Stanislaw Lem - 1971
Künye - Stanislaw LEM, Gelecekbilim Kongresi, , Ijon Tichy'nin hatıraları, 1971
(Ze wspomnien Ijona Tichego Kongres futurologiczny / The Futurological Congress. From the Memories of Ijon Tichy)
Sayfa: 114 – 148, İletişim Yayınevi,
Çeviren: Fatma Taşkent
Gönderen: Filiz Abaka
Masanın üzerinden eğilip uzandı.
"Tichy, sana iltimas geçiyorum. Meslekî bir sırrı ifşa edeceğim. Senin şikâyetçi olduğun her şeyi kundaktaki bebekler bile biliyor. Nasıl başka türlü olabilirdi ki? Şu hayli seçici etkilere sahip ilâçlar, psikosınırlayıcılar, narkotiklerin ve ilk halüsinojenlerin yerini alır almaz ilerleme denen şey, bu yoldan gitmeye mahkûm oldu bir kez. Ancak deneysel mühendislik alanındaki gerçek devrim, henüz yirmibeş yıl önce maskotlar birleştirince gerçekleşebildi…
Bunlar öylesine güçlü psikotroplar ki beynin en ücra köşelerini bile etkileyebiliyorlar. Narkotikler insanı dünyadan koparmaz, sadece dünyaya karşı tutumunu değiştirir. Oysa halüsinojenler dünyayı tanınmaz hale getirip tamamen bulanıklaştırır. Sen de yaşadıklarınla öğrendin bu durumu. Ama maskotlar dünyayı çarpıtıyor!"
"Maskotlar…" dedim. "Galiba bu kelimeyi biliyorum. Tabii! Eskiden futbol maçlarında kullandıkları o mekanik köpekler. Ama ne alâkası var?"
"Bir alâkası yok. Kelime bambaşka anlam kazanmış –affedersin- tat kazanmış. Maske, maskeli balo, maskara kelimelerinden geliyor. Beyne usulüne göre hazırlanmış maskotlar verilerek dış dünyadaki herhangi bir nesne, kurgu ürünü bir görüntüyle maskelenebilmekte, üstelik bu iş öyle bir ustalıkla yapılıyor ki psikimaskotlanmış özne hangi algısının değiştirildiğini ve hangilerinin aynı kaldığını ayırt edemiyor. Bir an için bile bu dünyayı gerçek haliyle – ilâçla tedavi edilmemiş, saflığı bozulmamış, sansürsüz haliyle- görme imkânın olsaydı düşüp bayılırdın!"
"Bir dakika. Ne dünyası? Nerede bu dünya? Nerede görebilirim?"
"Nerede de ne demek, her yerde. Hattâ burada bile!" diye fısıldadı kulağıma, tedirginlikle etrafına bakınarak. Sonra sandalyesini çekip –masanın altından- bana mantarı yıpranmış, küçük bir şişe verdi, gizli kapaklı bir iş çeviriyormuşçasına şöyle dedi:
"Bu amfetamin spreyi, dikkatonomid türünden, güçlü bir uyku giderici ve antipsikim ajanı. Dimetiletilheksabitulpeptopeyotin türevi. Kullanmak bir yana, sırf üstünde taşımak bile federal suç sayılıyor! Mantarı çıkarıp kokla – yalnız bir kere ve dikkatlice. Müshil tozu koklar gibi. Ve sonra, Allah aşkına kendine hakim ol, paniğe kapılma, nerede olduğunu hatırla!"
Mantarı çıkarıp şişeyi burun deliklerime götürürken ellerim titriyordu. İçime çektiğim acıbadem kokusu yüzünden gözlerim yaşlarla doldu, gözyaşlarımı silip de yeniden görebildiğim anda ağzım açık kaldı. Halılarla kaplı, palmiye ağaçlarıyla dolu muhteşem salon, İtalyan çinileriyle süslü duvarlar, göz alıcı masaların zarafeti, bizler yemek yerken arka tarafta enfes bir oda müziği çalan orkestra; hepsi yok olmuştu. Beton bir yer altı sığınağında, kaba ahşap bir masada oturuyorduk, ayaklarımızın altında –fena halde yıpranmış- hasır bir şilte vardı.
Müziğin sesi hâlâ duyulabiliyordu, ama sesin, paslı bir kablonun ucunda asılı duran bir hoparlörden geldiğini şimdi görüyordum. Gökkuşağını andıran kristal avize artık tozlu, çıplak ampul olmuştu. Ama en kötü değişiklik, önümüzde, masanın üzerinde gerçekleşmişti. Kar beyazı örtünün yerinde yeller esiyordu; dumanı tüten sülünle dolu gümüş yemek tabağı – gümüş yerine- teneke çatalıma topak halinde yapışan, dünyanın en iştah kapatıcı gri- kahverengi yulaf lâpasıyla dolu, ahşaptan yontulmuş bir çanağa dönüşmüştü.
Bu kusmuk benzeri şeye dehşet içinde baktım. Yalnızca birkaç dakika evvel büyük bir iştahla yiyordum onu, kuşun altın sarısı çıtır çıtır derisinin tadını çıkartıyor ve üstü gevrek, alt tarafı sosa bulanmış ekmek kıtırlarını –tatlı, sulu bir tezatlıkla- kıtırdatıyordum. Yakınımda duran saksıya ekilmiş bir palmiye ağacının aşağı sarkan yaprakları zannettiğim şeyler, meğer hemen üstümüzde, (diğer üç kişiyle birlikte) oturan kişinin don lastikleriymiş; bu kişi bir balkon ya daplatformda değil de rafın üstünde oturuyordu, raf çok dardı. Çünkü bulunduğumuz yer inanılmaz kalabalıktı!
Bu korkunç görüntü, tılsımlı bir değnekle dokunulmuşçasına belirsizleşip eski haline dönmeye başladığında gözlerim az kalsın yuvalarından dışarı fırlayacaktı. Yüzümün dibindeki don lastikleri yeşerdi ve bir kez daha palmiye yapraklarının zarif şeklini aldı; bu esnada birkaç metre ötede leş gibi kokan pis su kovası donuk parlaklığa büründü ve yontulmuş bir kaba dönüştü. Masamızın kir bağlamış yüzeyi eski saf, kar beyazlığına kavuştu, kristal kadehler parıldadı, korkunç yulaf lâpası altın sarısına dönüştü, münasip yerlerden kanatlar ve but kemikleri fışkırdı, tenekeden çatal bıçaklarımız eski gümüşî parlaklıklarına kavuştular… Garsonların kuyruklu smokinleri ise dört bir yandan kanat çırpıyor, pat pat ötüyordu. Ayaklarıma baktım –hasır yine İran halısı olmuştu.
Lüks hayata geri dönmüştüm. Fakat sülünün büyük göğsünü incelerken bu göğsün sakladıklarını unutmam mümkün değildi…
"Artık anlamaya başladın!" diye fısıldadı Trottelreiner, ok ağır bir şok geçiriyor olmamdan çekinircesini yüzüme dikkatle bakarak. "Hem unutma ki burası en pahalı işletmelerden biri! Sana bu sırrı öğrenme şansını tanımasaydım eğer, kim bilir, görünce aklını oynatacağın bir restorana gidebilirdik."
"Yani… daha beter yerler mi var… demek istiyorsunuz?
"Evet."
"Bu imkânsız."
"Burada en azından gerçek masalar, sandalyeler, tabaklar, çatal ve bıçaklar var; oralarda insanlar –kat kat yığılmış- döşeme tahtalarının üzerine uzanıp taşıma bantlarında geçen kovalardan parmaklarıyla yiyorlar. Ve seni temin ederim ki, oralarda sülün kisvesi altında yenilen şey çok daha lezzetsiz."
"Nedir o?"
"Zehir değil, Tichy, sadece klorlu suya batırılıp balık etiyle bulamaç yapılmış, toz halinde ot ve pancar konsantresi; müşterilerin boğazına yapışmasın diye genellikle jelatin ve vitamine ilâveten sentetik emülsiyon yapıcılar ve yağlar ekleniyor. Kokuyu fark ettin mi?"
"Evet! Evet!"
"Bak, gördün mü?"
"Allah aşkına, profesör, nedir bu? Lütfen, öğrenmem şart! Söyleyin! İnsanlık dışı bir hainlik mi bu? Şeytanca bir plan mı? İnsan soyunu yok etmeyi amaçlayan bir komplo mu?"
"Aman, Tichy. Böyle şeytansı ruhlardan falan bahsetme. Yirmi milyardan fazla insanın yaşadığı bir dünya bizimki, hepsi bu. Bugünkü Herald'ı okudun mu? Pakistan hükümeti bu yılki açlık felâketinde yalnızca 970.000 kişini telef olduğunu iddia ediyor, muhalefetin verdiği rakam ise altı milyon. Böyle bir dünyada Chablis şarabı, sülün, krema soslu et filetosu ne gezer? Son sülün çeyrek yüzyıl önce öldü. O kuş artık bir leş, yalnızca kusursuz bir biçimde muhafaza edilmiş o kadar, zira onu mumyalamak konusunda ustalaştık –daha doğrusu: Ölümünü nasıl saklayacağımızı öğrendik."
"Bir dakika! Doğru anladıysam eğer…Demek istiyorsunuz ki-"
"Kimse sana kötülük yapmak niyetinde değil demek istiyorum. Tam aksine, derin merhamet duygusuyla ve yüce insanî nedenler uğruna gerçekleştirildi bu kimyasal aldatmaca, bu kamuflaj, gerçekliğin sahip olmadığı bir giysiyle donatılması…"
"Peki profesör, aldatmaca her yerde mi?"
"Evet."
"Ama ben evde yiyorum, dışarı çıkmıyorum, nasıl oluyor da…"
"Nasıl oluyor da maskotları içine çekiyorsun? Bunu sen soruyorsun, öyle mi? Teneffüs ettiğimiz havada mevcutlar, atomlar halinde. Kosta Rika'da KOMSEV bombalarını, aeorosolleri hatırlamıyor musun? Tereddütle yapılan ilk girişimlerdi, Montgolfier Kardeşler'in sıcak hava balonu denemeleri gibi."
"Ve herkes bundan haberdar mı? Kabul etmiş durumda mı?"
"Tabii ki hayır. Kimse bilmiyor."
"Fakat söylentiler dolaşmıyor mu?"
"Söylentiler hiç bir zaman eksik olmaz. Ama unutma ki amnezil denen şey var. Herkesin bildiği şeyler var evlâdım, bir de kimsenin bilmediği şeyler. Farmakokrasinin hem alenî bir tarafı hem de gizli bir tarafı var; ilki ikincisine bağımlı."
"Hayır, inanmam mümkün değil."
"Nedenmiş o?"
"Çünkü birileri bu hasır döşeklerin bakımını yapmak zorunda, birileri gerçekten kullandığımız tabakları ve de yemek niyetine yenen bu lâpayı hazırlamak zorunda. Her şey için geçerli bu!"
"Elbette. Haklısın. Her şeyin imal edilip bakımının yapılması gerekiyor. Ne olmuş yani?"
"Bu işleri yapan insanlar, onlar görüyor, biliyor!"
"Saçma. Yürüttüğün mantık çağdışı. İnsanlar camdan güzel bir portakal serasına gittiklerini zannediyorlar; içeri girdiklerinde kendilerine dikkaton veriliyor ve çıplak beton duvarların, tezgâhların farkına varıyorlar."
"Peki çalışmayı istiyorlar mı?"
"Büyük bir şevkle hem de; çünkü kendilerine bir miktar da kölemisin verilmiş oluyor. Çalışmak böylelikle bir kendini adama örneği, ulvî bir eylem haline geliyor. Ve çalışanlar işlerini bitirince bir kaşık dolusu amnezil, belki ıstırapsilin, gördükleri her şeyi silmeye yetiyor!"
"Ben de baştan beri bir rüyada yaşıyor olmaktan korkuyordum. Tanrım ne aptalmışım! Ah bir geri dönebilsem, bir geri dönebilsem! Geri dönmek için dünyaları verirdim!"
"Nereye dönmek için?"
"Hilton'un altındaki kanalizasyona."
"Tichy, düpedüz aptalca değilse de çok sorumsuzca bir tutum seninki. Sen de herkesin yaptığını yapmalısın, hepimiz gibi yemene içmene bakmalısın. Kan dolaşımına gereken miktarda –asgari günlük ihtiyaçta- iyimserjin ve melekel verilince mükemmel bir ruh haline kavuşursun."
"Demek siz de şeytanın avukatı oldunuz, ha?"
"Hadi yapma, ciddi bir vakada, doktorun hastasından hakikati saklamayı tercih etmesi çok mu şeytanca bir iş yani? Eğer bu şekilde yaşamak, yemek, var olmak zorundaysak bu işi bari güzel süslemelerle yapalım diyorum. Bir tek istisnayla, maskotlar mükemmel işlediğine göre kime ne zararları var ki?"
"Şu anda sizinle bu meseleyi tartışacak halde değilim" dedim biraz sakinleşerek. "Sadece iki soruma cevap verin lütfen, eski günlerin hatırına. O demin bahsettiğiniz, maskotların etkisiyle ilgili istisna nedir? Ve evrensel düzeyde silâhsızlanma nasıl gerçekleşti? Yoksa o da mı bir yanılsama?"
"Hayır, çok şükür silâhsızlanma meselesi hayli gerçek. Ama bunu açıklamak için sana konferans vermem gerekir, oysa gitme vakti geldi."
Ertesi gün buluşmaya karar verdik. Ayrılırken maskotların kusurlu yanıyla ilgili sorumu yineledim.
"Eğlence Parkı'na git, "dedi profesör. "Sevimsiz gerçekleri öğrenmek hoşuna gidiyorsa eğer, parktaki en büyük atlıkarıncaya bin, alet hız kazanınca oturduğun kabini örten kanvas döşemede makasla bir delik aç. Kabinin üstü döşemeyle kaplı, çünkü maskotların gerçekliğin yerini almak için yarattıkları hayalî dünya devir esnasında yer değiştirir… Merkezkaç kuvveti âdeta insanın gözlerinin bağını çözer… Dediğimi yapınca boyalı yalanın ardında yatanları göreceksin."
Umudumu yitirmiş bir halde bu sözleri yazarken saat sabahın üçü. Söylenecek başka ne kaldı? Kaçmayı, bu medeniyetten kurtulmayı, vahşi doğada kendimi kaybetmeyi ciddi ciddi düşünüyorum. Yıldızlar bile artık beni cezbetmiyor. Eve dönüşün söz konusu olamayacağı bir seyahat çok kırık bir duygu.
* * *
Yıl:5 X 2039. Birkaç boş saatimi bu sabah şehirde geçirdim. Tüm refah ve bolluk gösterileri karşısında duyduğum dehşet duygusuna zor hakim olabildim. Manhattan'daki bir sanat galerisi orijinal Rembrandt'ları ve Matisse'leri bedava dağıtıyordu.
Galerinin hemen bitişiğinde Onbeşinci ve Ondördüncü Louis dönemine ait görkemli mobilyalar, mermer şömine rafları, tahtlar, aynalar, Arapların Haçlı Seferler zamanında kullandıkları silâhlar bulabiliyorsunuz. Her yerde açık arttırma yapılıyor -peynir ekmek gibi satılıyor evler. Ben ise burayı her insanın kendi sarayını yaratabileceği bir cennet sanmıştım!
Beşinci Cadde'deki Nobel Ödülüne Adaylığını Koyan Adaylar İçin Kayıt Merkezi'nin de sahtekârlıkta aşağı kalır yanı yok: Herkes Nobel Ödülü kazanabilir, aynı şekilde herkes oturduğu bölmenin duvarlarını paha biçilmez sanat eserleriyle süsleyebilir -ne de olsa her ikisi de beyni uyaran bir tutam tozdan ibaret! İşin en zalim yanı da, bu kitlesel aldatmacanın bir kısmının alenî ve gönüllü yapılması, insanların kurmaca ve gerçek arasındaki sınırı çizebileceklerini sanmalarına izin verilmesi. Ve artık kimse anlık tepkiler göstermediği için -ders çalışmak için, sevmek için, isyan edip başkaldırmak için, unutmak için hep ilâç kullanılıyor - yönlendirilmiş duygularla doğal duygular arasındaki ayrım ortadan kalkmış durumda.
Ceplerimin içinde yumruklarımı sıkarak yürüdüm sokaklarda. Yo hayır, öfkeden deliye dönmek için cinnetin ya dafuriol içmeye ihtiyacım yoktu! Zihnim, iz süren bir tazı gibi, bu maskaralık abidesindeki, tüm ufka yayılmış bu cicili bicili dalaveredeki çukurları, boşlukları arıyordu. Evet, çocuklara nefretgofretler verip inatçilekleri, yılmaoz, isyanyum ile kişilikleri geliştiriliyor, susturo ve mantıkoz ile tutkularını dizginliyorlar; polis falan yok, polisilin dururken, suç işlemeye yönelik eğilimleri Prokrustik A.Ş 'nin sunduğu hizmetlerle zararsız hale getirmek mümkünken kim polislere ihtiyaç duyardı ki? İlâheteryalardan, o inanç aşılayan, inayet bahşeden, günahları affetiren bileşimlerin satıldığı, insanın bir gram kutsalinle derhal azizlik mertebesine yükselebildiği yerlerde uzak durmam iyi oldu.
Hazır ilâheteryaya girmişken bir parça diyet diyanetine ne dersiniz ya daalkolsüz allahol, kolesterolsüz brahmanona? Cizvit soslu nasıralin vaftizem, Yehoşafat Vadisi'nde bekleşen kuyrukta sırabaşı yaparlar sizi ve bir damla şekersiz-kafeinsiz sevapyumla iş tamam. Yaşasın şükrinojen! Dindarlara cennetizyaklar, mazoşistlere şeytanon ve zebanitin, haham ve haram…
Elimdem ancak bu kadarı geliyordu, yoksa gidip köşedeki farmafyona saldıracaktım, cemaat içeride iman duygusuyla diz çökmüş, vaazlarla azıyor, enfiye koklar gibi sevapin çekiyordu. Ama kendimi tuttum -blitarol ile etkisiz hale getirirlerdi beni. Bir bu eksikti! Hızlıtabanvaya binip Eğlence Parkı'na gittim, terlemiş elimde bir makası sımsıkı tutuyordum. Ancak makas hiç bir işe yaramadı; kanvas örtü inanılmaz sertti -u verilmiş çelik gibi.
Trottelreiner, Beşinci Cadde cıvarında kiralık bir odada kalıyordu. Kararlaştırdığımız saatte gittiğimde evde değildi, ama bana gecikebileceğini söylemiş, susam kapısını açmakta kullanacağım ıslığı öğretmişti. Böylelikle içeri girip profesörün çalışma masasının başına geçtim, bilimsel yayınlarla, karalanmış kâğıt parçacıklarıyla kaplıydı masanın üstü. Sıkıntıdan -elki de ruhumda esen fırtınayı dindirmek için- Trottelreiner'in defterini karıştırmaya başladım. "Makroçöpevrensel, "mikroçöpsel, "peygambirinci." Tabii ya, o deli saçması gelecekbilimi için kelimeler türetmeye çalışıyordu! "Kehanetobur, "kıyametiş günü, "havlayanhavan topu." Doğumfizik, "doğumatom bombası."
E tabii, nüfus patlamasıyla birlikte her saniye seksen bin çocuk doğuyordu. Yoksa sekiz yüz bin miydi? Ne önemi var? "Beyindamlası." Beyne damlayan sudan mı geliyordu? Beyin fırtınasının bir sonucu muydu? Beyin dalgasının bir parçası mıydı? Ya da beyin yıkama işleminin?" Beyin sızıntısı." Beyin oluğundan aşağı mı?" Beyinyağmuru." Metreküp cinsinden mi, zekâ düzeyi olarak mı? Yani zamanını bunlarla mı geçiriyordu Trottelreiner? Ah profesör -iye bağırmak geldi içimden- sen burada otururken dışarıda dünyanın sonu gelmekte!
Aniden sayfaların arasında bir şey parıldadı - şişe, amfetamin atomizörü! Bir anlık duraksamanın ardından karar verip temkinli bir biçimde bir nefes kokladım ve odaya bakındım.
Çok garipti, hemen hiç bir değişiklik yoktu! Kitap rafları, ilâç rehberleri, dosyalar, her şey olduğu gibi duruyordu; bir tek, mine tabakasının ışıltısıyla odayı süsleyen köşedeki Hollanda malı çini soba, tombul gövdeli eski püskü siyah bir sobaya dönüşmüştü, kavrulmuş bir boru duvara sokulmuştu, sobanın etrafındaki yer küllerle kaplıydı. Şişeyi çabucak -uçüstü yakalanmış gibi- bıraktım elimden; çünkü tam o sırada Trottelreiner ıslığını öttürüp içeri girdi.
Eğlence Parkı'nda olanları anlattım. Şaşırdı. Kendisine makası göstermemi istedi, başını salladı, sonra şişeyi kaldırıp kokladı, bana uzattı. Makas yerine çürük bir dal parçası tutuyordum elimde. Başımı kaldırıp profesöre baktım: Endişeli görünüyordu, bir önceki günkü kadar kendinden emin değildi. Konferans şekerleriyle dolu çantasını masaya bıraktı ve iç geçirdi.
"Tichy, "dedi, "Maskot enflasyonunda özel bir fesat olmadığını anlamak zorundasın…"
"Enflasyonu mu?"
"Bir ay ya dabir yıl evvel gerçek olan birtakım şeylerin, yani bunların yerine yanılsamaları koymak gerekti -ünkü hakiki şeyler, tamamiyle erişilmez olmasa da kıtlaşmaya başlamıştı, "diye açıkladı. Ancak profesörün zihnini başka bir şeyin kurcaladığını hissettim.
"Üç ay kadar önce o atlı karıncaya binmiştim, "diye devam etti, "ama hâlâ orada olduğunu garanti etmem mümkün değildi. Hattâ giriş biletini aldığında yayıcı sana büyük ihtimalle bir parça karnaval ya daatlı karınca şırınga etmiştir, ne de olsa böylesi çok daha ucuza geliyor. Evet, Tichy, insanoğlunun mülkîyetindeki gerçek şeyler endişe verici bir hızla azalıyor. Buraya taşınmadan önce yeni Hilton'da bir suitim vardı ama orada kalamazdım, hele de aptallık ederek dikkaton içip kendimi ancak konsol büyüklüğünde ufacık bir odada bulduktan sonra; burnum bir yalağın içindeydi, kaburgalarıma bir fıçı tapası batıyordu, ayaklarımsa alt çekmecedeki, yani suitteki -enim suit sekizinci kattaydı, günlüğü doksan dolardan- bir karyolanın başucundaki tahtaya yaslanmıştı. Yeterli alan yok işte, sahip olduğumuz kısıtlı alanları da yitiriyoruz! Şu aralar mekân genişleticileri denen şeyler ya daklostrolizm üzerine araştırma yapılıyor ama pek bir ilerleme kaydedilemedi; çünkü yoğun bir kalabalığın mevcudiyeti -esela bir sokakta ya dameydanda- ancak tek tük birkaç insan görebileceğin şekilde maskelenince -iziksel değil de- psikimyasal olarak yok edilmiş insanlara çarpmaya başlarsın; işte uzmanlarımızın henüz üstesinden gelemedikleri sorun bu!"
"Profesör, defterinize bakıyordum. Affedersiniz ama bu nedir?" Çokluşizo" ve "bireyselizdiham üreteç" kelimelerinin olduğu sayfayı işaret ettim.
"Ha onlar mı? Senin anlayacağın, bir proje var, fikir babasının ismini taşıyan Hinternalizasyon Projesi. Egbert Hinter- adını duymuşsundur belki- iç mekânın, yani boyutları herhangi bir fiziksel kısıtlamaya maruz kalmayan ruhun, psikim yoluyla büyütülmesi sayesinde giderek artan dış mekân açığının kapatılmasını ön gördü. Kuşkusuz sen de biliyorsun ki, insan zoobeden sayesinde geçici bir süre için kaplumbağa, karınca, gelincikböceği olabiliyor -aha doğrusu, kendini öyle hissedebiliyor- hattâ bir parça botanikol çiçeksin yardımıyla yasemin çiçeği bile olabiliyor- öznel anlamda tabii. İki, üç, dört safhada kişilik bölünmesi yaşamak da mümkün. Kişilik bölünmeleri iki haneli bir rakama ulaşınca, kalabalık efekti elde ediliyor. Bu aşamada, meselâ bilinç ile değil, bilinçbir ya dabilinçiki ile muhatap olunuyor. Tek bir bedende barınan birçok zihin. İnsanın iç yaşamını güçlendirmek, nesnel olan dış dünyaya göre öncelik tanımak üzere ampli-benler mevcut.
Evet, evlâdım, böyle bir zamanda yaşıyoruz işte! Omnis est Pillula! * (Herşey ilâçtan ibaret) Farmakoloji Kitabı, bizlerin kutsal kitabı, almanağı, ansiklopedisi, var oluşumuzun alfabesi oldu ve görünürde onu yerinden edecek, devirecek bir şey de yok gibi; çünkü isyancılığı teşvik eden fitillerimiz, asipirin ve muhalifitil var elimizde. Hem senin şu Dr. Hopkins'in sodomeks ve gomodepresifi de çok işe yarıyor -ilediğin sayıda şehri şahsen ölüm ve yıkıma maruz bırakabilirsin. Yüce Tanrılık mertebesine de ulaşabilirsin, bir dolar yetmişbeş sent karşılığında."
"Son zamanlarda sanat biçimi insanın yüreğini sızlatıyor, "diye belirttim. "Kiçovski'nin Skerzo'sunu dinledim, daha doğrusu hissettim ama üzerimde herhangi bir estetik etki yarattığını söyleyemem. Sürekli yanlış yerlerde güldüm."
"Evet, bizim gibilere göre değil. Bizler başka bir yüzyıldan fırlama inatçı moruklarız, zamanın akışında sürüklenen serserileriz."
Trottelreiner'i düşünceli bir hal aldı. Ama sonra omuzlarını silkti, boğazını temizledi, gözlerimin içine bakıp şöyle dedi:
"Tichy, Gelecekbilim Kongresi şu ara toplanıyor, insan soyunun bundan böylesini görüşmek üzere. Bu onların 76. Dünya Zirvesi. Bugün örgütlenme amacıyla yapılan ilk toplantıya -n hazırlıkların ön hazırlığına- katıldım, edindiğim izlenimleri seninle paylaşmak isterim…"
"Tuhaf, "dedim. "Gazeteleri oldukça -dikkatli okuyorum- bir süredir ama kongreyle ilgili herhangi bir habere rastlamamıştım."
"Gizli bir kongre. Sen de takdir edersin ki -artışılacak diğer konuların arasında maskotlama ile ilgili sorunlar var!"
"Sorunlar mı? Yanlış giden bir şey mi var?"
"Hem de ne yanlış!" diye patladı profesör. "daha kötüsü olamazdı!"
"Dün sanki başka telden çalıyordunuz, "dedim.
"Doğru. Ama şu halime bak -layların gerçek yüzüyle daha yeni tanışmaya başladım. Hele bugün duyduğum şey, ah, inan ki -ma al işte, kendin yut bakalım."
Evrak çantasından güncel raporları içeren, rengârenk kurdelâlarla bağlanmış kalın bir şeker kamışı demeti çıkarıp çalışma masasının öteki ucundan bana uzattı.
"Bunların hakkından gelmeye başlamadan önce sana bir çift sözüm var. Farmakokrasi, mutlak kaypakrasi üzerine kurulu psikimokrasidir -ani çağımızın sloganı bu. Daha açık konuşursak, sanrı saltanatı ve siyasî yozlaşma tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş misali. Evrensel düzeydeki silâhsızlanmayı işte buna borçluyuz."
"Demek sonunda silâhsızlanmanın nasıl gerçekleştiğini öğreneceğim!" diye bağırdım.
"Gerçekten çok basit. Rüşvet iki şeyden birine yarıyor: Bozuk ya daistenmeyen bir maldan kurtulmaya ya daaz bulunan bir malı edinmeye. Hizmet de mal başlığı altında ele alınabilir elbette. Bir imalâtçı için ideal durum tabii ki karşılığında herhangi bir şey vermeden para almaktır. Sanırım hakikatliam, hesaptırma makinaları ve yalangaçların yarattığı skandallar neticesinde başladı. Bunları duymuşsundur mutlaka."
"Evet ama hakikatliam nedir?"
"Gerçekliğin katledilmesi, erozyona uğratılması. Yolsuzluk, zimmete para geçirme, karanlık işlerin örtbas edilmesi, bunlar ilk ortaya çıktığında tüm suç bilgisayarlara yüklenmişti. Oysa işin içinde güçlü sendikalar ve gizli karteller vardı. Toprakedinim, gezegenlerin yaşanır kılınma işi, tehlikedeydi -şırı kalabalık bir dünya için hayatî önem taşıyan bir girişimdi bu! Çok fazla sayıda roket filosunun imal edilmesi gerekiyordu, Satürn ve Uranüs'ün iklimlerinin ve atmosferlerinin değiştirilmesi gerekiyordu. Bütün bunları sadece kâğıt üzerinde gerçekleştirmek ne kadar daha basit olurdu!"
"Fakat böyle bir şey çarçabuk açığa çıkar, "diye itiraz ettim.
"Hiç de değil. Öngörülmemiş güçlükler çıkar, beklenmedik engeller, aksilikler çıkar ortaya, yeni harcamalara, destek tahsisatlara, ek fonlara ihtiyaç duyulur. Meselâ Uranüs projesi -80 milyar dolar akıtıldı bu projeye ve tek bir taşın yerinden oynatıldığına dair emare yok."
"Denetleme komisyonları?"
"Denetleme komisyonlarında astronotlar yer almaz. Hem gereken hazırlık ve eğitim olmadan öyle başka gezegenlere gidemezsin. Böylelikle oralara temsilciler, tem yetkili elçiler, özel atanmış görevliler gönderildi. Ve bu insanlar da tamamiyle kendilerine sunulan malzemelerden -akbuzlar, fotograflar, istatistikler- hareket ettiler. Ancak belgeler tahrip ve taklit edilebilir ya daen kolayı, maskotlar tarafından imal edilebilir."
"Ha!"
"Ya, aynen öyle. Sanırım silâhların simülasyonu da tam olarak aynı şekilde gerçekleştirildi. Ne de olsa, devlet ihalelerini kazanan özel şirketler kâr etme amacını taşıyordu. Milyarları götürdüler, üstelik hiç bir şey yapmadan. Yani lazer toplar, roketatarlar, altıncı nesil çok başlıklı anti-anti-anti- antibalistik mermiler, uçan tanklar, delici torpiller ürettiler üretmesine de, hepsi mecazlanmıştı."
"Ne dediniz?"
"Psikomecazlanmıştı, sanrıydı. Mantarol sakızı dururken niye nükleer deneme yapılsın ki?"
"O nedir?"
"Bu sakızdan çiğneyince mantar şeklinde bulutlar görüyorsun. Her neyse, iş çığ gibi büyüdü. Asker eğitmenin ne gereği var? Seferberlik halinde askerlere temel eğitim kapsüllerinden verirsin olur biter. Subayları pahalı askeri okullarda yetiştirmenin ne anlamı var -tratejin, taktikton, manevraljin, kumandanol dururken? Oku oku bitmez Clausewitz, 'Tek bir hapla general olduk biz.' Duymuş muydun bu lâfı?"
"Hayır."
"Duymadın. Çünkü bu ilâçlar devlet sırrı; ya daen azından kamuoyuna açıklanmıyor. Artık milis teşkilatını çağırmak gerekmiyor. Yapman gereken tek şey, sorunlu bölgeye doğru maskottan serpiştirmek, halk paraşütçü birliklerinin iniş yaptığını, denizcilerin hücuma geçtiğini görüyor, bir de tanklar var -erçek bir tank yaklaşık bir milyon dolar ederinde, oysa sanrı olarak görünen bir tankın bedeli, kişi başına bir sentin ya daizleyici başına bir santihayalin yüzde birinden aza geliyor. Bir destroyerin bedeli on sent. Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri'nin bütün askeri teçhizatını tek bir kamyona sığdırmak mümkün. Tanksavarlar, ölüsavarlar, bombasavarlar -atı, sıvı, gaz halinde. Anladığım kadarıyla a'dan z'ye mars istilâsı diye bir şey var -zel hazırlanmış bir barut senaryosu."
"Hepsi de maskot halinde mi?"
"Hemen hemen hepsi. Gerçek ordu aşama aşama gereksiz hale geldi. Geriye yalnızca birkaç uçak kaldı -anırım. Onlar da kime yarar? Bu süreç zincirleme tepkime şeklinde gerçekleşti, durdurmak imkânsızdı. İşte delikanlı, silâhsızlanmanın ardında yatan sır bu. Ama silâhsızlanma, işin yalnızca bir parçası. Yeni Cadillac'ları, Dodge'ları, Chevrolet'leri gördün mü?"
"Elbette. Fena değiller."
Profesör şişeyi verdi bana.
"Al, pencereye git, o güzel arabalara bir de bununla bak."
Pencere pervazından dışarı sarktım. Kırbirinci kattan bakınca sokak, dar ve derin bir dereyi andırıyor, derenin dibinde parıldayan bir araba nehri akıyordu, arabaların ön camları ve tepeleri güneşin altında bir yanıp bir sönüyordu. Açık şişeyi burnuma tuttum, gözlerimi kırpıştırdım, gözyaşlarımı silip alelacayip bir manzaraya bakakaldım. İşadamları ellerini göğüs hizasında ileri doğru uzatmış, şoförcülük oynayan çocuklar gibi havayı kavramış, sokağın ortasından aşağı doğru tek sıra halinde tırıs adım ilerliyorlardı. Öfkeyle bacaklarını pompalayan ve alçak koltuklarda geriye yatarcasına belden yukarılarını arkaya yaslayan hızlı yürüyüşçülerden oluşan bu sık sütunların ve sıraların arasında zaman zaman oflaya puflaya giden tek bir araba beliriyordu. Sonra buhar bulutu kalktı, görüntü şöyle bir silkindi, netleşti ve yeniden, dizi dizi geçen arabaların Manhattan boyunca haşmetle ilerleyen beyaz, sarı, zümrüt yeşili tepelerine bakmaya başladım.
"Kabus bu, "dedim iğrenerek. "Ama yine de pax orbi et urbi * (Yurtta ve cihanda sulh) sağlanmış, belki de bütün bunlara değerdir."
"Evet, bir takım faydalı yanları var. Damar tıkanıklığı hastalarının sayısında önemli ölçüde azalma oldu; tabana kuvvet yapılan bu uzun mesafe koşuları mükemmel bir egzersiz. Öte yandan, taban düşüklüğü, damar varisi, anfizem ve kalp büyümesinden muzdariplerin sayısında artış var. Herkesin vücudu maraton koşmaya uygun değil tabii."
"Bu yüzden sizin arabanız yok!"
Profesör müstehzi bir ifadeyle gülümsedi.
"Ekonomik modeller şu aralar 450 dolara satılıyor." Dedi. "Ancak üretim maliyetinin kabaca bir sentin sekizde birine geldiğini düşünürsen bu fiyat epey pahalı. Gerçek şeyler üretenlerin nesli tükenmek üzere. Besteciler, ücretlerini alıp kendilerini himaye eden sanatseverlere paylarına düşen komisyona veriyorlar ve sipariş edilen eseri dinlemek üzere filarmonyuma gelen dinleyicilerin ellerine birer polisenfonik kontrpuantilin tutuşturuyorlar."
"Böyle bir şeyi ahlâkî açıdan savunmak imkânsız, "dedim, "ama toplumsal düzeyde pek zararı olmadığı kesin."
"Şimdilik öyle. Gerçi neticede her şey meseleye nasıl baktığına bağlı. Meselâ Milo Venüs'ü yerine koyduğun bir keçiyle aşk yaşayabilirsin. Bilimsel araştırma metinleri ve kongrelerin yerine kongresil ve dekongresol var -ma yine de biyolojik bir asgarî- yaşamın, hiç bir kurmacanın yerini asla tutamayacağı çıplak gereklilikleri olmak zorunda. Ne de olsa, insan bir yerde hayatını sürdürmek, bir şeyler yemek, bir şeyi teneffüs etmek zorunda. Bu arada hakikatliam, hakikî faaliyet alanlarını birer birer elimizden alıyor. Bunun yanı sıra yan etkiler korkutucu boyutlara ulaştı. Ve bu yan etkiler de sanrısöktürücüler, süpermaskotlar ve sabitleyicilerin kullanılmasını gerektiriyor -unların ne kadar başarılı olduğuysa şüpheli."
"Nedir onlar."
"Sanrısöktürücüler mi? Yeni bir tür. Hiç bir yanılsama olmadığı yanılsamasını yaratıyorlar. Şimdilik sadece aklî dengesi bozuk olanlara veriliyor, ancak bulundukları ortamın gerçekliğinden kuşku duyan insanların sayısı hızla artmakta. Amnezitiklerin, üsttereddütlere ya daçiftekuşkulara karşı hiç bir etkisi yok. Çünkü bunlar ikincil fanteziler, diğer bir deyişle ikinci nesil fanteziler. Anlamadın mı? Diyelim ki bir insan yalnızca hayal etmediğini hayal ettiğini hayal ediyor -a da tam tersi. Modern psikiyatrinin konusuna giren tipik bir sorun, çok aşamalı paranoya dedikleri şey. Ama en uğursuzları yeni maskotlar. Şimdi bütün bu ilâçlar organizmanın canına okuyor. İnsanların saçları dökülmeye başlıyor, kulaklar boynuz şekline dönüşüyor, kitinleşiyor ve kuyruklar yeniden yok olmaya başlıyor…"
"Yeniden ortaya çıkıyorlar demek istediniz."
"Hayır, yok oluyorlar. Otuz yıldan beri herkesin kuyruğu var. Maymuncukalin yüzünden. Her kapıyı kolaylıkla açmayı öğrenmenin bedelini bu şekilde ödedik."
"Saçma-plaja gittim profesör, kimsenin kuyruğu yok!"
"Çocukluk etme. Kuyruklar antikuyruk maddesiyle maskelenmiş durumda elbette, bu madde de tırnaklarda ve dişlerde renk kaybına yol açıyor."
"Renk kaybı da mı maskelenmiş?"
"Haliyle. Maskotlar miligramlık miktarlarla işlerini görüyor. Ancak sıradan bir insan bir yıl boyunca toplam yüzdoksan kilo cıvarında maskot tüketiyor ki taklit edilmesi gereken şeyler düşünüldüğünde makul bir miktar bu -obilyalar, eşyalar, yiyecekler, içecekler, çocukların ebeveyne itaat etmesi, insanın resmi görevlilerden saygı görmesi, bilimsel buluşlar, Rembrandt'ın eserlerine ve makaslara sahip olmak, okyanus seyahatleri, uzay uçuşları ve diğer milyonlarca şey. Tıp mesleğinin mahremiyet ilkesi olmasa, New York'ta yaşayan her iki insandan birinin ayvayı yediğini, sırtından aşağı yeşilimtırak kılların çıktığını, kulaklarında dikenlerin olduğunu, düztaban olduğunu ve sürekli dörtnala koşturmaktan anfizem hastalığına yakalanıp kalbinin büyüdüğünü herkes bilirdi. Tüm bunların gizlenmesi gerekiyor, süpermaskotların işlevi de tam olarak bu zaten."
"Kabus gibi! Hiç mi umut yok?"
"Kongremiz alternatif bundanböyleleri ele alacak. Uzmanlar köklü bir değişimin şart olduğunu söylüyorlar. Şu anda elimizde onsekiz teklif var."
"Dünyayı kurtarmak için mi?"
"Öyle de söyleyebilirsin. Ama neden oturup şu malzemeleri yalamıyorsun? Hem, şey, senden bir ricada bulunacağım. Hassas bir konu."
"Elimden geleni yaparım."
"Böyle söyleyeceğini biliyordum. Şimdi meslekdaşımdan, bir kimyagerden yeni bileştirilmiş iki dikkaton türevi -mfetamin spreyi- örneği geldi bana. Sabah postasıyla geldi, bu mektupla birlikte." Trottelreiner masasının üzerindeki mektubu gösterdi. "Ayıltıcı ilâcımın, demin kullandığın şeyin sahte olduğunu söylüyor. Aynen şöyle yazıyor, 'Federal Fikir Verme Bürosu, Psikimüh (Psikimmühendisliği demek) Bölümü, gerçekologların dikkatini dağıtmak için onlara kasten ve kötü niyetle neomaskotlar içeren sahte antihalüsinojenik ajanlardan vermekte.'"
"Anlamsız. Bana verdiğiniz ilâç işe yarıyor, ilâcın etkilerini kendim tecrübe ettim. Hem şu gerçekolog ne oluyor?"
"Toplum içinde yüksek itibar gören bir konum -en dahil az sayıda insan bu konuma sahip olmanın onurunu ve ayrıcalığını yaşıyoruz. Gerçekleri söylemek, birtakım şeylerin gerçekte nasıl olduğunu tespit etmek amacıyla dikkatonamid kullanma hakkı demek. Çünkü birileri gerçeği bilmek zorunda. Sanırım bu kadarı açık değil mi?"
"Evet."
"Ve ilâca gelince, dostumun tahminine göre, ilâç, eski ürün maskotların, bir zaman önce dağıtıma sunulmuş maskotların etkisini gerçekten de ortadan kaldırıyor ama hepsini engellemiyor -zellikle de en yeni olanları. Ki bu durumda" -rofesör şişeyi havaya kaldırdı- "bu da ayıltıcı ilâç değil, çok haince tasarlanmış bir maskot, sahte bir karşı önlem, çifte iki taraflı ajan ya dadiğer bir deyişle koyun kılığına bürünmüş bir kurt olabilir ancak!"
"Ama niye? Birilerinin bilmesi gerekiyorsa…"
"Genel refah için, toplum için, tüm insanlık için gerekiyor, ama birtakım politikacıların, şirketlerin, hattâ devlet bakanlıklarının özel çıkarları açısından bakıldığında, gerekmiyor. Eğer her şey, biz gerçekologların şüphelendiğinden kötüyse, o zaman ortalığı velveleye vermemizi istemezler, işte bu nedenle bu ilâç üretildi. Hani eski bir numara vardır: Hırsızın kolaylıkla bulabileceği yerlere birtakım şeyler saklarsın -ırsız ilk ganimetiyle yetinir de, çok daha zekice saklanmış gerçek hazineyi arayıp bulamaz umuduyla!"
"Evet, sanırım anladım. Peki benden tam olarak ne yapmamı istiyorsunuz?"
"Bu materyalleri incelerken ilk şişeyi bir kokla, işte bunu, sonra ikinci şişeyi kokla. Doğrusunu istersen ben cesaret edemiyorum."
"Hepsi bu mu? Verin şunları bakalım."
Profesörden iki cam tüpü de aldım, bir sandalye çekip Gelecekbilim Kongresi'ne sunulan araştırma metinlerinin özetlerini birer birer incelemeye başladım. İlk öneride insan tavırlarının tamamiyle yeniden kurgulanması tahayyül ediliyordu. Bu yeniden kurgulama işi, atmosfere bin ton tersirin salınmasıyla gerçekleştirilecekti, ki bu da herkesin duygularında tam 180 derecelik bir değişim yaratacaktı. İlk aşamada, ilâcın atmosfere yayılmasını müteakiben konfor, bolluk, güzel yiyecekler, estetik nesneler, zarafet -ütün böyle şeylerden aniden nefret edilecek; öte yandan kalabalıklaşma, yoksulluk, çirkinlik ve mahrumiyet her şeyden üstün tutulacaktı. İkinci aşamada maskotlar ve süperneomaskotlar tamamiyle ortadan kaldırılacak ya danötralize edilecekti. Hayatlarında ilk kez gerçeklikle yüz yüze gelen insanlar ancak o zaman mutluluğa kavuşacaklardı; çünkü gönüllerinin arzuladığı her şeye sahip olacaklardı.
Yaşam koşullarını birazcık kötüleştirmek için kızıştırmadonlar dahi harekete geçirilebilirdi. Ancak tersirin, tersine çevirme etkisini gösterirken herhangi bir ayırım yapmadığından erotik haz duyguları da nefretlik hale gelecekti, bu ise insan soyunun tükenmesi tehditini doğururdu. Onun için ilâcın etkisi yılda bir kez 24 saatliğine uygun bir panzehirle geçici olarak durdurulacaktı. Yılın o günü intihar sayısında kuşkusuz keskin bir artış görülecek, ancak bu durum, doğum oranında yaşanan artış sayesinde kat kat telâfi edilmiş olacaktı.
Söz konusu planın beni heyecanlandırdığını söyleyemem. Planın kayda değer tek özelliği, önerinin yaratıcısının, gerçekolog sınıfının bir üyesi olarak, panzehiri sürekli olarak almasıydı. Böylelikle hayatın ne halihazırdaki sefaletinden ne de çirkinliğinden, ne pisliğinden ne de sıkıntısından özel bir zevk alabilecekti. İkinci öneri, nehir ve okyanus sularında 10.000 ton retrotemporaks eritilmesini öngörüyordu. Bu ilâç, öznel zamanın akışını tersine çeviriyor. Böylelikle yaşam şu şekilde gelişecek: İnsanlar dünyaya ahı gitmiş vahı kalmış yaşlılar olarak gelecek ve yeni doğmuş bebekler olarak terk edecekler. Bu sayede, diye öne sürüyor yazar, insanlığın önündeki temel engeli, yani her insan için kaçınılmaz olan yaşlanmayı ve ölümü ortadan kaldırmış olacağız. Zaman ilerledikçe her yaşlı insan giderek gençleşecek, kuvvet enerji kazanacak. Emekliye ayrılınca -çalışamayacak kadar küçük bir yaşa gelince- çocukluğun kutsal dünyasına adım atmış olacak.
Önerinin insanî yanı, küçük çocukların, tüm canlı varlıkların ölümlü olduğu konusundaki doğal cehaletinden esinlenmişti. Tabii aslında -amanın bu şekilde tersine döndürülmesi tamamiyle öznel olduğundan -uvalara, kreşlere ve doğumhanelere bebekler değil, yaşlı insanlar gidecekti.
Yazar, bu noktadan sonra insanların ne yapılacağı konusunda pek bir açıklama getirmemiş, genel bir ifadeyle resmi ötenazyumlarda uygun bir terapi uygulanabileceği yorumunu yapmakla yetinmiş. Bunu okuyunca ilk öneri önemli ölçüde değer kazandı gözümde.
Üçüncü öneri uzun vadeli ve çok daha çarpıcıydı. Yapay döllenmeyi, protezciliği ve aşkın kesişimi savunuyordu. İnsandan geriye yalnızca beyin kalacaktı, güzelce dayanıklı plastik içine konmuş bir beyin: Duylarla, fişlerle ve kopçalarla donatılmış bir küre. Atom piliyle beslenen bir beyin -öylelikle günümüzde fiziksel açıdan fazla işlevi olmayan besin sindirimi yalnızca uygun biçimde programlanmış yanılsama yoluyla gerçekleşecekti. Beyin kutusu, herhangi sayıda birtakım eklere, aletlere, makinelere, araçlara ve benzeri şeylere bağlanabilirdi.
Bu protezleme süreci yirmi yıllık bir süreye yayılacaktı, ilk on yılda kısmî protezler zarurî olacak, bütün gereksiz uzuvlar evde bırakılacaktı; meselâ insan tiyatroya giderken zina ve dışkı boşaltma modüllerini çıkarıp dolaba asacaktı. Ardından sonraki on yıl içinde aşkın kesişim, kalabalıkları ve aşırı nüfus artışının sonucu olan tıkanıklığı ortadan kaldıracaktı. Beyinlerarası iletişim kanalları, ister kablo ister uydu aracılığıyla olsun, bütün toplantıları ve buluşmaları, gezintileri, konferanslara katılmak amacıyla yapılan yolculukları ve dolayısıyla şahısların her türlü mekâna yaptıkları gidip gelmeleri anlamsız kılacaktı; çünkü yaşayan her varlık, insanların ikamet ettiği geniş alanların üzerine, hattâ en uzaktaki gezegenlere dahi yerleştirilmiş alıcı ve tarayıcılardan yararlanabilecekti.
Sipariş üzerine yapılmış iç parçalar ve aksesuarlar pazara sürülecekti; bunlara evler için döşenmiş beyinrayları da dahildi, bu raylar sayesinde insanların bizzat kafaları odadan odaya yuvarlanabilecekti, masum bir oyun.
Bu noktada durup bu yazıları yazanların kesinlikle kafadan çatlak olduklarını belirttim. Trottelreiner, karar vermekte aceleci davrandığım yanıtını verdi soğuk bir edayla. Her şeyi kendi ellerimizle bu hale getirmiştik ve şimdi de sonuçlarına katlanmak zorundaydık. Zaten insan soyunun geçmişinde sağduyu kriteri hiç bir zaman geçerli olmamıştı. Yirminci yüzyılda şehirlerin başbelasının, ciğerleri zehirleyen şeyin, milyonları katleden caninin ve de milyonların idolünün, tekerlekli bir madeni duy olacağı ve insanların, güvenli, akıllı uslu bir biçimde evlerinde oturmaktansa çılgın hafta sonu çıkışlarında bu duy içinde ezilip ölmeyi tercih edecekleri İbn-i Rüşd, Kant, Sokrates, Newton, Voltaire, herhangi birinin aklına gelir miydi acaba? Profesöre önerilerden hangisini desteklemeyi düşündüğünü sordum.
"Henüz karar vermedim, "dedi. "Benim görüşüme göre en önemli sorun, yer altı doğumlarında görülen artış -u izinsiz doğumları kastediyorum. Ayrıca, tartışmalar süresince psikim yoluyla birtakım hilelerin yapılmasından korkuyorum."
"Ne demek istiyorsunuz?"
"Bir öneri, birkaç dilim safdilpeyniri sayesinde kabul ettirilebilir."
"Böyle bir şeye gerçekten kalkışırlar mı sizce?"
"Neden olmasın? Havalandırma tesisatından konferans salonuna gaz pompalamaktan daha kolay ne olabilir?"
"Fakat konferansta uygun bulunan her şey halk tarafından kabul edilecek diye bir kural yok. İnsanlar her şeye boyun eğmeyeceklerdir."
"Allah aşkına, Tichy. Yarım yüzyıldır medeniyet kendi haline bırakılmıyor. Yüz yıl önce Dior diye bir adam, giyim konusunda modalar dikte ettiriyordu insanlara. Bugün bu tarz yönlendirme yaşamın her alanına yayılmış durumda. Eğer oylamada protezcilik kabul edilirse, emin ol, birkaç yıl içinde herkes, yumuşak, kıllı ve terleyen bir bedene sahip olmayı utanç verici ve çirkin bulacaktır. Bedenin yıkanmaya, kötü kokulardan arındırılmaya, bakılmaya ihtiyacı var, bütün bunlar yapıldığında bile çöküyor beden. Oysa protezlenmiş bir toplumda modern mühendisliğin en güzel yaratımlarını şık diye üstüne geçirebilirsin. Hangi kadın bir çift göz yerine gümüş iyodüre, teleskop göğüslere, melek kanatlarına, yanardöner bacaklara ve her adımda şarkı söyleyen ayaklara sahip olmayı istemez?"
"Bakın, "dedim, "gelin kaçalım buradan. Oksijen ve erzak edinip Rocky Dağları'nda bir yerde saklanabiliriz. Hilton'un kanalizasyon sistemini hatırlıyor musunuz? O kadar da kötü değildi orası, değil mi?"
"Ciddi değilsin her halde?" diye başladı profesör, tereddüt edercesine.
Tamamen yanlışlıkla şişeyi burnuma götürmüş bulundum -işenin hâlâ elimde olduğu aklımdan çıkmıştı. Keskin koku gözlerimi yaşarttı. Hapşırdım, tekrar hapşırdım, gözlerimi açtığımda ise oda değişmişti. Profesör hâlâ konuşmaktaydı, sesini duyabiliyordum ama gerçekleşen dönüşüm beni öylesine etkilemişti ki artık ne dediğini dinlemiyordum. Duvarlar baştan aşağı balçık kaplıydı; mavi gökyüzü kahverengimsi bir renge bürünmüştü; pencere camlarından bazıları yerinde değildi ve geri kalan her şeyi, daha önce yağan yağmurların gri çizgiler bıraktığı yağlı bir is tabakası kaplamıştı.
Neden bilmiyorum ama, profesörün konferans materyallerini içine koyup getirdiği güzelim evrak çantasının, küflü, eski bir çantaya dönüştüğünü görmek özellikle iç paralayıcıydı. Her tarafım uyuşmaya başladı. Profesöre bakmaktan korkuyordum. Gizlice masanın altına göz attım. Aplike pantolonu ve çalışırken giydiği kısa tozlukların yerinde rahat bir edayla bacak bacak üstüne atmış iki yapay bacak duruyordu. Tel ayak sinirlerinin arasına çakıltaşı parçacıklarıyla sokağın çamuru girmişti. Topuğun kullanmaktan aşınıp düzleşmiş çelik iğnesi parıldıyordu. Acıyla inledim.
"N'oldu, başın mı ağrıyor? Aspirin ister misin?" dedi şefkat yüklü sesi. Dişlerimi gıcırdatıp başımı kaldırdım.
Profesörün yüzünden geriye pek bir şey kalmamıştı. Yıllardır değiştirilmeyen bir bandajın çürümüş parçacıkları yapışmıştı çökük yanaklarına. Ve tabii ki hâlâ gözlük takıyordu, gerçi camlardan biri çatlaktı. Boynuna, soluk borusunun açıldığı ameliyat esnasında, bir konuşma cihazı yerleştirilmişti, profesör konuşurken aşağı yukarı -e düzensiz bir biçimde- hareket edip duruyordu. Profesörün göğsü yerine geçen rafta küflü paçavraya dönmüş bir ceket asılıydı, sol klapanın altında kirli plastik bir pencereyle kapanmış esnem deliği vardı. İçeride, kelepçe ve raptiyelerle tutturulmuş bir kalp, mavi-siyah kasılmalarla atıyordu. Sol elini göremedim; bir kalemi sıkıca kavrayan sağ el ise pirinçti ve paslanıp yeşermişti. Yakasına eğri bir etiket dikiliydi, kırmızı mürekkeple şöyle karalanmıştı etiketin üzerine: "Barbr 119-859-21 nakil/5 red." Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı, profesör duyduğum dehşeti yüzümden okuyup masasının arkasında aniden donakaldı.
"Ben… Ben değiştim, değil mi?" dedi karga gibi bir sesle.
Sonra hatırladığım tek şey, kapının koluyla boğuştuğumdu.
"Tichy! Ne yapıyorsun? Geri dön! Tichy!" diye bağırdı acı içinde, zorla ayağa kalkmaya çalışarak. Kapı pat diye açıldı ama hemen ardından korkunç bir gürültü işittim. Aşırı şiddetli bir hareket yüzünden dengesini kaybeden Profesör Trottelreiner, tepetaklak devrilmiş, yerde paramparça yatıyordu, kancaları ve menteşeleri kemik gibi ufalanmıştı. Çaresizce attığı tekmeler, tahta kıymıklarını havaya savuran, dövünen demir bacaklar, çizilmiş plastiğin ardında ümitsizce atan koyu renkli kalp torbası gözümün önünden gitmiyordu. Yüzlerce gazap tanrıçası beni önüne katmışçasına koştum koridorda.
Bina insan kaynıyordu; öğle yemeği saatine denk gelmiştim. Bürolardan memurlar, sekreterler çıkıyordu, asansörlere doğru giderken çene çalıyorlardı. Kalabalığı dirseğimle yararak açık kapılardan birine doğru ilerledim, ama anlaşılan asansör vagonu henüz gelmemişti; asansör boşluğuna bakınca kesik kesik solumanın neden öylesine sık görülen bir olay olduğunu anladım. Kablonun çok önceden kesilmiş ucu boşta sallanıyordu ve insanlar, maymunlar kadar çevik hareket ederek asansör boşluğunu içeren dikey kafesten yukarı tırmanıyorlardı -u şekilde çok defalar tırmanmış olmalıydılar. Çatıdaki salaş lokantaya doğru sürünürlerken alınlarından ter damlamasına rağmen neşeyle sohbet ediyorlardı.
Yavaşça gerileyip tırmanıcıların sabırla kenarlarında dizildiği asansör boşluğunun etrafında dönen merdivenlerden aşağı koştum. Birkaç kat aşağı indikten sonra yavaşladım. Bütün kapılardan dışarı hâlâ insanlar akın ediyordu. Anlaşılan burada bürolardan başka bir şey yoktu. Koridorun sonunda sokağa bakan açık bir pencere parlıyordu. Kravatımı düzeltiyormuş gibi yapıp pencerenin yanında durdum, aşağı göz attım. İlk önce kaldırımdaki kalabalığın arasında tek bir canlı yokmuş gibi geldi bana, oysa yayaları tanıyamamıştım, o kadar. O büyük ihtişamdan eser kalmamıştı. İnsanlar ayrı ayrı, çiftler halinde, üstlerinde -amalı, delikli-paçavralarla yürüyorlardı, çoğunun orası burası sargı bezleri ve alçılarla sarılıydı, kimi ise yalnızca don gömlek dolaşıyordu ki, bu sayede özellikle sırtlarının benek benek ve sert kıllarla kaplı olduğunu gözlerimle görebildim.
Bir kaçının acil işleri çıktığından hastaneden taburcu edildikleri besbelliydi; bir uzvunu kaybetmiş insanlar ve belden aşağı felçliler küçük tekerlekleri olan tahta parçalarının üzerinde yüksek sesle konuşarak, gülerek ilerliyorlardı. Fillerinki gibi sarkık kulaklı kadınlar, başları boynuzlu erkekler, büyük bir zarafet ve gururla taşınan eski gazeteler, saman yığınları ya daçuval bezinden çantalar gördüm.
Diğerlerinden daha sağlıklı ve formda olanlar yolda birbirleriyle yarışıyor, at gibi zıplayıp eşkin adım gidiyorlar, vites değiştirir gibi ayaklarıyla havayı tekmeliyorlardı. Kalabalığa atomizör, dozimetre, püskürtme tabancası, sprey kullanan robotlar hakimdi. Görevleri herkesin payına düşen aeorosolü almasını sağlamaktı. Fakat kendilerini yalnızca bu görevle sınırlamamışlardı: Kolkola girmiş genç bir çiftin arkasında -ızın kolları pullarla, erkeğinkilerse çıbanlarla kaplıydı- ağır aksak adımlarla köhne bir patkütçü yürüyor, bir su kovasını düzenli olarak âşıkların kafalarına vurup duruyordu. Âşıkların dişleri zangır zangır titriyordu ama olan bitene tamamiyle kayıtsızdılar.
Patkütçü mahsus mu yapıyordu bunu? Artık düşünemiyordum. Pencere pervazına yapışarak sokaktaki manzaraya, koşuşturma telâş ve meşguliyet haline diktim gözlerimi, sanki tek tanık benmişim gibi, yalnızca benim gözlerim görüyormuş gibi.
Yalnızca benim gözlerim görüyormuş gibi. Yalnızca benim mi? Hayır, bu gösterinin gaddarlığı, en azından başka bir gözlemcinin, bir yaratıcının, o korkunç manzaraya müdahale etmeksizin ona anlam kazandıracak birinin varlığını daha gerektiriyordu; bir haminin, kokuşmuşluk yönetmeninin, dolayısıyla da bir gulyabaninin -öyle ya daböyle birinin. Çevik bir yaşlı kadının bacakları etrafında sıçrayıp oynayan küçücük bir arsızhırsız, tekrar tekrar kadının dizlerine vuruyordu, kadın yüzüstü yere kapakalanıyor, ayağa kalkıp yürüyor ve yine düşürülüyordu, arsızhırsız mekanik bir biçimde ısrarlı, kadınsa enerjik ve kararlı, böylece devam ettiler, uzaklaşıp gözden yitene dek.
Robotların çoğu havada insanların üzerinde dönüp duruyor, ağızlarının içine bakıyorlardı, muhtemelen spreylerin etkisini kontrol etmek için, gerçi pek öyle görünmüyordu. Köşede dikilen bir grup robot vardı, aylakçılarla hatalı ürünlerdi bunlar; dar bir tali yoldan nöbet, devralmak üzere köletler, uydurmaçlar, hizmetçekler ve manikbotlar geliyordu; devasa bir çöpefendi kaldırım boyunca gümbür gümbür ilerliyor, önüne gelen her şeyi kepçesinin pençeleriyle kaldırıyor, yaşlı bir kadını -urdabot ve özlinçlerle- çöp bölmesine atıveriyordu.
Parmak boğumlarımı ısırdım, o elimde diğer şişeyi, ikinci şişeyi tuttuğumu unutmuşum, cayır cayır yandı boğazım. Her şey dalgalandı, parlak bir sis, gözbağı gibi çöktü gözlerime, daha sonra görünmez bir el bu sis perdesini yavaş yavaş kaldırmaya başladı. Gerçekleşmeye başlayan dönüşümü, taş kesilmiş bir halde seyrettim, bir önseziyle aniden ürperip gerçekliğin o anda yeni bir tabakadan daha sıyrıldığını fark ettim -erçekliğin çarpıtılması öyle eskiye dayanıyordu ki en güçlü panzehir bile üst üste dizilmiş perdeleri yırtıp atmanın ötesine geçemiyor, hakikate değil, sadece bir alttaki perdeye ulaşılabiliyordu.
Ortalık daha da parlaklaştı -embeyaz oldu. Kaldırım, yüzlerce ayağın çiğnediği, kaskatı donmuş karla kaplıydı; sokak kasvetli ve renksiz bir görüntü arz ediyordu; dükkânlar, tabelâlar yok olmuştu ve pencerelerde cam yerine çürümeye yüz tutmuş, çaprazlamasına çivilenmiş tahtalar vardı. Donuk, solmuş binaların arasında kış hüküm sürüyordu, lentolardan, lâmbalardan sarkan uzun buz saçakları; keskin havada acı bir koku, tepemizde gökyüzü gibi mavimtırak gri bir parlaklık.
Duvarlar boyunca kirli kar tepecikleri, oluklarda birikmiş çöp dağları; sağda solda, devamlı akan yaya trafiğince kenara itilmiş ya dapaslı çöp tenekelerinin, konservelerin, kutuların, donmuş talaşların arasında süpürülmüş şekilsiz bir deste, koyu bir paçavra yığını. O anda kar yağmıyordu ama kısa bir süre önce yağmış olduğu ve yine yağacağı anlaşılıyordu.
Derken bir anda neyin eksik olduğunu anladım: Robotlar. Sokakta hiç robot yoktu -ek bir tane bile! Karla kaplı gövdeleri kapıların girişinde sere serpe yatıyordu, insanların sokağa attıkları şeylerin, giysi parçalarının eşlik ettiği cansız demir hurdaları, bunların altından yer yer görünen buzla kaplı bir kemik parçası.
Hırpanî bir adam bir kar yığınının tepesinde oturuyordu, kuştüyünden bir yataktaymışçasına uyumaya hazırlanıyordu; yüzündeki memnuniyet ifadesini gördüm; belli ki kendini evinde gibi hissediyordu, rahatça yerleşti, bacaklarını uzattı, çıplak ayak parmaklarını karın içine gömdü. Demek o ürperti, insanın üzerine sokak ortasındayken, öğle vakti, güneş parlarken bile zaman zaman gelen o tuhaf zindelik buydu -dam çoktan huzur içinde horlamaya başlamıştı- demek buydu sebebi.
Gelip geçen insan kalabalığının ona aldırış ettiği yoktu, onlar kendi işleriyle uğraşıyordu -imileri diğerlerinin üzerine sprey sıkıyordu. Hangilerinin kendilerini insan, hangilerinin robot zannettiğini davranışlarından kolayca anlamak mümkündü. Yani robotlar da yalnızca birer kurmaca mıydılar? Ve yaz ortasında kışın ne işi vardı böyle? Takvim denen şey bir aldatmaca değilse eğer.
Ama neden? Doğum oranını düşürmek için mi karda uyuyorlardı? Her ne idiyse, birisi bütün her şeyi dikkatle planlamıştı ve ben onun izini bulana dek ruhumu teslim etmeyecektim. Gözlerimi kaldırıp gökdelenlere, onların çiçek hastalığı lekeli, kenarlarına ve kırık pencerelerine baktım. Ortalık sakindi: Öğle yemeği saati sona ermişti. Sokak -rtık elimde kalan tek şey sokaktı, yeni edindiğim görüntü, orada hiç bir işe yaramayacaktı, o kalabalığın içinde yutulacaktım, birine ihtiyacım vardır; yalnız başıma bir fare gibi saklanırdım bir süre -n fazla bunu yapabilirdim -üvenli yanılsamanın içinde değil, gerçekliğin içinde, kazaya uğramış bir halde saklanırdım.
Dehşete düşmüş, ümitsiz uzaklaştım pencereden, iliğime dek ürpermiştim, ılıman iklim yalanının himayesinden yoksundum artık. Mümkün olduğunca az ses çıkarmaya çalışarak nereye gittiğimi ben de bilmiyordum; evet, daha şimdiden mevcudiyetimi saklıyordum -ömelerek, gizlenerek, gizlice omuzumdan arkaya bakarak, durarak, dinleyerek. Refleksleriyle hareket eden bir yaratıktım, hiç bir karar almıyordum, gerçi görebildiğim gerçeğinin yüzümden açıkça okunduğundan ve bunun bedelini ödeyeceğimden emindim.
Koridorda ilerledim, altıncı ya dabeşinci kattaydım; Trottelreiner'e geri dönemezdim -ardıma ihtiyacı vardı, ama ona yardım edemezdim- aynı anda birden fazla şeyi düşünüyordum hararetle, ama esas olarak ilâcın etkisi üzerimden kalkacak mı, kendimi yeniden Cennet'te bulacak mıyım diye düşünüyordum. Garip ama bu düşünce içimi korku ve nefretten başka bir şeyle kaplamıyordu, kurtuluşumu hayaletlere borçlu olmaktansa bir çöp yığınında -er şeyin aslında çöplükten ibaret olduğu bilgisiyle- tir tir titremeyi yeğliyordum sanki.
Bir yan geçitte ilerlerken yaşlı bir adam çıktı karşıma; yürüyemeyecek denli takatsizdi, titrek bacaklarıyla yürüme taklidi yapıyordu, son nefesini verirken bile gülümseyerek selâmlayabildi beni, hırıltılar çıkararak can çekişiyordu.
Başka bir yoldan gittim -onunda vardığım şey bir büronun buzlucamı oldu. İçeride mutlak bir sessizlik. İki tarafa açılıp kapanan kapıdan içeri girdim, sıra sıra daktiloların bulunduğu bir salon gördüm -oş bir salon. Salonun diğer ucunda yarı açık duran başka bir kapı vardı. Büyük, aydınlık odayı görebiliyordum, geri adım atmaya başladım; içeride biri vardı, birden tanıdık bir ses çınladı:
"İçeri gir, Tichy."
İçeri girdim. Beni bekliyor olmasına o kadar şaşırmadım, hattâ masanın öteki ucunda bizzat George P. Symington Hazretlerinin oturuyor olmasını sükûnetle karşıladım. Gri flanel bir takım elbise giymişti, boynunda şık bir boyunbağı ve ağzında küçük, ince bir puro vardı. Güneş gözlüğü takmıştı. Bana zevkle ya daesefle bakıyordu sanki, hangi duyguyla baktığını anlayamadım.
"Otur şöyle, "dedi, "işimiz biraz uzun sürecek."
Oturdum. Oda, dışarıdaki karmaşa ve bakımsızlıktan sağlam pencere camlarıyla korunmuş, düzenli ve sıcak bir vahaydı: Dondurucu hava cihazları yoktu, köşelerde kar yığıntısı yoktu, dumanı tüten bir kahve kabı, bir kültablası, bir diktafon ve Symington'un başının üzerinde, duvarda asılı renkli birkaç çıplak kadın resmi. O fotograftaki vücutların üzerinde pulların ve sert kılların olmaması garipti. Bu durumun bana garip gelmesi de garipti.
"Yapacağını yaptın işte!" dedi birden bire. "Ve dikkatini çekerim, tek suçlu sensin! En iyi hemşire, bu bölgedeki yegâne gerçekolog, herkes sana yardım etmek için elinden geleni yapıyor ama hayır, sen kendi başına 'hakikati 'aramaya kalkışıyorsun!"
"Ben mi?" diye sordum, sözlerinden hayrete düşerek ve ben daha kafamı toparlayamadan, söylediklerinin ne anlama geldiğini idrak edemeden sözümü keserek atıldı:
"Rica ederim, yalan söyleme. Bunun için biraz geç artık. Güya akıllılık ettiğini zannettin, o karşı çıkışların, o şikâyetlerin, 'sanrı görme' kuşkuların falan -kanalizasyonlar', 'otel fareleri', 'fareye binmeler', 'eyer vurmalar'. Bu ilkel icatların bir amaca hizmet edeceği gerçekten geçti mi aklından? Ancak inatçı bir moruk böyle inanılmaz derecede aptal olabilirdi!"
Ağzım bir karış açık dinledim. Sonra aniden anladım -nkâr etmek hiç bir işe yaramazdı, asla inanmayacaktı bana. Çünkü gerçek takıntılarımı bir tür manevra olarak düşünüyordu! Diğer bir deyişle, bana Prokrustik A.Ş'nin sırlarını açıkladığı bir önceki konuşmamızın tek amacı, ağzımı yoklayıp beni konuşturmaktı; konuşma esnasında kafamı öylesine karıştıran o kelimeleri kullanmasının nedeni buydu. Belki de o kelimelerin birer parola olduğunu düşünüyordu -ntipsikim komplosuna dahil olabilmek için gereken parolalar? Sanrı görüyor olmaktan duyduğum özel korku ona göre taktik bir hamleydi, oyunu kazanmak uğruna birkaç taşın feda edilmesiydi…
Evet, birtakım açıklamalar yapmak için gerçekten de çok geçti, özellikle de kartlar masa üzerine açılmışken.
"Burada beni mi bekliyordun?" diye sordum.
"Elbette. İnisiyatifli ve girişimci tavrın karşısında ta baştan beri her şey denetimimiz altındaydı. Gözetim altında tutulmayan herhangi bir ayaklanmanın statükoyu tehdit etmesine izin verilemez."
Koridorda can veren yaşlı adam -iye dank etti kafama- o da beni buraya sürükleyen engeller düzeninin bir parçasıydı…
"Güzel bir statüko, "dedim. "Sanırım her şeyden sen sorumlusun? Tebrikler."
"Daha uygun bir duruma sakla alaycılığını!" diye tısladı.
Bir yaraya parmak bastığımı anladım. Symington sinirlenmişti.
"Baştan beri hep 'şeytani bir komplo'nun peşindeydin. Anlatayım, sayın sağlıklı çözelek, merakını hemen gidereyim -öyle bir şey söz konusu değil. Yok böyle bir şey. Anlıyor musun? Bu medeniyeti ilâçla uyutuyoruz, çünkü aksi takdirde kendisine katlanması imkânsız hale gelecek. İşte bu nedenle uykudan uyandırılmaması gerekiyor. Ve işte be nedenle sen de o medeniyete geri gönderileceksin. Hayır, korkulacak bir şey yok -enin için bu geri dönüş, acısız olmakla kalmayıp zevkli bile olacak. Bize düşen görev çok daha zor; bizlerin uyanık kalması gerekiyor, sizleri korumak için."
"Asil bir fedakârlık" dedim. "Kamu yararına, hiç kuşkusuz."
"O yüce düşünce özgürlüğüne değer veriyorsan eğer, "dedi soğuk bir ifadeyle, "kötü niyetli görüşlerini bir kenara bırakmanı tavsiye ederim, zira görüşlerinde ne kadar ısrar edersen o kadar çabuk vazgeçmek zorunda kalacaksın onlardan."
"Pekâlâ öyleyse. Bana söyleyeceğin başka bir şey var galiba? Dinliyorum."
"Şu anda bütün eyalette senden başka görebilen tek kişi benim! Yüzüme ne takmışım? diye sordu aniden, beni tuzağa düşürmek istercesine.
"Güneş gözlüğü."
"Demek ki sen de benim gibi görebiliyorsun!" dedi. Trottelreiner'e o panzehiri veren kimyager toplum içine karıştı ve artık en ufak bir kuşku duymuyor. Kimse kuşkulanmamalı. Bunu anlayışla karşılayacağından eminim."
"Bir dakika, "dedim. "Benim ikna olmamı gerçekten istiyorsun, öyle değil mi? Fakat -akat niye?"
"Gerçekologlar canavar değildir, "diye yanıtladı. "Elimiz kolumuz bağlı, köşeye sıkışmış durumdayız, oyunu tarihin bizlere dağıttığı kâğıtlarla oynamak zorunda bırakılmışız. Geriye kalan tek yöntemle barış ve mutluluk sunuyoruz insanlara. Bizim yokluğumuzda evrensel ıstırabın kollarında can verecek olan şeyi hassas bir dengede tutuyoruz. Bizler bu dünyanın son Atlas'ıyız. Ve dünya yok olmak zorundaysa eğer, bari acı çekmesin. Hakikati değiştirmek imkânsız ise eğer bari onu gizleyelim. Bu insanlık adına yapılabilecek en son eylem, en son ahlâkî zorunluluk."
"Yani hiç bir şey yapılamaz mı? Hiç, ama hiç bir şey? Diye sordum.
"2098 yılındayız" dedi. "Resmen kayıtlı 69 milyar insan yaşıyor ve yaklaşık 26 milyar insan da saklanarak yaşıyor. Yıllık ortalama sıcaklık dört derece düştü. Onbeş ya dayirmi yıl içinde buraları buzullarla kaplanacak. Buzulların yönünü değiştirmenin ya dailerleyişlerini durdurmanın hiç bir yolu yok -alnızca bunu halktan saklayabiliriz."
"Hep cehennemde buzların olacağını düşünmüşümdür, "dedim. "Demek cehennemin kapılarını güzel resimlerle boyuyorsunuz?"
"Aynen öyle, "dedi. "Bizler son Samiriyelileriz. Birinin seninle bu yerden konuşması gerekiyordu -eticede o insan ben oldum."
"Evet, hatırlar gibiyim: Ecce homo!" (İşte insan) dedim. "Ama dur bir dakika… Neyin peşinde olduğunu şimdi anlıyorum. Beni mümin yapmak istiyorsun, eskatolojik anestezi uzmanı rolünü kabul etmemi istiyorsun. Ekmek yoksa -alk afyon yesin! Fakat beni kazanmakta neden bu kadar kararlısın onu anlamıyorum, her şeyi unutacağım zaten.
Başvurduğun yöntemler iyi ise eğer, o zaman tüm bu mantık yürütmelerin, tartışmaların anlamı ne? Birkaç damla inandoz verir, gözlerime tek bir doz zerk edersin, ben de senin ağzından çıkan her kelimeyi şevkle alkışlarım, kesin onayımı, takdirimi kazanmış olursun. Eğer yöntemlerin iyi ise.
Ancak anlaşılan kendi sözlerine sen de itibar etmiyorsun. Sade, eski usul retoriği tercih ediyor, atomizöre başvurmak yerine bana birtakım lâflar ederek zamanını boşa harcıyorsun! Anlaşılan psikimin zaferinin bir yalandan ibaret olduğunun, ileride midesi fena halde yanan bir fatih gibi savaş meydanında tek başına kalacağının sen de farkındasın. Evet, beni kendi saflarına kazanmayı, sonra da bir kenara atıp unutmayı istedin, ama taktiklerin işe yaramayacak. Yüce misyonunun ve kurtarıcılık görevinin yükünü hafifleten duvardaki o orospuların yanında yer almamı istedin. Onların eski halleri daha çok hoşuna gidiyor, benim anladığım, yani sert kılları olmadan?
Öfkeden yüzü çarpıldı. Ayağa fırlayıp bağırdı:
"Cennetin nimetlerinden başka ilâçlarım da var! Kimyasal cehennemler de var aynı zamanda!"
Ben de ayağa kalktım. "Beraber gideceğiz oraya!" diye bağırıp boğazına atıldığımda masasındaki düğmeye uzanmak üzereydi. Eriştiğimiz moment -asarladığım gibi- bizi açık pencereye doğru sürükledi. Sonra ayak sesleri duyuldu, demirden eller beni ondan ayırmaya çalışıyordu, bu esnada o kıvranıyor, tekmeler atıyordu, ama artık pencere pervazının üzerindeydik; onu itiyor, arkaya doğru, kalan son kuvvetimi toplayıp sıçrıyordum; kulaklarımızda ıslıklar çaldı, birbirimize sıkıca tutunmuş vaziyette tepetaklak olduk, sokağın hızla dönen kasırgası üzerimize hücum etti -endimi kemiklerimizi kıracak bir darbeye hazırladım ancak kasırganın etkisi oldukça yumuşaktı, kara dalgalar kabardı, pis kokan mübarek sular başımın üzerinden aşıp kapandı ve sonra tekrar açıldı.
Kanalizasyonun ortasında suyun yüzeyine çıktım, gözlerimi silerek, su yutarak, pis balçık tabakasından tıkanarak, ama mutlu bir şekilde, mutlu! Profesör Trottelreiner, çıkardığım iniltilerle uykusundan uyandı, platformun kenarından aşağı sarktı ve sımsıkı kapalı şemsiyesinin sapını -ir dost eli gibi- bana uzattı.
KOMSEV (komşunu sev) bombalarının gümbürtüsü azalmaya başlamıştı. Hilton'un yönetici kadrosu tek sıra halinde şişirilebilir şezlonglarına (şişirilebilir -ürmü meşhut yapılabilir şişmemetresler!) yayılmış vaziyetteydiler, sekreterlerse uykularında tahrik edici pozlarla oynaşıyorlardı. Horlayan Jim Stantor, yan döndü, az kalsın cebindeki çikolatayı kemiren fareyi ezecekti -are de o da ürkerek geri çekildiler.
Bu sırada Profesör Dringenbaum, şu sistematik çalışan İsviçreli, duvar kenarında çömelmiş el fenerinin sarımtırak parıltısı altında dolmakalemle kongreye sunacağı yazıda düzeltmeler yapıyordu. O an idrak ettim; bu yoğun faaliyet, Gelecekbilim Kongresi tartışmalarının ikinci gününü müjdeliyordu. Öylesine şiddetli bir kahkaha kopardım ki Dringenbaum'un kâğıdı elinden kaydı, foş diye karanlık suya düştü ve uzaklaşmaya başladı -ilinmeyen geleceğe doğru.
Stanislaw Lem'in 'Gelecekbilim Kongresi' isimli kitabını arıyorum. E-kitap veya ikinci el kitabı nereden bulabilirim?
Burcu Tepe - 2 Haziran 2014 (21:09)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.