"Yaşamak değil, Beni bu telaş öldürecek" dediği gibi şairin; o telaşla, bırakın Paris yolunda ılık rüzgârlara taratmayı saçlarımızı, sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz…
Gözümüz saatte söyleştik hep, koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık. Hep yetişilecek bir yerler vardı, aranacak adamlar, yapılacak işler… Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin terine bulaştı; başkalarının hayatı, bizimkini aştı.
Kor karanlıkta çalar saat sesi yerine, kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu veya yavuklu busesi ile uyanma düşlerini ha babam erteledik.
20'li yaşlardayken 30'lara kurduk saatin alarmını, 30'larımızda 40'lara, belki sonra 50'lere…
Lâkin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat, kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size, artık uyku girmez oluyor gözlerinize…
Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda, söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanınızda…
Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz; vakti gelip sandıktan çıkardığınızda bir de bakıyorsunuz ki, tedavülden kalkmış…"
Ne yapmalı, nasıl yapmalı?
Yaşadığımız hayatı sonsuzlukla eş tutmak gibi bir yanlışın içine giriyor ve gerçeğin hiç de sandığımız gibi olmadığını gördüğümüzde de, sorular sorduğumuz ve cevaplar aradığımız bir sürecin içinde buluyoruz kendimizi.
Ertelenmiş işler, sevdalar, mutluluklar… Ve suçlu hep başkası.
Zaman ilerleyip, yüzlerdeki çizgiler derinleştiğinde, eş dost birer birer çekip gittiğinde, sonsuzluğumuza olan güvenimiz zedeleniyor ama yine de alışkanlıklara sevdadan bırakamıyoruz, bu aslında pek de normal olmayan 'çok vaktimiz var daha' fikrini.
Bir-iki dakika sonra da hayatta olup olmayacağımızı bilme lüksüne sahip bile değilken son derece bonkör davranıyoruz.
Oysa bir düşünün; kısıtlı zamanlar ve kısıtlı imkânlar ne kadar da tatlı gelir. Ve bir o kadar da kıymetli.
Ve sürekli erteliyoruz her şeyi. Gereken özeni göstermiyoruz. Vakit var nasıl olsa! Ama ya yoksa ve yaptığımız son şeyin içeriği hakkında hiç bir sorumluluğa sahip değilsek.
Geçmiş zamanlara ait sorular sormakla ve bahaneler bulmakla uğraşıyorken, sahip olduğumuz zamanı bunlarla harcıyorken, tedavülden kalkmadan ve sadece bize ait olanda nasıl yaşayabiliriz ki!…
Cemre - 3 Temmuz 2001
Yanlış kurgulanmış olan, hayat mı, yoksa - her şey böylesine ortada iken - bizler mi yanlıştan hayatı sorumlu tutarak sıyırmaya çalışıyoruz?
Dürüst mü davranıyoruz kendimize karşı? Hııı?
Cemre - 3 Temmuz 2001
Bir kedi nelere kadir! Az önce dün-bugün-yarın diye başlamış cevap veriyordum. Şimdi ne yazacağımı bile unuttum, bir dakika öncesinde bıraktım. Çünkü bir kedi az önce klavyemin üzerinden atlayıp, "ben buradayım!" dedi.
Sahi ne diyordum? Yaşıyormuş gibi yaparken, bugünü kaçırdığımızın hepimiz farkındayız öyle değil mi? Hepimiz sorunun tanımını yapabiliyoruz, çözümünü de biliyoruz az çok. O zaman asıl sorun ne? Çözmek ve günü yakalamak istemiyor muyuz yoksa?
Terzi ve sökük jargonu mu geçerli yoksa yaşamlarımızda? Ben en çok sorunu bilmekten sıkılıyorum. Birileri zamanımı çalıyor, alışkanlıklarımı değiştiriyor, benden habersiz programlar yapıyor… Ah o birileri yok mu beni teslim alıyor!
İşte itiraf ediyorum, beni teslim alıyorlar ve ben de buna müsade ediyorum.
Filmlerin çözüm sahnelerinde genellikle karakterin bir anda bütün film boyunca çözemediği problemi azmederek çözdüğünü görürüz. Bir şarkı çalar ve o şarkı süresince işler hallolur. Buradan nereye geleceğim? Hani diyorum filmlerin çözüm sihri şarkıysa, biz acaba doğru şarkıyı bulamadık da o yüzden mi bocalıyoruz bugünü yaşamakta?
Treni kaçırıyor ve seyrediyor muyuz sadece?
Ne çok soru sordum değil mi? Galiba kafam karmaşık, cevaplara sığınmak yerine soruları çoğaltıyorum.
Çünkü hâlâ bu kadar ısrarlı bir şekilde bugünü yaşayamamak kabiliyetine nasıl sahip olduğumu çözemiyorum. Çözemiyorum.
Böyle devam edebilir miyiz? Kedi miyavlıyor da…
Fatoş Ünal - 3 Temmuz 2001
Sorun, hayatını ne kadar kontrol edebildiğin.
Ahmet Altan'ın bir yazısında sorduğu gibi: "Kim hayatının efendisi?" İşte can alıcı soru!
Boyalı Kuş - 3 Temmuz 2001
Aradığım bir cevabım vardı. Şimdi Cemre'nin sorusu ile artık iki sorumuz var. Hadi bakalım "pamuk eller klavyeye" diyeyim netin tadı, tuzu gibi:)
Cemre diyor ki:
"Yanlış kurgulanmış olan, hayat mı, yoksa - her şey böylesine ortada iken - bizler mi yanlıştan hayatı sorumlu tutarak sıyırmaya çalışıyoruz?
Dürüst mü davranıyoruz kendimize karşı? Hııı?"
Ben cevap vermeyi pek de yeğlemezken yazayım bari dedim. Bu sorunun kendime düşen payını savmak için, taşlarımı fazla dökmeden.
Ben hep hayatı sorumlu tutarak, sıyırmaya çalışan, kendine dürüst davranmayan bir insanım. Haa, ama bunu istem dışı yapıyorum o ayrı:) Beni bana bıraksalar…
Biraz da cesaret sanırım. "Yaşamak cesaret ister" dediği gibi şairin.
Ooo, son anda bir soru daha. "Kim hayatın efendisi" ?
Bu bende var. Soruya, soru. Güzel bir şey mi bu?
Özlem - 3 Temmuz 2001
"Ben hep hayatı sorumlu tutarak, sıyırmaya çalışan, kendine dürüst davranmayan bir insanım. Haa, ama bunu istem dışı yapıyorum o ayrı:) Beni bana bıraksalar…" diyorsun.
Anlatmaya çalıştığım kısaca şuydu: Asla seni sana bırakmayacaklar. Onlara uyuyorsan ayrı. Can alıcı nokta bu!
Ya cesaret edecek ve adım atacaksın kendinden yana. Ya da susacaksın…
Eğer cesaret almak adına konuşuyorsan, çabuk olmalısın.
Ve ipuçları yakalamaksa niyetin, herkesin içinde saklıdır kendi sihri. Onu dışarıda aramaktır vakit kaybı.
Cemre - 3 Temmuz 2001
En üsteki soru ve aradığım herkese dair. Bana odaklanmayın, üstüme gelmeyin:)
Ve o şekilde cevap arayalım. Tartışılacak şey ben ya da hayatım değil. Hayat. Ne kadar ve nasıl yaşadığımız ya da yaşayamadığımız. Ve ne yapmalı, nasıl yapmalıyız. Ortak bir takıntı olabilir diye geçirmiştim aklımdan.
Ama görüyorum ki cevap çok. Ben de de sürü sepet. Ya uygulanabilirliği. Devam edelim…
Özlem - 3 Temmuz 2001
Carpe diem.
'Çözmek ve günü yakalamak istemiyor muyuz yoksa?' diyen bu sese kayıtsız kalamadım.
'Kelimeler' bizi buluşturmuyor bazen derken yakalandım birden. Oysa nasıl da yakınlaştırıyormuş kimi zaman. Habersiz akıp giden yaşamlarımızı, ansızın buluşturuveriyormuş.
Deniz - 3 Temmuz 2001
Merhaba Sevgili Fatoş…
Senin kedi az önce benim klavyemin de üzerinden geçti. Hiç bir şey bir saniye önceki gibi değil artık. Şu "an" hayatımın anlamı: Tanımadığım bir yüze, sese, insana "yakınlık" hissetmekten ibaret ve sorunum, şu "an" ı, bir bütünün o geniş yüzeyine yaymaya çalışmak!
"Merhaba" işleri kolaylarmış. O zaman söyle hadi, ne demek "cevaplara sığınmak yerine soruları çoğaltmak?" Sorular sormalısın. Durmadan sormalısın, her sorunun arkasına yenilerini eklemelisin…
Çünkü, sorular hayatı ihtimallerden ve siyah-beyaz kurgusundan kurtarmak demektir. Sorunu çözmek! Bugünü, hatta "an" ı yakalamak o kadar kolay mı? Öyleyse niye sancılı insanlık bu kadar zamandır?
Telaş etme! Desem, bilmiş bir ifadeyle faydası olur mu? Hiç bir şey belli kesinliğin ötesinde hesaplanamıyor. Fizikçilerin en ince hesapları bile şaşıp kalıyor hayatın incecik kurgusu karşısında. Çaresizlik, çığır açtıklarını düşünen Kuantum Fizikçilerini bile gülümsetiyor, pes ettiriyor. Kaos'u araştırıyorlar harıl harıl, "Ne demek düzensizliğin düzeni?" diye soruyorlar. Onlar da soruyorlar.
Şu "an" ı yaşamayı becerebilirsek sorunu çözebilecek miyiz? Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden bir cümle aklımda: "saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır"
Saati, yaşamaya ayarlamak lâzım belki. Unutmamalı zaman ve mekân yalnız insanla vardır. Kolay gelsin.
KUM - 3 Temmuz 2001
Ben hayatı suçlayamıyorum diye kendimi suçluyorum hep. Çünkü ne kadar bahane bulursak bulalım, bilimsel! Tespitlere göre de hayatımızın gidişatını %10 dış çevre, %90 biz belirliyoruz. [Kaynak sormayın, söylemem:) Kadere inanmak konusunda da teslim olmamak için çaba gösteriyorum ama hiç teslim olmayacağım anlamına gelmez derim!]
Bugünü yaşayamamak dediğimse, aslında zaman kavramıyla çok alâkalı. Yaş geçiyor. Çok planlı, programlı olmasam da hayallerim ve yaşadığım hayat arasında anlamsız farklar olduğunu görüyorum. Genel değerlendirmede başarısız mıyım? Evet ve de hayır. Ve bu genel değerlendirmelerin dünü ve yarını değerlendirmekten ibaret olmadığını ve bugünümü çaldığını görüyorum hep. Dün çocukluğumdan vazgeçmiştim gibi geliyor, gençliğimi bilemiyorum bile diye yarına kızıyorum bana yükledikleri için.
Sonra düşünüp taşınıyorum, ben hayattan ne bekliyorum ki zaten diye. Beklentilerin çoğu bana ait gibi gelmiyor. İçimde hep bir gitme dürtüsü, oysa dışımda sürekli yenilenen prangalar var. Sokak çocuğu olmaya özenirken, huzurum kaçmasın diye evinden dışarı adım atamayan bir korkuluğa dönüşüveriyorum. Hep kafamda niye'ler, nasıl'lar, sorular, sorular.
Soru sormak iyi diyorsunuz, evet iyi de bir noktadan sonra insanı bunaltıyor. Huzurunu kaçırıyor. Araştırmacı gazeteci olmak çok zor geliyor:)
Ve galiba dediğim gibi cevabını bulamadıklarımdan çok, bulduklarım beni bunaltıyor. Hayat öyle kısa ve böyle güzelken, onu niye bu kadar zorlaştırdığıma takılıp kalıyorum ister istemez.
Bir de cevap verince harekete geçmek için az bir süre kalıyor, ben harekete geçmekten kaçıyorum büyük ihtimalle. Niye mi? Harekete geçersem bugünü yaşamam gerekecek, bugünü yaşadım diye hesap vermem gerekecek, hesap verince haklı çıktığımı göreceğim ve haklı çıkmaktan ne kadar sıkıldığımı göreceğim.
Sahi bu kedinin "her şeyi var gibi görünüyor" ama zaman zaman mutsuz, mahzun bakışlarını, miyavlamalarını yakalıyorum. Onun derdi de benimkiyle bir olabilir mi?
Zati ara sıra camın önünde vedalaşır gibi bakıyor, şüphelenmiyor da değilim. Bu konu da ayrıca düşünülsün!)
"Ayrıca not". Nickname mi kullanıyorsunuz, ne yapıyorsunuz bilemedim ama bu kutunun içinde adınız-soyadınız diye bir şey çıkınca adımı-soyadımı yazdım. Bunu niye açıkladım diye soracak olursanız, internet'de kendimi hiç bu kimlikle görmemiştim garip geldi, o bakımdan yani. Kendi kendime açıkladım bir nevi… Hormetler…
Fatoş Ünal - 4 Temmuz 2001
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.