Ümit Otan - Dördüncü Kuvvet Medya, 2 Ocak 2001
İkinci Bahar'ın Haydar Usta'sına yapmadığını bırakmayan, Samatya esnafını canından bezdiren ve belki de izleyenleri çok kızdıran zabıta Şecaettin'i ben çok sevdim.
Herkese her türlü hinliği yapmaya hazır o zabıta memuru, beni çok etkiledi. Seyredenler bilir, Şecaettin zabıta memurluğunun verdiği yetkileri sürekli kötüye kullanan, her an yeni bir entrikaya hazır bir zavallıdır. Ancak üniformasına çok düşkündür ve işini kaybetmekle hayatını kaybetmek arasında bir fark yoktur. Nitekim işinden atılınca da yaşamına son vermeye kalkışır.
Ama yaşamına son vermeye kalkışmadan önce bir sahnesi var ki her şeye bedel. Şecaettin deniz kenarında bir bankta oğluyla yan yana oturmaktadır. Oğul babasına üzülmekte ve teselli etmeye çalışmaktadır. Şecaettin denize dalgın dalgın bakarken, "Kaç yıllardır bu denizi görmemişim. Şu denize böyle güzel bakmamışım" der. Şecaettin'in sırtından üniforması alınmasaydı, kim bilir kaç yıl daha o denizi, güzellikleri en önemlisi de kendini görmeye zamanı olmayacaktı…
Aslında birçoğumuzun yaşantısındaki "anafikir" dir o sahne. Ama her zaman olduğu gibi geç kalınmışlığın da göstergesi. Altımıza sürülen o görkemli koltuklar, belli bir süre sonra bizi teslim alır. Heybetli giysiler, ünvanlar, kariyerler bizim hayatımız olur. Çarkın içinde dönerken her şey silinir, dünya görünmez olur; aklımız bir yerde bedenlerimiz başka bir yerdedir artık. Ta ki birileri o koltuğu altımızdan çekinceye, üniformayı sırtımızdan çıkarıncaya, ünvansız, kariyersiz kalıncaya kadar sürer bu baş dönmesi. Sonra kendimizle kalırız. Geriye bakarız. Artık çok geçtir…
* * *
Ona imrenirim. Çünkü o, geç kalmayan çok nadir kişilerdendir. Şecaattin benzerleriyle karşılaştığımda hep onu anımsarım.
Cumhuriyet Gazetesi'nde "Hızlı Gazeteci" çizgileriyle tanınmıştı. Yaşamı üç dört karede özetleyip, neredeyse roman yazıyordu. Sonra Hürriyet Gazetesi'nde çalıştı bir süre. Geliri iyiydi, karışanı yoktu. Genel yayın müdürü bile onun için güzel yazılar döktürüyordu. Genellikle akşamları gazeteye uğrar, "yaşamı çizer", bırakıp giderdi. Ortalıklarda görünmeyi sevmez, "huzur" a, evine koşardı.
Bir gün "güzelim" işini bırakıp ortadan kayboluverdi. "Deli bu çocuk" dedim kendi kendime. Uzakdoğu yollarında olduğunu öğrendim. Aylar sonra çıktı geldi. "Paran kaldı mı?", "Daha ne kadar sürecek bu durum?" gibi sorularıma gülüp geçiyordu. "Az parayla idare etmenin de güzelliği vardır" dediğinde bu kez ben gülüp geçiyordum.
Aslına bakarsanız gülüp geçemiyordum. Her şeyi bir çırpıda bırakıp, terk etmenin, "kendine gelmenin" tılsımını biliyordum. Koltuklarına sıkı sıkıya sarılıp her şeye rağmen bir ömür geçirenlerin zavallılıklarını görüyordum; ünvanlar, kariyerler, paralar uğruna vazgeçilen güzelliklerin, duyarlılıkların, dostlukların faturasının ne kadar ağır olduğunu da…
Uzun zamandır izini kaybetmiştim. Dördüncü Kuvvet Medya sayfasındaki yazılarımı görünce "Nihayet internette buluştuk" diye bir not göndermiş. Web sayfasının adresini de yazmış, "derkenar.com" diye.
Büyük merakla açtım Necdet Şen'in sayfasını. Çizgilerini özlemişim. Sonra "Yol Yorgunu" yazısında kaldım. Okudum, bir daha okudum. Son paragrafta sanki çakıldım. Şecaettin gibi geç kalanları "akıllarını başlarına toplamaya" çağırıyordu Necdet. Ama o kadar kibar, o kadar sevecen ve o kadar duyarlıydı ki… O satırları sizinle paylaşmak istiyorum
"…Dostum, hayatında hiç 'Bu koşuşturma, bu hırs ne için, ben kimim ve nereye gidiyorum' sorusuna hazırlıksız yakalandığın anlar olmadı mı? Hiç her şeyi yüzüstü bırakıp, Derviş Yunus gibi 'asıl adresini' aramak için yollara dökülmeyi arzulamadın mı? Emin misin daha pahalı bir araba, mobilyalar ve güney kıyılarında boş duran bir yazlık villâya 'sahip' olmanın hakikat denen nesneden daha değerli olduğuna? Bir daha düşün istersen… Bakışlarını kendi gurbetine-bedenine- çevirmeyi, tüm elektrikli araçların kapalı olduğu boş bir odada ya da bir ağaç altında yirmi-otuz dakika kadar sessiz sedasız oturup, kendi soluğunu dinleyerek içindeki gizli bilgiyi yani 'kapalı kapılar ardında olup biteni' hissetmeyi göze alabilir misin? Zor değil mi? Haklısın… Sessizlik korkutucu… O halde vur patlasın, çal oynasın! Aç şu televizyonun sesini sonuna kadar! Bütün boş vakitlerini bir şeylerle doldur…Ki kendindeki gerçek kendini dinlemeye vakit kalmasın."
İkinci Bahar, son bölümüyle veda ediyor. Ben o dizideki Şecaettin'i çok sevdim. Gözlerini hırs bürüyen, yerlerini koruyabilmek için yaşamlarından, onurlarından her gün bir parça diyet ödeyen, "bir hiç" olduklarını bile bile cakalarından geçilmeyen, koltukları, imajları uğruna bir daha geri getiremeyecekleri yıllarını boşa harcayan ve yaşama sevinci dolu insanlara katlanamayanları bize bir kez daha gösterdiği için…
Necdet Şen'i daha çok sevdim. Bize korkularımızı, yalancı sevgilerimizi, iki yüzlülüğümüzü anımsattığı için. "Niyet tavşanı" olmayalım diye kibarca uyarmaktan, "hakiki adreslerimizi aramaya" çağırmaktan bıkmadığı için…
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.