Patronsuz Medya

Yaşamak zorunluluğu

Şimşek MC - 4 Ağustos 2001  


Şimdi ben lânet bir şekilde her sabah saat 6:00'da kalkıp, haftanın 6 günü lanet işime gidip, akşam saat 20:30'da evime dönüyorsam. Her gün "Acaba işten atılır mıyım, bu ayın sonu nasıl gelecek?" diye düşünüyorsam.

Kendim için tek yaptığım şey TV seyredip biraz kafamı rahatlatmaksa.

Gelecek adına hiç bir hayâlim yoksa.

En sevdiğim mevsim yaz ellerimden kayıp giderken ben, 35 derece sıcak odamda terleyip uyumam lâzım sabah erken kalkıcam diyerek her gece kendimi bayıltıyorsam.

Gün boyunca kendim için tek yaptığım şey sigara içmekse.

Ve daha saymadığım bir dolu kötü hislerle yaşamak zorundaysam.

Hiç olmamak veya başlangıçta olmamayı seçebilme özgürlüğüm olsaydı, bu şartlar altında olmamayı seçerdim.

Yorumlar

Ben senin yerinde olsam, odamda yalnız başıma bunalır, şeamet kuşu gibi ortalıkta "gaak gaak" diye ötüp moral bozmazdım.

Psikiyatrist koltuğu mu lan burası?

Eylûl - 4 Ağustos 2001

Merhaba Şimşek…

Yaşayamadıkların yerine, yaşayabileceklerine odaklansan… Belki daha az bunalırsın.

"… Bir dolu kötü hislerle yaşamak zorundayım" yerine, "kendime iyi davranmayı seçebilirim" diyebilirsin.

Meselâ, yatağını açık pencerenin önüne yerleştirip, gökyüzünü seyrederken uyuyabilirsin…

Hem bu aralar, gökyüzünde muhteşem bir aydede var. Belki sana masal bile anlatır:)

Seçim senin!

Güner - 6 Ağustos 2001

Sevgili arkadaşlar;

Yukarıda yazdıklarımın yanlış anlaşıldığını görüyorum.

Ben ne "hayat ne kadar kötü zırlaması" yaptım, ne de "dayanamıyorum ölmek istiyorum" haykırışı.

Yazıda, şiirde, sinemada onca övülen hayatın benim gerçekliğimde çok da seçilesi bir şey olmadığını söylemek istemiştim.

Sevgiler.

Şimşek MC - 6 Ağustos 2001

Yaşama zorunluluğumuzun ilk kuralını (nefes almak dışında tutulursa), hayatta kalabilmek için para kazanmak kısaca bir işimizin olmasına bağlıyorum.

Ancak sabah 6. 00'da uyanıp, akşam 20. 30'a kadar çalışma hayatı içinde olup, bu emeğin yeterince karşılığını alıp alamadığımızı çoğunlukla tartmıyoruz. Hatta bir çoğumuz amatör ruhumuzu koruyup işimizi kaybetmemek için daha da çok çalışıyoruz. İş hayatında bu tür insanlar oldukça, çalışma kültürümüz de; çok saat iş yerinde olan, çok çalışan personel olarak kalıyor.

Neden tüm bunları yazdım derseniz, yabancı hayranı değilimdir ancak bazı Avrupa ülkelerinde çalışma gün sayısının sadece 4 gün olduğunu düşününce insan biraz rahatsız oluyor. Bunun dışında mesai saati haricinde yapılan her çalışma para olarak bir eder kazanıyor, işveren de bu sebeple gün içinde işlerin bitmesine özen gösteren elemanı tutuyor. İyi eleman bizde olduğu gibi (şimşek bunu sana karşı söylenen bir lâf olarak kesinlikle algılama lütfen) çok saat çalışan değil, iş saatleri içinde üretken olan eleman oluyor.

Kısaca dinozor mantığı ile manuel bir hayat içinde yaşamak zorunda kalıyoruz. Ama hepimiz birer ot yiyen dinozora dönüyoruz. Ot yiyerek Yaşamak zorunluluğu içinde çabalıyoruz.

İş çıkışlarında eve geldiğimizde ise yemek, dinlence derken elimizde bir kitap ya da gözümüz televizyonda uyuklamalarımız başlıyor. Bir çok kişi akıllar veriyor bizlere, "böyle miskin miskin oturacağına bir şeyler yap! Kaldır poponu!"

Pek tabi ki günümüzde kültür denen şey okunan kitap sayısı, izlenen film sayısı, özel hobiler vb Uğraşlarla ölçülüyor (bu da ayrı bir konu). Madden belki yeterli bir işimiz de olsa vakit var mı sizce? Sanırım işe gitmek bir zorunluluk oluyor. Belli bir saat fazla çalışılması ise depresif nidalara sürüklüyor insanı…

Vakitsizlik. Kendimize zaman ayırmama. Sıkılma gibi problemler başlıyor yavaş yavaş. Bir yerden başlamalı mantığına inanmıyorum nedense! Eldeki imkânlarını birçok insan kullanır, çünkü her insan bencildir.

Herkes kendi için bir şeyler yapmak ister. 'İstersen yaparsın.' diye bir lâf vardır. 'Hayata sarılmadıkça hayat sana sarılmaz.' vs vs bir çok lâf vardır. Ama hepsi lâftadır işte.

Kendimiz için yapacağımız ilk olumlu hareket işverenimize işi iş saatinde yaptığımızı kabul ettirmek ve her artı mesai saatinin bir karşılığı olduğunu benimsetmek. Bu mantığı yerleştirebilsek hayat zorunluluk olmaktan çıkıp, belki bize edebiyatta, şiirde yazılan övülen hayatın, övülesi yönlerini sunmaya başlar.

Ne yazık ki hayatın tatlı bir zorunluluk olabilmesinin ilk maddesi, en fazla ücreti en az iş saatinde nasıl kazanırımın cevabını bulabilmek. Belki o noktadan sonra kendimiz için sigara bile içsek yanında içeceğimiz içecek ne olsa diye düşünmeye başlarız! Ya da bir haftasonu balık avlarken sigara içmek ne güzel diyebiliriz. Balık avlamaya gidebilecek ruhumuz, paramız olur.

Hoşçakalın.

Kötü Keçi - 7 Ağustos 2001

Tanıdığım bir hıyarağası, lotto'da altı tutturup karısından ayrılma ve sevdiği kadınla birlikte olma plânları yapıyordu. Mutluluk buydu onun için.

Yaşamak için emekliliğini bekleyen kaç milyar insan vardır acaba? John Lennon, "hayat, biz gelecek plânları yaparken yaşadıklarımızdır" diye bir şey söylemişti.

Şimşek MC, yanlış anlamadıysam, bir konuda haklı: Bazılarına kâbus gibi gelen şeyler, bazılarının gerçeği oluyor. Bu gerçeği değiştirmek de, sanıldığı kadar kolay değil çoğu zaman. Gene de denemekte fayda var derim. İnsanın felâketi sandığı şeyler, kurtuluşu da olabiliyor.

Talkın Veren - 7 Ağustos 2001

Yapmayınn, hayat bu kadar acımasız kötü değil!

Eğer yaşıyosak, burdaysak ve henüz burda olmamayı seçmediysek, elimizdekini en güzel şekliyle değerlendirelim…

Her sabah kalkıp aynı yollardan aynı yere gitmek, aynı insanlara günaydın demek ya da dememek, akşamları da aynı yollardan yine birbirinin aynısı olan yerlere gitmek ya da eve gelmek, bana da çok eğlenceli, güzel gelmiyo… Ama şunu biliyorum, bu monoton hayat bana ait ve değiştirme gücü de benim elimde… Hayat sadece plânlar yaparak, hayâl kurarak istediğimiz şekle bürünmüyo, hareket lâzım, eylem lâzım! Sadecee offfff deyip söylenmekle biyere varılmaz…

Madem degiştirecek güce ya da cesarete sahip diiliz, en azından elimizdekini sevelim… Inanın bunu yapmak tıklım tıklım otobüslerde, bu sıcakta terden sırılsıklam olmuşken tv. Koltuğunda bile daha kolay ve umut verici…

Hoşçakalın.

Burcu - 7 Ağustos 2001

Melankoli bağımlısı bir arkadaşım vardı, onu hatırlayıverdim şimdi… Reel bir derdi olmadığında, cebinde kullanmaya hazır dert sayılacak her şey bulunurdu…

Yaşamak zorununluluğu gibi bir şey olduğuna da katılamıyorum nedense ben… Yaşıyoruz işte… Şunu da halledeyim, bununla da uğraşayım derken…

Hayatla maçında kaçıncı 'round'dasın bilmiyorum ama bir hayli round atlatmış, feleğin çemberi dedikleri şeyi aşındırmış bir zat olarak, hoşuma gitmiyor benim böyle mevzuular… Derdin bini milyon para… Ama inat değil mi? Uğraşacağım işte… İnadın kime sorusu gelecek şimdi… Cevap: Kendi kendime, herkese…

Hayata karşı anamuhalefet cephesinden saygılar…

Poyraz - 8 Ağustos 2001

Aferin gençler.

Bendeniz emekli dil bilgisi öğretmeni olurum (tam 28 yıl bilfiil amme hizmeti) zatı şahanelerinizin yazdığı dilbilgisi yanlışlarını gördükçe hop oturup hop kalkıyorum.

Ne yaparsınız, bu da benim takıntım işte hanım kızım. Siz benim talebem olsanız her sene Eylül'e kalırdınız.

Münevver Bey - 8 Ağustos 2001

Siz sanırım mesajları ben onları görüp tashih etmeden evvel okuyorsunuz Münevver amca. Şimdi tekrar okursanız, o mesajlardaki gramerin 10 üstünden 8'lik olduğunu göreceksiniz.

Zaten ömrüm yazdıklarınızı düzeltmekle nihayet bulacaktır.

Büdütör - 8 Ağustos 2001

Ne olursa olsun hayat yaşanmaya değer.

Ugur Aydın - 9 Ağustos 2001

Bir kaç yıl önceydi. Kafam başka yerlerde, gideceğim yere doğru yürüyordum.

Yanından geçtiğim okul bahçesinden gelen çocukların sesleri ile, düşüncelerimden sıyrıldım. İlkokul öğrencileri bağıra çağıra futbol oynuyorlardı.

Hemen biraz ilerimde, oynayan çocukları seyreden yalnız bir çocuk gördüm. Boyacı sandığını yere bırakmış, kendisi de çömelmiş, ilgiyle, oynayan diğer çocukları seyrediyordu… Yanından geçip giderken, kısacık bir an, boyacı çocuğun yüzüne baktım. Sadece yüreğimin burkulduğunu, gözlerimin acıyıp nemlendiğini hissettim.

Alışık olmadığım bir görüntü değildi… Nedense çok etkilenmiştim.

Oysa nedenini biliyorum artık. O zamanlar içten bir acıma duygusu ya da hassasiyet zannettiğim şey, pişmanlığımdı, yapmadıklarımdı.

O küçük oğlana yaklaşıp, dostça bir gülümseyişle merhaba diyebilirdim. Ben de onun yanına çömelirdim ve sohbet ede ede diğerlerini izleyebilirdik.

Ne mi olurdu? Hiiç… O, çalışmaktan kurtulmazdı. Ama ben, kendimi çok daha iyi hissederdim…

Ertelemeseydim eğer, sezgilerime uyabilseydim! Sevgimi, şefkatimi, ilgimi doyasıya paylaşırdım.

Birbirimizin umutlarına cesaret verirdik.

Güner - 9 Ağustos 2001

diYorum

 

383
Derkenar'da     Google'da   ARA