Necdet Şen, "Ben artık çizgi romancı değilim" diyor.
"Çizgi roman yapmadığım son beş yıl boyunca göğüs kafesimdeki o ağrı da yakamı bıraktı. Artık zorlanmadan soluk alabiliyorum.
İnanın, bütün o göznuru, uykusuzluk, kalp ağrıları, o odalara kapanıp masalara abanmalar, yalnızlıklar, yorgunluklar, ertelenmiş boş vakitler ve okunamayan kitaplar, o adanmış hayat, sizinle bir şeyler paylaşabilmek içindi.
Madem ki genetik tesadüfler bu evrendeki sonsuz ışığın bir katresini de benim avucuma yükümlülük olarak tutuşturmuştu, emaneti çoğaltarak asıl sahibine, yani hayata ve size geri yansıtmalıydım.
Ama gördüm ki, herkese ait olanı hiç bir karşılık beklemeden ve artırarak yine herkese iade etmek için bile tüketim toplumunun kurallarına göre davranmak, yarışmak, dirseklemek, 'konu neydi?' diye soran sekreterlere meram anlatmayı içine sindirebilmek, bir roman yazamayacak editöre roman, bir film çekemeyecek yatırımcıya senaryo, bir şarkı yazamayacak, çalıp söyleyemeyecek yapımcıya şarkı beğendirmek, 'sanatçı'dan sayılabilmek için ilk adım olarak pazarlamacılık sınavından geçmek gerekiyormuş.
Eh, o zaman benden günah gitti çocuklar; hayatın anlamını, her şeyin üzerine barkod yapıştırıldığı ve satıldığı yerlerde arayanlarla yolum kesişmeyecekmiş gibi görünüyor…"
Necdet Şen'in böyle söylediğini ben anca farkettim. Bir de ondan çizgi roman siteme koymak üzere örnekler, hayat hikâyesi falan istemiştim. Hala da istiyorum, ama "durum" un biraz daha farkındayım şimdi.
"Masalara abanmalar" ı iyi bilirim. 18 - 19 yaşlarımda gece evde herkes uyuduktan sonra çini mürekkebi şişemin kapağını açar, uç seçer, 5 - 6 kurşunkalem açıp yana koyar ve başlardım çizmeye. A4 kâğıtları katlayıp iç içe geçirir, sabaha kadar 60 - 70 sayfalık bir çizgi roman yapmış olurdum. Herzaman önce kurşunkalem - sonra çiniyle değil, bazen doğrudan çiniyle çizerdim. Rapidodan oldum olası hoşlanmadım. Bana güç veren şey şehvetti ve hep ayni kalınlıkta çizen rapido ucunun şehvetle uzaktan yakından alakası yoktu. Ben hafif kütleşmiş tarama uçlarındaki şehvete bağımlıydım. Bir de, kurşun kalem değil de kara kalem hastasıydım. Ama kuruduktan sonra bile parlaklığını kaybetmeyen simsiyah çininin yeri hep başka oldu.
Yaptığım çizgi romanların ömrü en fazla birkaç gündü. Birkaç gün içinde o 60 - 70 sayfa, çöplükte biri görse bile ne olduğunu anlayamayacağı şekilde, küçük parçalara bölünmüş oldurdu. "Birkaç gün", çünkü 1979 - 80 yıllarından söz ediyorum. Hergün evden çıkarken akşama sağ dönmeme ihtimali vardı. Şimdi bu bazılarına "abartılı bir dramatizasyon" gibi görünebilir. Hiç de değil. Çizgi romanlarım gibi, "hergün ölünebilecek" yıllardan da burada ilk kez söz ediyorum. Yani bunları "destan" gibi anlatma huyum hiç olmadı. Ama o yıllar gerçekten öyleydi. Yazıya çıkardım, bildiri dağıtırdım, yürüyüşe katılırdım, "mahalle" ye "örgütlenme" ye giderdim. Üstelik MHP'nin kalesi olan Mecidiyeköy'de oturuyordum. Ve çizdiklerim, kesinlikle geride bırakmak istemediğim şeylerdi.
Çizgi romanlarımı imha etmek için geliştirdiğim bir yırtma sistemim bile vardı. Her A4 defalarca enlemesine ve boylamasına yırtılır, 112 küçük parçaya ayrılırdı. Yıllarca yaptığım bu yırtma eyleminde bir kağıdı kaça ayırmış olduğumu bu yazıyı yazarken ilk kez hesapladım.
O çizgi romanlarımı benim dışımda bir tek kişi görmedi. Çünkü istisnasız hepsi hayalimdeki kadınlarla ilgiliydi ve ben bu hayalimi tek bir kişiyle bile paylaşmak istemiyordum. Ya da ancak "o" kadınla paylaşabilirdim, ki "o" ufukta olmadığı gibi olabileceğine dair herhangi bir belirti bile yoktu.
"O" nun 21 yaşımda karşıma çıkmasının ardından üç - dört yıl daha çizmeye devam ettim ve yaptıklarımı ona da göstermedim. Sonra da çizme şehvetimi yitirdim. Etten ve kemikten hayatta şehvetimin odaklanabileceği müthiş bir varlık çizmeyi gereksizleştirmişti. Üstelik onu sadece gözlerimle ve parmaklarımla algılamıyordum. Koklayabiliyordum, tadabiliyordum, bütün sinir uçlarımda hissedebiliyordum.
Ben Necdet'ten farklı olarak, asla "paylaşabilmek için" değil, tam tersi "yalnızca kendim için" çizdim. Asla çizgi romancı olamazdım ve zaten asla olmadım. Doğrusu, 21 yaşında karşıma çıkan kızla kurduğum ortak hayatta çok da az insana yer verdim. Hep kendi anayasamla yaşadım. Gerektiği için, bir şekilde para kazandım. Üstelik şanslıydım, çünkü bunu zevk aldığım bir şekilde, haber yaparak ve yazı yazarak başarabiliyordum.
Sonra bir şey oldu.
90'ların başlarında bir çizgi roman ekolüyle tanışmıştım. Önemli Amerikan ekollerinden biri. 50'lerin başlarında, suç, korku, savaş temalarında hikâyeler yapan ve "Entertaining Comics" (EC) adlı bir yayınevi çatısı altında toplanmış yazar - çizerlerin yarattığı bir ekol. Bunların hastasıydım ve EC hikâyelerinin yeniden basımlarını bayağı toplamıştım. Geçen yıl arkadaşım Burak'ı (Eldem) da onlarla tanıştırdım. Virüs kanına giren Burak da artık 50 yıllık hikâyelere deli gibi para yatırır olmuştu. Bir gün Burak yüzünü hafif buruşturarak üzgün üzgün dedi ki, "Baba, keşke bunlardan daha çok olsaydı bende…"
Ona, "Baba, ne olacak ki, bende neredeyse hepsi var" dedim. "Ama adamların yaptıkları zaten dört yılda yapılabilen hikâye. Hepsi o. Başka yok ki zaten."
Dedim ve daha derken jeton düştü. Başka yoktu gerçekten. 1954'de çizgi roman yayıncıları ve dağıtıcıları tarafından açıklanan "kurallar" la ("Comics Code" ), "çocuklara zararlı", "ahlak bozucu", "suça teşvik edici", "zararlı" çizgi romanın önü kesilmişti ve bu fenalıkların baş jeneratörü olarak EC de kepenkleri indirmiş, indirmek zorunda bırakılmıştı.
Tüm iletişimde yaşanan 45 yıllık "olay"ın - çizgi romandan yola çıkıp - farkına varmam böyle başladı. Hem bunun, hem de "dünyaya kapalı ve kendi anayasasıyla yaşama"nın nasıl bir kendini aldatma olduğunun farkına varıyordum.
İletişimde yaşananlar konusunda, bir yılın sonunda vardığım noktayı kısaca özetleyim: 45 yıldır, "fenomene bakma", radikal bir biçimde "fenomen yaratma" yla değiştirilmiş bulunuyor. Artık Anna Karenina'nın hikâyesi yok, yaratılan Anna Karenina var. Artık "gerçek" denilen şey, demode ve banal bir şey. Zaten iyi de rating yapmıyor. "Gerçekçilik" mi, o da ne? İğrenç! Hem "fenomen" derken "kimim açısından" fenomen? Lütfen geri kalmayalım. Ne zamandır farketmiş bulunuyoruz ki, dünya üzerinde yaşayan birey kadar çoktur tek bir fenomenin tezahürü.
Hürriyet yöneticisi Ertuğrul Özkök'ün "paranoyak olmak" tan dem vurduğu yerel ideolojik ortamımızda, "postmodernizm"in nihayet farkına varılışına tanık oluyoruz. Hem para ve güç için yaşayan, hem de "karanlık adamlığı" kimseye kaptırmak istemeyen, "aslında serseri ruhlu ve çok zeki" ama gene de "başarılı" ideolojik önderler, biraz rötarla da olsa "fenomene bakmama bilinci" ni gururla göklere yükseltiyorlar.
Oysa "birkaç fenomen" de olsa öyle ortak tezahür ediyor ve aynı şekilde algılanıyor ki. Bugünkü (5 Ocak 2002) gazete haberinde Polonya'da çoğu evsiz 225 kişinin soğuktan donarak öldüğü belirtiliyor mesela.
Son 20 küsur yılda 22 milyon kişinin AIDS'den öldüğünün kaç kişi farkında? ABD'de 2000 yılında 7629 kişinin cinayete kurban gittiğinin, bu ülkenin kendi vatandaşları dururken terör ithal etmeye ihtiyacı olmadığının?
Ya savaşların? 100 yıl önce Amerika'nın Filipinler'le savaşa girdiğini bilen kaç kişi var? Orada 500 bin Filipinliyi öldürdüğünün?
Ya ekonominin, "üretme" yerine "pazarlama" ve "dağıtımı" esas alan ekonomik sistemin nasıl içten içten çürüdüğünün? Peki Türkiye'de gayrisafi yurtiçi hasıladan (GYIH) savunma harcamalarına ayrılan payın 1994 - 99 arasında yüzde 3.2'den yüzde 5.5'e çıktığını (yüzde 72'lik artış) biliyor muydunuz?
Ya 2000 yılında reklam ajanslarının 1.2 milyar dolar ciro yaptığını? "Ne üretmişiz ki 1.2 milyar dolar ciroluk reklamı yapılmış?" diye sormak kaç kişinin aklına gelmiştir? "Nasıl bir askeri tehdit var ki beş yılda 'savunma' harcamaları bu kadar artmış?" diye sormak… "Hâlâ fetih ekonomisinin geçerli olduğu, bu ekonomik sisteme göre organize edilmiş bir devletin 'yönettiği' bir ülkede mi yaşıyoruz yoksa… Başkalarının ürettiğini pazarlamaya çalışarak?" diye sormak…
(Uzattıkça uzattığımın farkındayım elbet ve tek bir kişi bile okumasa bu yazdıklarımı, gene de uzatmaya devam edeceğim.)
Çizgi romandan yola çıkıp bugüne kadar süren farkediş bende iki sonuca yol açtı: Birincisi, hayatımda ilk kez "paylaşma"nın dayanılmaz çekimine kapıldım. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, 21 yaşında tanıştığım kız, 3.5 yaşında giden kedim Uğur, oğlum Emre ve iki - üç arkadaşımla sınırlı "sınırsız paylaşma"nın hedefi ilk kez "anonim" leşti, hiç tanımadığım insanları da içine aldı. Kar fırtınasına yakalanmış bir mağara adamı gibi, varolmanın baş koşulunun paylaşma olduğu içgüdüsü ilk kez içime çöreklendi.
Bu anlamda Necdet'in hep hissettiği bir şeyleri ancak son bir - bir buçuk yıldır hissettiğimi sanıyorum. Necdet "paylaşma" hislerinin ne kadar güçlü olduğunu Web üzerinde yaptıklarıyla bir kez daha kanıtladı. Ama bu kadar uzun lâfı aslında ona bir şey söylemek için ettim.
Yeni tanıştığım, "fenomene tam karşıdan bakabilme" hissi ve "gördüğünü başkalarıyla paylaşma isteği" bende öyle yeni bir heyecan yarattı ki, bu heyecanla ona, "sana kendine dair bir şey söylemek istiyorum" diyorum. "Hatta belki sen bunun yeterince farkında değilsin. O da şu:
Gerçekleri görmekte ve sadece onların hikâyesini yapmakta direnen çizgi romancı, son 50 yıl içinde bütün dünyada iki elin parmakları kadar. Bak, bunu çizgi romanın başkenti Amerika'yı takip eden biri olarak söylüyorum. O iki elin parmakları kadar çizgi romancının yarısı bizim ülkemizde yaşıyor. Sen de bunlardan birisin.
Bu yüzden, çizgilerindeki anlam, tiplemelerin, karelemelerin, çalışma disiplinin bir yana, 'gerçeklere bakarak hayal edebilme' yeteneğin ve isteğinle özelsin. Amerika'da son olarak bir yayınevi çizgi roman sanatçıları için bir 'ütopya kenti' kurdu. Sanatçılar o uzak 'artepolis'te (bu benim uydurduğum bir terim) yaşayacak ve çalışacak. İş bu raddeye geldi, haberin olsun. Yani hayatları boyunca şimdiye kadar ne kadar gözlem yaptılarsa o kadar, o depoladıkları 'veri'yi yoğurup yoğurup çok satabilecek, aşırı ilginç, 'süper' çizgi romanlar yapacaklar.
Güzel, değil mi? Dört duvar arasında! Çağımıza da bu yakışmaz mı? Buzdan adamlar, sihirli parmaklı çocuklar, uzaylı seri katiller, potter'lar, elfler, daha neler neler…"
Necdet'i birkaç kez de olsa görüp tanımış biri olarak, özellikle şu "Ben artık çizgi romancı değilim" den sonra bunları söylemek istedim.
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.