Tarih, 30 Temmuz 2008'i, saat 17:30'ları gösterirken, o onuncu sınıf klişe tanımlamayla söylersek, Türkiye nefesini tutmuş Anayasa Mahkemesi'nin kararını bekliyordu. Biz de o arada bütün bir aile olarak bambaşka bir bekleyiş içindeydik.
Yaşayanların çok iyi anlayabileceği, yaşamayanların da hiç bir şekilde başına gelmesini dilemediğim bir bekleyişti bu. Edremit'teydik. Kazdağı Devlet Hastahanesi'ndeydik. Ameliyathanenin kapısı önündeydik. Bacağına platin takılması için ameliyata alınan büyük oğlumuzdu beklediğimiz.
Beş gün önce 25 Temmuz'da, büyük oranda kendi ihmali ve ergen olmanın umursamazlığıyla kullandığı bisikletiyle yokuş aşağı yuvarlanmış, sağ bacak kemiğini kırmış, çene altı derisi ve kollarını parçalayarak adeta kamyon çarpmışa dönmüştü. Kaza haberini her biri ayrı bir insan güzeli olan bulunduğumuz yazlık sitenin sakinlerinden alan biz anne babaların, büyüklerin ne çarpmışa döndüğünü ne anlatabilirim ne de anlayabilirsiniz.
Aslında hikayenin buraya kadar olan kısmı doğal olarak sizi ve okurları fazlasıyla ilgilendirmiyor. Ancak bundan sonrası için farklı düşünüyorum. Kaza sonrası arabamla oğlum Umur'u Burhaniye Devlet Hastahanesi'nin acil servisinden içeri soktuğumuzda iki hemşire çenesi ve kolundaki yaraları dikerken bir üçüncüsü de kırılırken bacak derisini yırtan kemiğin etrafını temizlemeye çalışıyor ve bir yandan da tetanoz aşıları yapılıyordu. Doktorların da seri çabalarıyla daha donanımlı olan ve nöbetçi ortopedi uzmanının bulunduğu Edremit Kazdağı Devlet Hastahanesi'ne ambulansla giderken bir yandan çok daha acı sonuçlar yaşamadığımıza şükrediyor, öte yandan da tedavide yolun çok başında olduğumuzu kabullenmeye çalışıyorduk.
Gün batarken vardığımız Edremit'teki Hastahane tipik bir "yaz tatili Cuma günü sendromunu" yaşıyordu. Ambulanslar susmuyor, her yaz tatili döneminde, özellikle Cuma günleri öğle sonrası yaşanan trafik kazalarının mağdurlarını taşıyordu. Mutluluk duyarak söylemeliyim ki mesai haftası ve saatinin çoktan bitmiş olmasına, personel sayısının nispeten azalmasına rağmen kapıdaki güvenlikten uzman doktorlarına kadar her şey saat gibi işliyordu.
İşte biz ortopedi doktorumuz Operatör Tayfun Öklü'yü bu acı olayla tanıdık. Oğlumuzun bir yandan geçici alçısını sararken diğer yandan da hangi filmlerin çekileceğini söylüyordu yanındakilere. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi acının şaşkınlığıyla sorularımızla biz de bunaltıyorduk kendisini. Ancak ne gariptir ki karşımızda İda'dan, Olimpos'tan kopup gelmiş bir mitolojik tanrı yerine sorulara bütün sakinliği, insanlığı ve halden anlayan tavırlarıyla cevaplar vermeye çalışan bir insan ve işinin ehli bir hekim duruyordu.
Doktorumuzun söyledikleri gayet açıktı. Oğlumuzun hemen yatışı verilecek, gelişmelerin seyrine göre de en kısa sürede ameliyata alınacaktı. Bu bir Tibia -yani kaval kemiği- kırığıydı ve daha da önemlisi onlar için sevimsiz olan bir açık kırıktı. Biz de bu arada o kısacık zaman diliminde Tibia'nın kaval kemiği olduğunu, kırılan kemiğin deriden dışarı çıkmasına açık kırık dendiğini, tüm bunlar sonucunda riskin daha da arttığını öğrenmiştik.
Doktorumuz bunları anlatırken başka hastalar geliyor, onlarla ilgileniyor, fırsatını bulduğunda da bütün hasta yakınlarına olduğu gibi bize de tane tane anlatmaya çalışıyordu. İlk şaşkınlığımız geçtikten sonra oğlumuzu başka bir hastahaneye ya da yaşadığımız Ankara'ya nakletmemiz konusunu sorup soruştururken karşımıza bir başka gerçek çıktı. Edremit Kazdağı Devlet Hastahanesi ortopedi ve göz alanında gerçekten büyük bir nam salmıştı. Doktorumuz Tayfun Öklü'yse hastalar, hasta yakınları, hemşireler, kantin görevlileri hatta hatta kapıdaki güvenlikçiler ve temizlik işçileri arasında bile bir efsaneydi.
Onu ameliyat çıkışlarında, poliklinik nöbeti sonralarında, gecenin on birinde herkesle ama herkesle hastahane bahçesinde çay kahve içerken görebilirdiniz. Söylenenlere göre yıllardır burada görev yapıyor olmasına rağmen bir muayenehanesi bile, parayla pulla işi yoktu. Doktorların yarı tanrı gibi dolaştığı efsanesini yerle bir eden başka bir efsaneydi Tayfun Öklü. Bütün bunlar sonucunda kendimizi ve oğlumuzu gönül rahatlığıyla Edremit Kazdağı Devlet Hastahanesi'nin Başhekimi Gökhan Akçam'ın yüzüne de yansıyan saat gibi işleyişine, dili, dini, eğitimi, yaşı, mesleği, etnik kökeni ne olursa olsun kimseye ayrım yapılmamasına ve de Tayfun Öklü'nün insan ve uzmanlığına bıraktık.
Gerçekten de hastahanede refakatçı olarak bulunduğumuz on gün boyunca hep şunu gördüm ben. At arabasıyla geleni de, en son model jipini parkedeni de, bizim gibi ambulansla geleni de aynı usülle karşılandı ve derdine derman arandı. Hasta bakıcılar, hemşireler, doktorlar güvenlikçiler, uzman doktorlar 24 saat işlerini yaparken kimseye kılık kıyafetinden, cahilliğinden, etnik kökeninden dolayı burun kıvırıp ağız bükmedi. Olsaydı görürdüm. Mutlaka görürdüm ve inanın yapımdan da kaynaklanan tezcanlılıkla gördüğüm anda da müdahale ederdim. Ne mutlu ki görmedim.
İşte sözün başında değindiğim gibi aslında Türkiye 30 Temmuz'da işi gücü bırakmış bir mahkeme kararını beklemiyordu. İnanın ki bu ülkede her şeye rağmen insanların çok büyük bir kısmı artık bu arkaik devlet oyunlarına dönüp bakmıyor bile. Onlar para pul hesabı yapmadan bir cana daha can katmanın çabasıyla, bir çocuğa daha iki harf öğretmenin çabasıyla gecesini gündüzüne katıyor. Hangi işi yapıyorsa onun hakkını vermeye çalışıyor.
Sayın Şen ısrarla belirtmeliyim ki bu acı olay olana kadar 20 yıldır gittiğim Edremit ve çevresinde hiç bir sağlık çalışanını tanımışlığım yoktu. Dolayısıyla bu yazıyı bana yazdıran hiç bir insani ve manevi baskı yok. Olumsuzlukların gözümüze gözümüze sokulduğu, sizin bir yazınızda da belirttiğiniz gibi negatif algı ve dilin özellikle kentli zihinleri iğfal ettiği bir dönemde, mürekkep yalamış ve son yıllarını önyargılarından arınmaya adamış bir adam olarak bu duyguları ve gözlemleri sizin aracılığınızla paylaşmak istedim. Malum eskiler ne demiş; "Marifet iltifata tabidir". Elbette kusur arayan gözler her şeyde bir eksik bulabilir.
Ben artık fazla olanları paylaşmak istiyorum. Sevgiyle, saygıyla, merhabayla.
Ellerinden öperim o doktorların. Benden yaşça küçük olsalarda!
"Çok çok geçmiş olur" inşallah.
Yasemin Aydınlı - 29 Ağustos 2008 (15:26)
Herkese yazdınız gibi doktorlar denk gelmiyor ne yazık ki ama hakkını vermek lâzım, keske herkese böyle doktorlar denk gelse, peki çocuğunuz iyileşti mi?
İlker Kurt - 11 Kasım 2008 (00:26)
Doktorumuza ve bahsettiğiniz personele ben de Mersin'de yaşamam rağmen teşekkür ediyorum. Çünkü biz hasta yakınlarıın doktorlardan ve personelden beklediği sadece tedavi değil. İnsanlar adam yerine konmak isitiyor. Doktorun ve hemşirenin gözünün içine bakıyorsunuz bir bilgi alabilmek için çoğu zaman. Ama onların ağzından lâf santim santim çıkıyor.
Böyle doktorlarımızın ve personelin ellerinden öpüyoruz. Allah güçlerini ve sabırlarını artırsın.
Serap Uysal - 21 Nisan 2009 (11:37)
Gerçekten bu söylenenlerin hepsi de doğrudur. Bir sürü kaza başımıza geliyor ilk yardım olmalıdır. Çünkü olmazsa bizim için bir felâket olurdu…:)
Buket - 7 Ocak 2013 (20:21)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.