Patronsuz Medya

Üç İstanbul

Mithat Cemal Kuntay

Künye - Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, Oğlak Klasikleri, üçüncü baskı, 2001  


Zaten Adnan ne vakit romanını yazmaya otursa mutlaka bir aksilik olacaktı: Ya Aksaray'ın bütün kedileri damda bir kadın meselesi çıkaracaklardı; ya komşunun kundaktaki çocuğu bir sistem dahilinde ağlayacaktı; ya karşıki evde karı koca kavgası yine başlayacaktı; ya sokakta akkâmlar kıyamet koparacaklardı; ya dam akacaktı; yahut da bugünkü gibi, kilidi tutmayacak, şu hınzır kapı muttasıl açılacaktı.

93 harbinde üç şeyin hududu yoktu: Hastalığın, açlığın, vatan toprağının!

(Sayfa9)

Hidayet çok sinirliydi: Konağına Dağıstanlı Hoca ile Şair Raif'i bir türlü getirtemiyordu. Rastladıkça kendisini bir türlü görmeyen bu iki adamla dost olmaya o son zamanda merak sarmıştı. Adnan'a o kadar rica ettiği halde bu akşam onlar yine gelmediler: "Hastaymışlar!" Halbuki Hidayet'in konağı bu iki adamın namusuna muhtaçtı: Söylenmiş kadınların temiz ailelerle görüşmek istemesi gibi.

(Sayfa71)

"Budalanın sahtesi olur mu? İnsan istediği vakit akıllı, istediği zaman budala olmak için çok zeki olmalı." (Sayfa 83)

"Kozmoğrafyanın yaktığı kandil kim, sen kim! Onunla senin aranda ne münasebet var? Hekimin yanında şairsin; şairin yanında hekimsin; şair ve hekimin yanında filozofsun; hem şair, hem hekim, hem filozofun yanında nesin? Hiç!" diyecekti, diyemedi; kolunun ucundaki gazeteyle ayakta kaldı.

(Sayfa85)

Raif, vaktiyle Adnan'a temiz demişti; artık Adnan ölünceye kadar temizdi. O, bir adama bir defa temiz yahut pis derse, onu bundan kimse döndüremezdi. Bu kanaatini eğer vakalar sarsmak isterse, o zaman vakalara karşı gözünü kapardı; meğer ki bu gözleri zorla açacak kadar vakalar kuvvetli olsun.

O, bayram tebrikine gidecek kadar Hidayet'e karşı iptidai adam değildi. O yavaş yavaş Hidayet'e benziyordu. Bu "yavaş yavaş" lık, bu tedriç, maddi olmayan ölümde saadetti. İnsanların birdenbire namussuz olması lazım gelseydi az adam namussuz olurdu.

(Sayfa184).

Fıkaralık üstüste dört ağzı olan kuyudur. insan evvela mülkünü satar; bu, kuyunun birinci ağzıdır. Sonra malını satar, bu da ikinci uçurumdur. Daha sonra borç eder ve en sonra dolandırır; bunlar da kuyunun üçüncü, dördüncü karanlığıdır. Fakat bu sefaletin bunlardan başka en son uçurumu gelir ki dolandırmak kudretinin insanda bitmesidir. İşte Sakallı Vasfi sefaletin bu beşinci numarasında çırpınıyordu. Sofular mahallesinde dolandırabileceği dükkân ve komşu kalmamıştı.

Bir aç adamın bir karanlık odada düşüneceği en kızıl şeyler gözlerinde yandı. Bu cinayetlerin hangisini beğenmeliydi? Yankesicilik mi? Katillik mi? Fakat bunlar için Sakallı Vasfi'de olmayan birtakım meziyetler şarttı. Nihayet işleyebileceği cinayeti buldu. Fakat bu o kadar korkunçtu ki kendisinden bile sakladı.

(Sayfa253)

Mesut oldukları için değil, bedbaht olmadıkları için sevinenlerin hazin neşesiyle memnundu.

(Sayfa278)

Macide öğleye doğru �iki şakağında iki uzun çukur- yatağında uyuyor. 10 Temmuz sokaktan naralarla, bayraklarla geçiyor. Sokak halkının aldıktan sonra istediği, haykırarak istediği "Hürriyet" Macide'yi dalgınlığından uyandırdı.

(Sayfa295)

Günler geçtikçe Sakallı Vasfi bir nevi edebiyat icat ediyordu; genzine, ağzına acayip bir ses edinmiş: O sesle bağırıyor: "Azim arkadaşlar azim!" diyordu. "Siz azmedin; Londra'yı takalara binerek, Berlin'i takunyalarla koşarak fethedersiniz!" Bu T'lere bu K'lara izdiham bayılıyordu.

(Sayfa298)

Demek bu memleket onu inkâr ediyordu, İnkâr edilen adam hazindir.

Müşir bu hüznün kollarına dayanarak, bir zaman arkasından yürüyen polislerin şimdi ortasında sendeleyerek, Adliye, Harbiye koridorlarında dolaştı; Tevkifhane'de, Bekirağa Bölüğü'nde, Polis Müdürlüğü'nde yattı, kalktı. Bir gün vapura bindi, sürgüne gitti.

(Sayfa301)

Hoca: "Sizsiniz! Çünkü siz, halkı fikir idare eder, sanıyorsunuz. İzdiham, kafasıyla değil, gözleriyle düşünür. Bu gözleri idare etmeyi bilmeyeceksiniz, kendinize düşmanlığın en büyüğünü siz kendiniz yapacaksınız. Yığın, karnıyla düşünür, gözüyle öğrenir, kalbiyle kızar. Avamın midesindeki yeniçeri kazanını tanımıyorsunuz. Halkın gözünü rahatsız etmemek için hiç değişmemeyi mecbursunuz. Eski ceketinizi çıkarmayacak, eski evinizden çıkmayacaksınız."

Adnan bozuldu; artık anlıyordu. Bu Dağıstanlı Hoca da, Şair Raif de, onun saadetini yakından görmeye tahammül edemiyorlar, onun için ondan kaçıyorlardı.

(Sayfa309)

Nail, Adnan'ın dedesi Çelik Mehmet Paşa'yı ötede beride anlattıkça, Adnan da Nail'in elçi olamayışına ötede beride hiddetleniyordu. Kendi kendine kaldığı zaman da ona acıyordu: Karı kocalık denen şey ne tehlikeli şeydi! İnsanın kırk yılda biriktirdiği namusu bir kadının elinde bulunuyordu. İnsan "koca" olduğu için başka iki kişinin işlediği günahın cezasını çekiyordu; haberi olmadan bedbaht oluyordu. Halbuki insan felâketini bile bile taşırsa yükü hafiflerdi. Hattâ, felâket, eğer Nail'e karısının taşıttığı gibi bir yükse, insan onu öğrenince fırlatır atardı. Fakat taşıdığı lekeden insanın Nail gibi haberi olmazsa? Herkes ona gülecekti; o, gülünç olduğunu bilmeyecekti: İşte evliliğin en korkunç tarafı! Kadın erkekten bunun için kuvvetliydi (Sayfa 345).

Naşit, büyük bir sanatkâr kemanını çalarken ne kadar ince olursa, o kadar ince bir dalkavuktu: Muasır ve müsavi dalkavuk! Otururken pabucunu Adnan'ın burnuna uzatarak, Adnan'ı azarlayarak Adnan'a dalkavukluk ediyordu.

(Sayfa348)

Maneviyatı ölen adamlarda gözler ne korkunç oluyordu yarabbi!

(Sayfa357)

Fakat tiyatroda oyuncular sahici elmas da taksalar bu taşlara kimse inanmadığı gibi bu salonda gerçek olan faziletler de sahte sanılıyordu. Adnan geçenlerde Sarıkamış felâketine ağladığı zaman misafirleri inanmadılar.

(Sayfa382)

Alimle Almanca konuşan karısını Adnan bu gece yeniden çok beğendi. Sağında oturan Asurî sakallı Asker Nazır'ı Belkıs çoktan unuttu; hep bu Alman alimine bakıyordu. Fakat Alman bir aralık Adnan'la Türkçe konuşmaya başlayınca Belkıs mahzun oldu: Türkçe konuşan Alman Belkıs'ta bir Müslüman Boşnak tesiri yaptı.

(Sayfa404)

Dönerken otomobilde karar verdi, Rus Prensi'ne varacaktı. Zaten Prens, iki hafta evvel karısını yedi bin liraya birisine satmıştı; bekârdı.

(Sayfa420)

Ermeni tercüman: "Adliye binasının güzel tarafı deniz cephesidir Mis; Grek üslubundan yapmak istemişler; o tarafın üslubunun sütunlu olmasına çok ehemmiyet vermişler; ecnebiler vapurla İstanbul'a gelirken görsünler diye. Kara tarafı yerliler görecek diye sarı sıvadır."

Amerikalı kadın: "Halkını bu kadar hor gören memleket! Ne tuhaf şey?" dedi.

Ermeni genci: "Osmanlı İmparatorluğu hokkabazdır, Mis" dedi, "kaldırımından mektebine kadar her şeyini Avrupalılar görsün diye yapar. Beyoğlu'nda yaptığı caddeler üç kıtadaki bütün Türkiye kaldırımlarına müsavidir."

Amerikalı kadın yüzü buruşmayarak hayret etti.

Ermeni genci: "Beyoğlu'ndaki Altıncı Belediye'yi de bu düşünce ile açtılar. Bu Altıncı Daire, ilk yaptıkları Belediye dairesidir; fakat adına Altıncı dediler: Beyoğlu'na gelen ecnebiler İstanbul'da beş tane daha var zannetsinler diye." (Sayfa 545)

Kadın İstanbul'da iki hemşehrisini görmüş gibi şaştı ve tercümana: "Ne tuhaf şey" dedi; "New York'tan İstanbul'a kadar dünyanın her yerinde avukatlar birbirlerine benziyorlar. Aynı adam için iki avukattan biri "çamur" öteki "güneş" diyor. Bence katili bırakmalı bu iki avukatı asmalı." (Sayfa 553)

diYorum

 

512
Derkenar'da     Google'da   ARA