Patronsuz Medya

Komplonun Evrensel Formu

Umberto Eco - 2011

Künye - Umberto Eco, Prag Mezarlığı, Sayfa:99-100, Doğan Kitap, Ekim 2011, 1. Baskı  


Tanıdığım herkes hep gizli bir düşmanın komplosundan korkardı. Bu düşman dedem için Yahudiler, Cizvitler için masonlar, Garibaldi yanlısı babam için Cizvitler, Avrupa krallarının yarısı için Carbonari örgütü, arkadaşlarım için rahiplerin kışkırttığı kral, dünyanın polislerinin yarısı için Bavyera İlluminatoları idi ve eminim dünyanın her yanında böyle bir komplo korkusuyla yaşayan çok insan vardı.

Buyurun size keyfinizce dolduracak bir form: Herkes kendi komplosunu yazabilir.

Dumas insan ruhunu gerçekten derinlemesine tanıyordu. Her biri neye heves ediyor, talih hangisinden yana değil? Paraya ve bunun zahmetsizce kazanılışına mı? Güce (bir benzerine hükmetme ve onu aşağılama) ve yaşanan (küçük de olsa) her türlü haksızlığın intikamının alınmasına mı?

İşte Dumas, Monte Kristo romanında, insanüstü bir kudret sağlayan engin bir zenginliğe sahip olmanın ve düşmanlarına bütün borçlarını ödetebilmenin yollarını anlatıyor. Ama herkes ben neden talihsizim (ya da arzuladığım kadar talihli değilim) ya da benden daha az lâyık olanlar daha fazla lütuf sahibi olurken bu benden neden esirgeniyor, diye sorar.

Hiç kimse talihsizliğinin kendisindeki bir noksanlığa bağlı olduğunu düşünmediği için, bir suçlu bulmaya çalışır. Dumas, herkesin ezikliğine (hem bireylerin hemhalkların) başarısızlığının açıklamasını getirir. Senin mahvını tasarlayan Tuono Dağı'nda toplanan birileriydi…

Aslında Dumas hiç bir şeyi uydurmuyordu: Dedeme bakılacak olursa o, Rahip Barruel'in açıkladığı bilgileri anlatım diline sokmuştu. Bu da bana şöyle bir fikir veriyordu:

Bir komployu ifşa etmek istersem, alıcıya orijinal bir malzeme vermeme gerek yoktu, çünkü sadece ve özellikle ya öğrenmiş olduğunu ya da başka yollardan kolayca öğrenebileceği bilgileri vermem onu memnun edecekti. İnsanlar sadece zaten bildiklerine inanırlar ve Komplonun Evrensel Formu'nun güzelliği de işte buydu.

Yorumlar

Umberto Eco'dan yapılan bu alıntıyı okuyunca, hem sevindim, hem de biraz gaza geldim.

Efendim nedeni şu: Bendeniz, bir şaşkınlık ettim ve kalan saçlarımın bir bölümünü daha yitirmeme neden olan bir hata yapıp, bu kitabın İngilizcesini okumaya çalıştım (daha doğrusu çalışıyorum). Tabii yazar Umberto Eco olunca, eski deneyimlerden de yararlanıp (Gülün adı, Foucault Sarkacı filân) böyle bir hata yapmamalıydım, ama kafa işte…

Neyse, başınızı ağrıtmak istemem, anti-Semitizm, anti-Masonizm ile ilgili teorik bilgiler ve Katolik kilisesi kökenli diye düşünülebilecek iddia ve söylentilerden tutun da, Cizvitler, Mason locaları, İlluminati, Carbonari örgütü, Deccal kültü, Tapınakçılar, Haşhaşiler, Satanizm, gizli servisler filân derken, kitabın bir yerlerinde Tıbbiye birinci sınıfta anatomi okumaya başladığım zamanki ruh halime dönmüş buldum kendimi.

Çalışırsın, çalışırsın, çalışırsın. Saatlerce kafa patlatırsın. "Tamam, artık bu bölümü tamamen anladım. Bitti bu iş" dersin. Kantine gidip, bir çay içip gelirsin. Amanın, o da ne? Okuduklarından, ezberlediğini sandığın onca Latin kökenli kelime ve cümleden geriye hiç bir şey kalmamış, hepsi uçmuş gitmiş!

Bu kitabı okumaya çalışırken de başıma bu geldi. Pek çok sayfayı geri dönüp yeniden okumam gerekti. Türkçesini okusam farklı olur muydu? Bilmiyorum.

Ama sitedeki bu bölümü okuyunca, sanki şimdiye kadar edindiğim izlenimimde değişiklik oldu gibi. Acaba diyorum, tembellik edip kitabın Türkçesini mi alıp, okusam?

Umberto Eco, roman yazarken aynı zamanda bir yığın ansiklopedik bilgiyi de sıkıştırıyor ya araya!

Bir görsem abiyi, hesap soracağım. Roman okurken, ders çalışıyor gibi oluyor insan. Sonra günler boyu ve hatta geceler boyu kafa patlatılıyor.

"Yanarıııım, yanarım, gün geçeeeer yanarım.
Ah gecelerin hesabını kimlereeee sorarııım!"

Melih Özel - 4 Aralık 2012 (16:12)

Melih hocam, madem okuyabiliyorsunuz, bence ingilizcesinden okumaya devam ediniz. Türkçe çevirisi kötü diyemeyeceğim ama çevirmenin öztürkçe kaygısı bazen kasıyor.

Karbon Hayri - 4 Aralık 2012 (20:43)

Allah size kolaylık versin Melih beyciğim, zira benim bu umberto denen adamın kitaplarının Türkçesini bile anlamak için göbeğim çatlıyor, gene de çok azını anlayabiliyorum.

Yeri gelmişken dökeyim içimi…

Bu umberto abiyle ilk papaz oluşumuz 20 sene önce oldu. Akşamın kör bir saatinde bizim katamaran canavarı, almış eline Foucault Sarkacı'nı, hem okuyor hem de "nefis nefis, sen de oku" diye bana baskı yapıyor. Yetmedi, rastgele sayfalar açıp uzun uzun bana okuyor ve "ne güzel değil mi" diye sorup onay istiyor.

O kısa okumalar sırasında bile rohipnol yutmuş gibi uyku bastırıyor üstüme ve hiç bir şey anlayamıyorum. Yok illüminatiymiş de yok bilmem ne şapelinin altındaki gizli geçitmiş, erginlenmeymiş, zartmış zurtmuş…

Sonunda dayanamadım, "dostum" dedim, "sen bu bana okuduğun şeyleri sahiden severek anlayarak mı okuyorsun, yoksa etraftaki entel kuntel tipler karşısında kendini ezik hissetmemek için mi?" diye sordum. Hafiften bozulur gibi oldu. "Ben hiç bir şey anlayamıyorum, dinlerken zevk de almıyorum, senin zevk aldığından da şüpheliyim doğrusu. Bu kadar kalın kitaplarla boğuşmayı da bünyeme zarar olarak görüyorum. Yok mu hiç ince bir kitabı bu zatın?" dedim.

Dostum (sanırım) o gün bana çok kızdı ve bu kızgınlığı epey uzun sürdü. Belki bu itirazımı "ne haddine senin umberto cumberto" gibi algılamış olabilir o sıralar, bilemiyorum.

Benim de aksi gibi, yanlış anlamaları sezsem bile "yok valla öyle demek istemedim" diye düzeltme huyum hiç yoktur. Böyle, topuğa batmış kıymık gibi derinden derine sürdü gitti anlayacağın o mevzu, lâfı hiç edilmeden.

Geçen yaz, tatil vecibemizi ikmal ederken, bir sohbet esnasında, konu nereden açıldıysa gene bu umberto denen herife geldi ve dostum memleketine döner dönmez ytong kalınlığında 3 tane umberto romanı alıp çok da zarif bir el yazısı notla birlikte gönderdi.

Hadi gel gene de okuma şimdi. Bence bu 20 yıl önceki çıkıntılığımın gecikmiş rövanşı, ama ne yaparsın, dost hatırına, değil umberto, telefon rehberi bile okunur.

Önce Foucault Sarkacı'nı okudum. Feci bir malûmat bombardımanı. "Ben öyle bilgiliyim ki, bi çıkarır, buradan Milano'ya işerim" gibi bir iddia. Mavranın çok azını anladım, ama gene de cesametine göre çok hızlı bitti roman, şaştım kaldım bu işe.

Sonra Baudolino'yu okudum, yalan yok, çok beğendim. Şimdi de şu yukarıda alıntı yapılan romanı okuyorum. Eh, bu, diğer ikisinin arası bir yerde duruyor. Ne iyi ne kötü; gene "beni bir profesör yazdı" havaları. Okurken azap çekmiyorum en azından ama gene de "iyi de, bana ne, yok masonlukmuş yok tapınak şövalyeleriymiş, mecbur muyum bu kadar teferruat ezberlemeye" demekten de kendimi alamıyorum.

Neyse ki, yüzdük yüzdük kuyruğa geldik. Bitirdikten sonra dostumu arayıp "dersimi çalıştım" diyeceğim, ama umbertonun diğer romanlarını da alıp onları da okutur diye korkmuyor da değilim.

Aziz Dostum - 4 Aralık 2012 (20:45)

Umberto Eco, zor anlaşılır bir yazar galiba, yoksa çevirisi mi kötü, emin değilim ama son cümleye takıldım, şöyle ki; 'alıcıya orijinal bir malzeme vermeme gerek yok' diyor, buradaki 'orjinal malzeme' de neyin nesi?

Sonraki cümle; insanlar sadece zaten bildiklerine inanırlar önermesi veya argümanı da açıklanmaya muhtaç bir tez değil mi, insanlar bilmediklerine de inanırlar, veya bildiklerine inanmadıkları da olur, komplo teorilerine inananlar kadar inanmayanlar da var, Allah'ın varlığına inananlar kadar inanmayanlar da var, komplo teorileri, kendi başarısızlıklarının suçunu başkalarının üstüne atmak için mi uydurulur, benim favori komplo teorime göre bu ülkeyi yıllardır NATO ve Gladio yönetir, şimdi bu, benim bu ülkeyi yönetmekteki beceriksizliğimi örtbas etmek için kullandığım bir mazeret / bahane midir, NATO veya Gladio bir günah keçisi, masum, mazlum bir örgüt müdür?

Komploları veya fesat teorilerini açıklayanlar, talihsizliklerini, yoksulluklarını, başarısızlıklarını kendi noksanlarına bağlı olduğunu düşünselerdi zaten kendileri dışında bir suçlu aramazdı, bazen apaçık kanıtlar, belgeler, somut, elle tutulur olgulara rağmen insanlar verilere inanmamakta ısrar ediyor, direniyor, insanların sadece bildiklerine inandığını söyleyen Eco'ya sormak isterdim, İtalya tarihinde en büyük komployu Gladio olarak bilinen Örgüt, Milano garını bombalayarak gerçekleştirmemiş miydi, Aldo Moro'yu kaçırıp öldüren ve suçu İtalyan kızıl tugaylarına atan bu Gladio değil miydi? İnsanlar bilmediklerine de inanırlar, yanlış bildiklerine inanırlar, büyük yalanlara inanırlar.

Şeytanın en büyük başarısı, insanları var olmadığına inandırmasıdır.

Bunak Moruk - 5 Aralık 2012 (13:23)

Kış yine fena bastırdı ve istanbulluların sis çilesi yine başladı, malûm, sisli havalarda şehir hatları vapurları çalışmaz ve yolcular işlerine, okuluna gidemez, iskelede perişan olunur vs Bu sisli havalarda şehir hatlarının seferleri iptal etmekten başka yapabileceği hiç bir şey yoktur.

Yoksa var mıdır?

Hep merak etmişimdir, acaba bu şehir hatları vapurlarının tepesinde dönüp duran şeyler nedir, ne işe yarar?

Benim bildiğim, bu dönüp duran şeye radar denir ve normal gözle görüşün olmadığı koşullarda kullanılmak üzere icat edilmiştir, örneğin bu radar sayesinde uçaklar en yoğun siste bile uçar, rotasını bulur, havaalanına iniş yapar, radar ekranından çevresindeki diğer uçakları görür.

GPS gibi seyrüsefer (navigasyon) araçlarının çoluk çocuğun eline düştüğü bu teknoloji çağında, bizim boğaz kaptanlarının hâlâ gözle görerek yolunu bulması ve siste hareket edememesi ancak teknolojik özürlü olmakla açıklanabilir, her geminin tepesinde milyonluk radar donanımı olmasına rağmen ve de sahilde sabit deniz trafiği düzenleme radar kuleleri yapılmış olmasına rağmen istanbullular sisli havada çaresizce sisin dağılmasını beklerler.

Peki, iyi de bunun komplo teorileriyle ne alâkası var diyorsunuz değil mi?

Geçen gün televizyonda siste mahsur kalan istanbulluların halini izlerken birden bire yeni bir komplo teorisi buldum! Ben bu şehir hatları vapurlarının tepesinde dönüp duran radarlarının ne işe yaradığına kafayı takmışım ya, birden aydım, tabii ya, 60 yıllık bir NATO ülkesinde bu radarlar bir tek işe yarıyor olabilirdi: Rusyadan, İrandan, Suriyeden atılacak füzeleri tespit etmeye tabii! Biz bu radarların siste gemilerin yolunu bulmaya yaradığını zannederken aslında işin iç yüzü başkaydı, olayda Nato, Gladio, hatta Ergenekon parmağı vardı!

Şimdi şehir hatları veya NATO genel sekreterinin bu teorimi yalanlamasını bekliyorum.

Aloo, şehir hatları mı? Kardeşim iskelede mahsur kaldık, bu vapurlar niye kalkmıyo ya? Bu radarlar ne işe yarıyo ya? Kim bu beceriksizliğin sorumlusu yaa?

Bunak Moruk - 5 Ocak 2013 (10:51)

Boyumdan büyük lâf etmek istemem ama radar denen cihaz, çıplak gözle görülemeyen uzaklıklardaki yüzen cisimleri ya da yaklaşılan kayalıkları falan gösterir. Beş on metre ötenizdeki balıkçı sandalı radarda ya hiç görünmez ya da sizin tekneyle neredeyse yapışık silik bir noktacık gibi görünür.

Velev ki görseniz bile, artık iş işten geçmiştir, o kadar kısa mesafede çatışmadan kaçınmak için gereken manevrayı yapamazsınız.

Yani, boğaz trafiğinde radarla yol almak, hele sisli havada, olacak iş değil. Kaptanın gözleri de zaten süs değil, o mesafede radarın göremediklerini o görür.

Ama tabii bilemeyiz, belki bunda da bir sabetayist ya da emperyalist parmağı vardır. Teyakkuzda olmak lâzım.

Ansik Lopedi - 5 Ocak 2013 (21:27)

Gülün Adı ile çok beğendiğim Eco 'yu Yazko Çeviri'de alıntılanan ütopik bir romanında (ismini hatırlamıyorum) Avrupa'nın gelecekte karşılacağı tehlikeyi Türkler olarak anlattığını gördüğümden beri okumam. Kendisi için de Türkler oluyor o zaman komplo kaynağı… Yazık!

Ayset - 28 Ocak 2013 (12:02)

diYorum

 

44
Derkenar'da     Google'da   ARA