlaştırılması için gösterilen çabaları iki yüzlü ve boş bir hale getiriyor.

NPQ: Batının bu zaafı, Batıyla arasındaki ekonomik uçurumun kapanmasına imkân olmayan Sudan gibi yoksul ülkelerde İslâm'ın gittikçe çekici hale gelmesini de açıklıyor. Belki de Afrika gibi bölgelerde, Amerika önderliğindeki dünya düzenine karşı manevî açıdan güçlenmiş bir alternatif ortaya çıkacak, ne dersiniz?

Zbigniew Brzezinski: Beni en çok endişelendiren şey, politik açıdan uyanan ve daha militan bir İslâm'a yönelen halkların özlemlerine tatmin edici bir cevap veremememiz değil. Kültürel çöküşümüzün, Amerika'nın sadece dünyanın politik önderi olarak kalabilmesini değil, örnek bir sistem olarak kalmasını bile engellemesinden korkuyorum.

NPQ: Bir yanda hem güçlü hem zayıf yönleriyle liberal Batı, öte yanda Doğu Asya'nın yumuşak/otoriter toplumları ve militan İslâm. Bu iki taraf arasında jeokültürel bir çatışma potansiyeli kuşkusuz mevcut.

Bu tür kültürel çatışmaların bir gün askerî boyut kazanmasından kaygı duymak için bir neden var mı? Bunu söylerken Çin'in İran'a füze ve muhtemelen nükleer silâh satışını düşünüyorum.

Harvard Üniversitesinden siyaset bilimci Huntington "uygarlıklar arasında bir çatışma"nın yaklaştığını, bu Konfüçyusçu-Müslüman ilişkisinin de Batı için bir tehlike olduğunu söylüyor.

Zbigniew Brzezinski: Çin'in önderliğinde, Rusya ve İran'ın da dahil olduğu bir ittifakın, ABD önderliğindeki mevcut küresel güç hiyerarşisine karşı bir tehdit oluşturması olasılığını dikkate almak gerekir.

Bu ancak kısmen jeopolitik bir tehdit olabilir. Daha çok kültürel ve sosyoekonomik bir tehdit olacaktır. Çin pekâla yeni rolünün hem eski komünist komuta sistemini hem de laissez-faire ("bırakınız yapsınlar") ekonomisini reddeden bir "üçüncü yol"un önderliği olduğunu ileri sürebilir.

Aynı zamanda Batı tipi Hedonizme ve Materyalizme karşı çıkan, onun önünü kesen alternatif bir kültürel-felsefî model ortaya koymak da isteyebilir.

Bu tür bir ittifak, Doğu Asya haritası üzerinde dikdörtgen şeklinde çok geniş bir bölgede bir şiddet girdabı yaratacaktır. Bölge, doğudan Batıya, Balkanlar'ın yanında Adriyatik Denizi'nden Çin'in Sinkiang'daki sınırına kadar; güneyden kuzeye ise Basra Körfezi'nin çevresinden dolaşıp Ortadoğu'nun bir kısmını, güneyde İran, Pakistan, Afganistan'ı da içine alarak kuzeyde Rus-Kazak ve Rus-Ukrayna sınırı boyunca uzanır.

Bu bölgede, çoğu uluslaşma sürecinin başlarında bulunan 30 ülke ve 400 milyon insan bulunmaktadır. Dinsel, kabilesel ve etnik farklılıklardan kaynaklanan şiddet bölgede zaten patlak vermiştir ve daha da artacağı görülmektedir.

Politik gerginliğin hakim olduğu, dinsel ve etnik tutkuların hararetle benimsendiği bu bölge, çatışan uygarlıkların coğrafî merkezini oluşturmaktadır. Konfüçyuscu, İslâm ya da Hristiyan uygarlıkların dünya ölçeğinde bir çatışmaya girecek kadar birbirleriyle yakın ilişki içinde olduklarını düşünmüyorum. Ama Yugoslavya'da gördüğümüz gibi daha küçük bir ölçekte, bu tür çatışmaların gerçekleşebileceğine inanıyorum.

Demek ki kitlesel imha silâhlarına sahip olmak isteyen ya da bunları elde etmeyi başaran ülkelerin yarısının Avrasya bölgesinde bulunması tesadüf değildir.

Bu durumda Çin'in bölgedeki silâh bağlantıları çok endişe vericidir.

NPQ: Hiroşima ve Nagasaki'deki nükleer patlamalar, Pax Americana (Amerikan Barışı) dönemini başlatmıştı. Bombanın bu Avrasya kazanında savaşan kabileler veya dinler tarafından kullanılması da her halde eski düzeni tamamen sona erdirip net bir biçimde yeni kargaşa çağını başlatacak.

Zbigniew Brzezinski: Doğru. Bence, bundan sonra nükleer silâhların tekrar kullanılacağını göreceğimiz ilk bölge muhtemelen burası olacak.

NPQ: Silahlı kabilelerin yarattığı bu postmodern gerginlik, bir soru gündeme getiriyor: Bireyin özgürlüğü ya da ruhanî otoriteyle dünyevî otoritenin birbirinden ayrılması gibi Batı değerlerinin evrenselliği iddiaları ne kadar devam edecek?

Zbigniew Brzezinski: Birçok açıdan liberalizm de Marxizm'in yaşadığı sorunları yaşıyor. Marxizm ve Komünizm de toplumun değişik kesimlerinin diğerleriyle nasıl ilişkide olabileceğini gösteren bir politik teoriye sahip değildi. Çünkü Marxizm, günün birinde zafer kazanarak tüm çelişkileri ortadan kaldıracak evrensel bir sınıfın olduğunu var sayıyordu.

Liberalizm de, aynı şekilde, kendi değerlerinin evrensel olduğunu var sayıyor; dolayısıyla, aynı ölçütlere göre değerlendirilmesi mümkün olmayan uygarlıkların yeni bir dünya düzeninde bir arada nasıl yaşayacaklarına ilişkin bir politik teoriye sahip değil.

NPQ: Soğuk Savaş sonrasında dünya kargaşa içine girerken böyle kurallar belirlemeye ihtiyacımız yok mu sizce? Bu tür değerleri, örneğin insan haklarından sorumlu Fransız bakanın önerdiği "müdahale hakkı" gibi yöntemlerle başkalarına empoze etmeye çalışmalı mıyız?

Zbigniew Brzezinski: Bunu yapabileceğimizi sanmıyorum. Batı'nın bunu yapmak için ne gücü var ne de arkasında kamuoyu desteği. Böyle bir şey, günümüzün rahat tüketim toplumlarının bazı fedakârlıklar yapmasını gerektirir ki, bu söz konusu bile edilemez.

Ancak, bu gerçek liberalizmin evrensellik eğilimiyle çelişmektedir, liberalizmin talimatlarının, doğası gereği evrensel geçerliliğe sahip olduğu var sayılır. Bu var sayımla gerçeğin sınırlılıkları arasında açık bir çelişki vardır burada.

Üstelik bu aşamada, tıpkı Marxizmin evrenselliğe yönelik iddialarının yanlış çıkması gibi -çünkü Marxizm, tarihte belli bir dönemi yansıtıyor ve Avrupa deneyimiyle koşullanmıştır- liberalizmin de tarihî bir dönemle ve Avrupa orijiniyle sınırlı bir felsefe olabileceğini kabul etmek zorunda kalacağımızı düşünüyorum.

Günümüzde liberalizmin evrensel geçerliliği sorgulanmaktadır.

Doğu Asya toplumlarının büyük başarısının, Batılı liberal modelin evrensel geçerliliği iddialarına ciddi bir soru işareti getirdiği kesin. Bu toplumlar ismen Liberal Demokrasi olarak adlandırılabilir ama aslında köklü Konfüçyusçu etkileri nedeniyle sistem olarak tamamen farklı toplumlardır.

NPQ: Japon filozof Takeshi Umehara da, modernizmin bir yan akımı olan Marxizmin başarısızlığının, modernizmin ana akımı olan liberalizmin çöküşünün öncülü olduğunu söylüyor.

Umehara'ya göre her ikisi de seküler toplumlarından manevî yaşamı dışladıkları için başarısızlığı davet ettiler. Bu fikre katılıyor musunuz?

Zbigniew Brzezinski: Şöyle söyleyeyim; Marxizmin çöküşü, liberalizmin küresel sınırlılıklarını ortaya çıkardı. Liberalizm evrensel olarak görülüyordu çünkü Marxizmin insanlığı tehdit eden evrensel iddiaları vardı. Buna cevaben, bu rekabetin bir parçası olarak liberalizm de evrensel alternatif olarak ortaya çıktı.

Şimdi rekabet sona erdiğine, Marxizm öldüğüne göre liberalizmin sınırlılıklarını ortaya dökmenin artık tehlikesi ya da politik açıdan yüksek bir faturası kalmadı. Şu anda o aşamaya giriyoruz. Totaliter ütopya ortadan kalkınca, müsamahakâr cornucopia'nın liberal toplum'larımıza getirdiği tehlikeleri görmek kolaylaştı.

Ama bu alışma süreci uzun, acılı ve zor geçeceğe benziyor.

NPQ: Toplumumuzu içten içe çökerten "müsamahakâr cornucopia", tüketim kültürü içine yerleştirilmiş bir usûl hukuku cumhuriyetinin yol açtığı kaçınılmaz bir toplumsal özellik değil mi?

Böyle bir toplumda "negatif özgürlük" kavramı bütün değerleri, doğal hukuk olsun geleneksel din olsun, hiç bir pozitif davranış rehberi bırakmadan eşit düzeyde kayıtsızlıkla korumaktadır.

Zbigniew Brzezinski: Olabilir. Bugün kesin olan bir şey varsa, o da kitle iletişiminin, özellikle de televizyonun oynadığı önemli roldür. Televizyon, toplumsallaşma ve değerlerin aktarılmasında temel araç olarak -sırasıyla- ailenin, okulun ve kilisenin yerini almıştır. Televizyon, daha önce değerlerin aktarılmasını ve devamlılığını sağlayan bu üç mutlak kurumun yerini alırken de, Gresham yasasının bir benzeri doğrultusunda tutum almıştır: En çok ilgi çeken konular, insanın en soylu yanı yerine en aşağılık şehevî arzularıyla marazî korkularına ve endişelerine yönelik konular olduğu için, kötü programcılık iyi programcılığı saf dışı eder. Böylece televizyon çürümüş, ahlâk dışı ve yıkıcı değerleri yaygınlaştıran bir araç olmuştur.

Uygarlık tarihî boyunca bütün toplumlar ve bütün dinler tarafından yıkıcı ve bölücü olarak kabul edilen değerler -tamahkârlık, sefahat, şiddet, sınırsız ölçüde kendi zevkine düşkünlük, ahlâkî sınırların bulunmaması- göz alıcı bir şekilde çocuklarımızın önüne konan yiyecekler olmuşlardır. Eğer bu gerçek bizi korkutmuyorsa, dünya düzeninin lideri olan ülkenin ruhu, onarılması mümkün olmayacak ölçüde tahrip olmuş demektir.

NPQ: Bu yüzden de Batı liberalizmi, etnik temizlik arzularına, dinsel fundamentalizme ve Konfüçyusçu otoriter refah toplumuna karşı zayıf bir surdur…

Zbigniew Brzezinski: Kesinlikle. Nefsine düşkün, hedonist, tüketime yönelik bir toplum, dünyaya ahlâkî bir motif sunamaz.

NPQ: Ahlâkî açıdan bu kadar gevşek bir kayıtsızlık, üniversitede çokkültürlülük için Bosna'daki etnik temizliğe karşı harcadığından daha fazla çaba harcayamaz.

Zbigniew Brzezinski: Kesinlikle. Ve yine aynı nedenden ötürü: Ahlâkî bilincimiz tüketicilik yüzünden, sanki süpermarket raflarında birbirleriyle rekabet halindeki mallar karşısındaymışız gibi bütün değerlere gösterdiğimiz eşit ölçüde kayıtsızlık yüzünden çürümüştür.

NPQ: Bosna konusunda Washington ve Avrupa'da tanık olduğumuz politik felç durumu bazı açılardan Batı ruhunun felcini ve ahlâkî gücünü yitirmişliği gösteriyor.

Zbigniew Brzezinski: Batı'yı yönlendiren ahlâkî bir güdü bulunmadığını ve sloganların da esas olarak kendi kendini kutlama ritüelleri olduğunu gösteriyor.

İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan itibaren, "Bir daha asla!" sloganı yeni bir soykırıma karşı direniş çağrısı olarak algılandı. Peki, "Bir daha asla!" sloganı işlevsel olarak bugün ne anlama geliyor? Müzeler açmak ve televizyonda soykırımları izlemek anlamına geliyor.

Yahudi soykırımını anarken bile, kendini tatmine yönelik iki yüzlü bir davranış içine giriyoruz. Kendimizi 1940'larda harekete geçmemiş olanlardan ahlâken üstün görüyoruz ama bunu yaparken şu andaki ataletimizi kendimizi haklı çıkartarak göz ardı ediyoruz. Eğer bu kendini kandıran bir iki yüzlülük değilse, nedir?

NPQ: Marxizmin, Sovyetler Birliği'nin başarısızlığa uğraması nedeniyle çöktüğünü, liberalizmin de Amerika'da müsamahakâr comucopia'nın zafer kazanması yüzünden çökebileceğini söylemek, çok mu ileri gitmek olur?

Zbigniew Brzezinski: Marxizm öldü, çünkü insanların ihtiyaçlarıyla ilgisi yoktu, yanlıştı ve pratikte suçluydu. Müsamahakâr cornucopia ise, muzaffer liberalizmi etkileyen, ama hâlâ direnilebilecek ölümcül bir hastalıktır.

Tartıştığımız tehlikeli eğilimler o doğrultuda olmasına karşın müsamahakâr cornucopia henüz Amerika'nın özünü belirlemiyor.

Eğer müsamahakâr cornucopia gerçekten Amerika'nın belirleyici gerçeği haline gelirse, liberalizmin ya da Amerika'nın nüfuzunun dünya ölçeğinde devam edebileceğini sanmıyorum.

NPQ: Octavio Paz ve Czeslaw Milosz gibi şairler, Batının nihilizminin ve değerlere karşı kayıtsızlığının en az totaliterizm kadar tehlikeli olduğunu uzun zamandır söylüyorlar. Her ikisi de ruhu tüketen…

Zbigniew Brzezinski: Evet, ama ben ikisini eşit görmüyorum. Eğer liberalizm müsamahakâr cornucopia tarafından belirlenen bir hal alırsa, maneviyatın boğulmasına, soluğunun kesilmesine yol açar, oysa totaliterizm maneviyatı vahşice katleder, ezip geçer.

NPQ: O halde liberal bir toplum müsamahakâr comucopia'nın ahlâkın çürümesine yönelik saldırılarına karşı kendisini nasıl silâhlandırabilir?

Zbigniew Brzezinski: Amerika da, Batı Avrupa'daki liberal toplumlar da işe ahlâk bilincini geliştirmekle başlamalıdır; ahlâkî motiflerin çekiciliğinin ve yararlarının daha fazla bilincine varılmalı, nefse düşkünlük yerine bunu sınırlayan bir toplumsal özellik benimsenmelidir.

Eğer bunu başaramazsak, neyin yanlış neyin doğru olduğunu tanımlayan işlevsel kıstaslara sahip olamaz, böylece de kendi kendimizi mahva sürükleriz.

Tabii ki bu ahlâkî kıstaslar birden bire keşfedilecek hiı şey değil. Üç büyük dinden -Hristiyanlık, İslâmiyet ve Yahudilik- geleneksel olarak ortaklaşa aldığımız değerlerin doğasında var bunlar. Bütün bu dinlerde, seküler bir toplumun da benimseyebileceği belirli kurallar mevcut; doğru ve yanlış ayrımının duygularda, içgüdüsel olarak belirlenmesi gerektiğine ilişkin bazı kavramlar, mutlak yanlış ve mutlak doğru diye bir şeyin olduğu, her şeyin göreli olamayacağı…

NPQ: Devletin politik yapısı tüm değerlerin göreliliğini anayasal koruma altına almışken bunun nasıl yapılacağı, liberal toplumların açmazını oluşturuyor.

Zbigniew Brzezinski: Geleneksel toplumsallaştırma kurumlarının -aile, okul ve kilise sapasağlam ayakta olduğu zamanlarda bu mümkündü. Bu kurumlar medyanın zevke düşkünlük propagandasına karşı ahlâkî bir temel, bir denge sağlıyorlardı. Geleneksel kurumlar zayıfladıkça, tarafsız devleti ahlâkî değil, yasal bir hakem haline getiren, kültürel anlamda yıkıcı bir medya güçlendi.

Kendine sınır koyabilme ihtiyacının, müsamahakâr tüketiciliği sınırlayarak tekrar ortaya çıkması zorunluluğuna ilişkin bazı işaretler var. Belki de bunun en önemli örneği, doğal olarak her şeyin daha fazlasının daha iyi kabul edildiği bir kafa yapısı hakimiyetine direnen çevre hareketidir.

Nihayet, toplumumuzda mutlak değerlerin, temel toplumsallaştırma kurumları aracılığıyla bilinçli bir şekilde aktarılması olgusunu yeniden canlandırmalıyız. Bu kurumların toplum üzerindeki etki sırası, aile okul, kilise ve bundan sonra medya olmalı, başka türlü değil.

Başka bir deyişle, maneviyatın dünya çapındaki buhranının üstesinden gelmek için hayatlarımızı yeniden dengeye sokmaya ihtiyacımız var.

Hayatın manevî boyutunun da maddî boyutu kadar önemli olduğunu kabul etmenin zamanı gelmiştir. Yirminci yüzyılda "bir daha asla"nın kolaylıkla bir kez daha gerçekleştiğini gördük, insanlık, rastlantılara bağlı bir dünyada kaderi üzerinde hak iddia etmekse, ahlâkî güdüler merkezî bir yerde olmak zorundadır.

Yorumlar

Yukarıdaki söyleşi Samuel Huntington'ın epeyce tartışılan 1993 tarihli "Medeniyetler Çatışması mı?" makalesini ve bu soruyu irdeleyen diğer makaleleri içeren aynı adlı kitaptan alındı.

Zbigniew Brzezinski'yi yakın tarihi az buçuk da olsa izlemiş olanlara tanıtmak gereksiz. Tanımayanlar da internette yapacakları basit bir aramayla epeyce bilgiye ulaşabilirler. Özetle, bu coğrafyada yaşayanların pek de sempati duyabilecekleri biri sayılmaz, diyebiliriz.

Ne var ki, merkezinde Türkiye'nin bulunduğu Ortadoğu-Balkanlar-Kafkasya üçgeni için Soğuk Savaş sonrası dünyada biçilen rolü ve yazılan senaryoları anlayabilmek için, şu an itibariyle Obama'nın dış politika danışmanlığını da yapmakta olan Brzezinski'nin neler söylediğine dikkatle kulak kabartmak gerekir.

Yukarıdaki söyleşi açık bir zihinle okunduğunda, Türkiye'ye biçilen rolün önemi ve bunun bizim açımızdan nasıl kritik bir rol olduğu daha iyi anlaşılacaktır sanıyorum.

Necdet Şen - 12 Nisan 2010 (18:09)

Mülakattan anladığım kadarıyla Brzezinski, Garp toplumuna şunları vaaz ediyor:

"Bugüne kadar Demokrasi'yi ve "bolluğu" (tüketim ekonomiyasını) sistemimizin ayrılmaz bir bileşeni gibi sunduk. Komünist Blok'un sosyal adalet adına herkesi kıt kanaat bir hayata mahkûm eden otoriter düzeni karşısında bu bize büyük bir psikolojik üstünlük sağladı. Ama şimdi devir değişti. Karşımızda Komünist bir blok yok. Onun yerine maneviyatı öne çıkaran İslâm ve Çin medeniyeti (bloku) var. Bizim avantajımız (ye iç eğlen) artık dezavantaja dönüştü. Dünya bize antipati duyuyor. Artık biz de Soğuk Harp öncesi dönemde olduğu gibi daha muhafazakâr ve katı bir toplum olmalıyız. Bunun için önce şu an (toplumu yönlendirmede) ilk sırada olan Media'yı arka plana çekmeliyiz ve daha otoriter bir toplumsal düzen kurmalıyız. Belki o zaman çöküşümüzü biraz daha erteleyebiliriz."

Yani, her ne kadar ABD halkına "faziletli bir yaşam" öneriyormuş gibi yapsa da, Brzezinski aslında Brzezinskiliğini yapıyor ve ABD egemenlerine küresel hegemonyalarının ömrünü uzatmaları için yeni bir stratejik doktrin sunuyor.

1993 yılından bu yana cereyan eden hadiselere göz atacak olursak, ABD ve Avrupa hegemonlarının zaten bu önerilere uygun stratejiler izlediğini görürüz. Demek oluyor ki Brzezinski onları ikna etmiş.

Davut Ahmedov - 20 Nisan 2010 (11:48)

"Amerika'yı kuran atalar ("founding fathers" ) getirdikleri Cumhuriyeti liberal bir demokrasiyle bütünleştirirken böyle bir sonucun doğacağını önceden kestirmiş miydi? Cevap kesinlikle olumsuzdur. Onlar, tam tersine, meselenin sadece cemaat boyutunu hesap ettiler ve dayanışmacı bir toplumun oluşacağını sandılar. Amerika'yı bu hale getiren ana mesele kapitalizmdir.

Elbette liberalizmin bireyciliği zamanla bir "atomistik" bir doku üretir ama işin dibinde kapitalizmin çıkar-kâr ilişkisi yatar. Bütün o yardımlaşma, dayanışma kültürü ise "marjinal fayda" anlayışından doğar: Karşımdakine bir şey yaparsam ortaya çıkacak sonuç benim için de yararlı olur.

Son otuz yılın tarihi ve neo-liberalizmi bütün o sağcı, aileci, cemaatçi, cemiyetçi söylemine rağmen bu çıkarcı birey kült(ür)ünü besledi, büyüttü, şişirdi. Yapayalnız ölen, sokaklarda yaşayan bunca insan sağlık sigortasından faydalanamıyorsa nedeni budur. Devlet de onları başından atmış, sadece kendisini düşünmektedir ve parası olmayan ölebilir demekte, ölene acımamaktadır.

Yoksa vergi toplama konusunda bu kadar gaddar olup iş vermeye gelince bu derecede hasis davranan bir devleti nasıl açıklayacağız? Amerika'da iş başına gelen her demokrat başkanın işe evvela sosyal güvenlik politikasıyla başlayıp fazla da bir şey yapmadan dönemini tamamlaması adeta bir kuraldır, bir ilkedir. Şimdi aynı çemberden Obama geçiyor."

'Tek gecelik ilişkiler adamıyım' (Hasan Bülent Kahraman - Sabah)

HBK - 21 Nisan 2010 (00:38)

"Bütün o yardımlaşma, dayanışma kültürü ise marjinal fayda anlayışından doğar; karşımdakine bir şey yaparsam ortaya çıkacak sonuç benim için de yararlı olur."

Üstteki yorumdaki bu cümleyi okuyunca Amerikalı, eski bir iş arkadaşımı hatırladım. Yeni doğmuş oğlum için pahalı sayılabilecek bir hediye almıştı. Ben "yahu neden abarttın, hiç gerek yoktu" dedikçe arkadaşım benim kendisini nasıl iyi ağırladığımı uzun uzun anlatıyor, "sen bana şunu yaptın, sen beri şuraya götürdün, tabii ki sana böyle bir hediye almalıydım" diye anlatıyordu.

O söyledikçe benim içim buruluyor, iki kere yerin dibine geçiyordum. Niye böyle hissettiğimi ona anlatmanın imkânı yoktu tabii.

Seyit Balkuv - 22 Nisan 2010 (09:32)

Brzezinski'nin yeni doktrini yavaş yavaş vitrine çıkıyor. Bakınız, bir gazete haberi:

Obama, "Evet uluslararası sistemin eksiklerinin farkındayız. Fakat Amerika mevcut işbirliğinin dışına çıkararak başarılı olamadı. Mevcut işbirliğini adalet ve özgürlük istikametinde sürdürerek başardık. Böyle olmalı ki devletler sorumluluklarını üstlensin ve bunu yapmadıklarında sonuçlarıyla yüzleşsin" dedi. "Uluslararası sistemi çağımızın meydan okumalarına yanıt verebilecek şekilde şekillendirmeliyiz" vurgusu yapan Obama, aradığı sistemi 'şiddete dayalı fanatizm ve isyana yanıt veren, nükleer silâhların yayılmasını durduran, nükleer materyalleri güvenceye alan, iklim değişikliği ile mücadele eden, çatışmaları önleyip yaralarını saran bir sistem' olarak tanımladı.

'Çok güçlenirsek yıkılırız…'

Benim bundan anladığım o ki, ABD'nin bundan sonraki dış politika stratejileri, yaklaşan çöküşü olabildiğince ileri tarihe ertelemek ve gerekirse, Osmanlı'nın 1923'te yaptığının bir benzerini yaparak kabuk değiştirmek. Ufalmak. Daha "milli" ve şimdikinden daha "orta karar" bir ülke olmaya razı olarak hayatta kalmak.

Necdet Şen - 24 Mayıs 2010 (10:47)

Son günlerde medyayı ve siyaseti yoğunlukla meşgul eden Wikileaks rüzgârı şu kritik soruyu bir kez daha gündeme getiriyor:

"Soğuk savaşın bitmesiyle tek kutuplu dünyanın tartışmasız liderine dönüşen ABD, bu gücünü daha ne kadar sürdürebilir?"

Yani Brzezinski'nin yukarıdaki uzun alıntıda söylediklerinin ana fikrini…

Taraf gazetesi yazarı Nabi Yağcı da -2 Aralık 2010 tarihli yazısında- aynı hatırlatmayı yapıyor. Diyor ki:

(Brzezinski'nin) Özetle dediği, sosyalizm çöktükten sonra bizim liberal toplumumuz içten içe çürüme tehlikesiyle yüz yüze. Sovyetler Birliği varken sosyalizme karşı bir yarış nedeniyle "liberalizm evrensel bir alternatif olarak ileri sürülmüştü. Şimdi artık yarış bittiğine" göre "her şeye izin veren bolluk düzeninin liberal toplumlarımız için ne gibi tehlikeler taşıdığını görmek daha kolaydır. Ama silkinme süreci hayli uzun, acılı ve zor olacağa benzemektedir." Her şeye izin veren bolluk toplumu anlayışının sonlarını getireceğini söylüyor. Bu sözlerin ardından konut kredisi bolluğuyla başlayan finansal krizi hatırlamamak mümkün değil.

ABD'nin 'Berlin Duvarı'yıkıldı (Nabi Yağcı - Taraf)

Necdet Şen - 3 Aralık 2010 (18:49)

diYorum

 

402
Derkenar'da     Google'da   ARA