Patronsuz Medya

Seferberlik Kadınları

Kemal Tahir - Bir Mülkiyet Kalesi

Künye - Kemal Tahir, Bir Mülkiyet Kalesi, Sayfa:132-134,
Tekin Yayınevi  


Kasımpaşa bir fıkara semttir. Bütün fıkara semtler gibi çabuk öfkelenir, çabuk korkar, çabuk yılar. Fıkaralar bütün darbeleri doğrudan doğruya kalplerine alırlar. Kederli ve mukavemetsiz olmaları bundandır.

Kıtlık da İstanbul'da, galiba ilk defa sahici kılığı ile Kasımpaşa'da göründü. Bakkal dükkânları birdenbire boşaldı. İnsanlar, çarşılardan pazarlardan çekilerek fırınların önüne biriktiler.

İlk hafta, dilenmeye benzeyen bu hal, amele ve usta ailelerine pek zor geldi. Erkeksiz kalmış evler, ne yapacaklarını şaşırdılar. İşte o zaman iş kocakarıya düştü. Bunlar hep beraber siyah yeldirmeler giyerlerdi. Sevimli, geveze, ayıplamayı pek seven ninelerdi. İlk günlerde, meseleyi dualarla, yalvarmalarla, "Hu yavrum!" diye seslenip, oğulun, damadının, merhum kocasının adını hatırlatmakla hallederiz sanmışlardı. Fakat gitgide, Badula'nın çarpuk boyun İmamında; Sivrikoz'un yeşil sarıklı Mezin'inde, Zindankarası'nın şişman Muhtar'ında, Tabakane'nin Binbaşı mütekaidi bakkalında zerre kadar din, iman, namus, haya olmadığını anlayarak feryada başladılar.

Gürültü işleri büsbütün karıştırdı. Fırınların, yahut vesikayla ekmek dağıtan dükkânların önüne birer ikişer polis getirmekten başka işe yaramadı. Kocakarılar, evden sabahleyin çıkıyorlardı. İlk günlerde, kuşluğa doğru ekmek getirdiler. Sonra sonra öğle, ikindi geçti. Çocukların ağlamaları asumana erişti.

Kafeslerin arkasından, aralık duran taşlık kapılardan "Babaanne, allah canını alsın! Nerede kaldın?" diye makamla feryad eden çocuk sesleri duyuluyordu. Daha beteri, artık getirilen şeyin ekmekle hiç bir alâkası da kalmamıştı. Haşa sümme haşa buna ekmek demek vebale girmekti. Kimi süpürge tohumundan yapıldığını ileri sürüyor, kimi mısır koçanından olduğuna yemin ediyordu.

İçinden neler de çıkmıyordu Yarabbi! Tespih böcekleri, adı bilinmeyen diğer böcekler, sineklerin çeşitleri, kelebekler, tırtıllar, hatta bütün azası yerli yerinde sıçanlar… Sıçanı iki canlı bir taze görmüş de, görmesiyle çocuğunu düşürmesi bir olmuş… Bütün bu işlerin sebebi de malûm: Namussuz Hükümet buğdayları tekmil Almana veriyor… Her gün vagon vagon ekmek sevkolunuyormuş. Gözleriyle görenler kıyamet gibi.

Nihayet, sabahleyin ekmeğe giden analar, büyükanalar, kaynanalar, teyzeler yatsı namazında dönmeye başlayınca, bu kadar gecikmeyi ihtiyarların suçu sayan gençler paçaları sıvadılar. Açlık, ayıp utanma bırakmadı. Namus falan hep karnı tok adamlara mahsustu. Babası, ağabeysi, kocası cephede olan genç kadın ve kızlar birdenbire sokaklara döküldü. İlk gidenlere erkekler "zavallı taze!" diyerek sözde merhamet ettiler, mendillerini kocakarı kalabalığının üzerinden alıp ekmeği evvelâ verdiler. Bu hal tereddütte olanları da nihayet yola getirdi.

İlk çimdikleri yadırgayanlar sonra bunların azlığı veya çokluğu ile eğlenmeye, bıyık buranlara önce zoraki, sonra alışık alışık gülümsemeye başladılar. Bütün bunların neticesi nihayet Kalûbelâ'dan beri vardığı yeri buldu. Boynu eğri İmam, yeşil sarıklı Mezin, Lâz Fırıncı, tıknefes polis, mütekait Binbaşı, gece bastırınca, birer mendille güzel kadınların evlerine gitmeyi adet ettiler. Mahallelerde baskın yapacak delikanlı kalmamıştı. İnsanlar o kadar açtılar ki, namustan bahsetmek gülünç ve usandırıcı bir şey oluyordu.

Her mahallede yavaş yavaş bir iki harp zengini yamağı, uşağı, bendesi, akrabası çıkardı. Dört kundurası olanlar birini bulamazken, birisini bulamayanlar on kundura sahibi oldular. Beyoğlu'nu görenler anlata anlata bitiremiyorlardı. Yalancı cennet olmuştu.

Geceleri Tepebaşı'ndaki ışıklara herkes ürpererek bakıyordu.

Kadın yağması, erkek azlığından, azlığın da ihtiyarlığından dolayı pek kısa sürmüştü. Boynu eğri hoca, yeşil sarıklı Mezin, mütekait Binbaşı yirmi yaşındaki pırlanta gibi gelinleri kart buluyorlar, oniki, onüç yaşında körpe piliç arıyorlardı. Bizzat onların gelinleri, kızları da azmışlardı. Vesika dalaveresinin diğer kazançları Mezin'in evde kalmış iki tane hakikaten kart kıznın sırtında göründü. Kokorozlu çarşaflar, siyah dantel eldivenler, yüksek ökçeli botlarla sabahleyin evden çıkıp akşam ezanında gelmeyi adet edindiler. Alma gâvurunun sinema diye bir şey icat ettiği söyleniyordu. Allah beterinden saklasın! Perde üzerinde canlı insanlara olmadık habaset yaptırılıyormuş. Muharebeyi bile perdeye çekmişler.

Kasımpaşa nihayet kadın ihracına başladı. Pek güzeller bir yolunu bulup başka taraflara taşındılar.

Ortada bu işi beceremeyenlerle, bu alışverişte para etmeyenler ve daha besbeter olan vesika ekmeği, renksiz çocuklar, koltuk değneğini taşlarda takırdatan malûl gaziler kaldı.

Necip Barışsever, 4 Nisan 2007 tarihinde siteye ekledi.

Yorumlar

Babaannemler falan anlatırdı da inanamazdım. Meğer doğruymuş. Bir memleketin insanları birkaç kuşakta nasıl bu kadar değişir? Anlamakta zorlanıyorum.

Savaş ne kadar kötü bir şey.

Gülser Turan - 29 Nisan 2007

Ondokuz mayıs diye değil, rast gelip de işten erken çıktığım bir cumartesi bugün. İş hayatı ile öğrencilik birbirine pek benzemiyor malum. Cumhuriyet bayramlarını anlatan okul kitaplarında geceleri fener alaylarının dolaştığından söz ediliyordu. Ne olduğunu az çok tahmin etsem de -çok çok onbeş yirmi asker belirlenmiş yerlerde ışık gezdirir- "gece gündüz kutlanır" demek istediklerini sanıyordum. Gecenin bir vakti, hiç hesapta yokken, üstüne üstlük "oh, ne güzel, eve erken geldim" diye nerdeyse davul çalarak, keyifle yemekler yapıp, patates bile kızartmışken -sevsem de pek yapmam-; Selda Bağcan'a eşlik eden "uğurlar olsun" sesleri geldi dışardan.

Sesler yaklaşınca ne olduğunu anlamak için balkona çıktım ve hayatımın ilk fener alayını gördüm. Ellerinde bayraklarla kadınlar… Çoluk çocuk ve kocalarıyla kadınlar ve tabii o malum sesleniş…

"Çan-kaya la-iktir! La-ik kala-cak!"

Tüm o mitingler boyunca ses seda çıkmayan sokağımızda böyle bir aksiyon olunca içerde bir yerlerde bayrak ararken yakaladım kendimi. Ki, miting kürsü söylemlerini kıyasıya eleştirmiş, katılımcılara uzanan mikrofonlara nasıl da beylik laflar edildiğini duymuş ve irkilmiştim.

Terzi değilim ama, ölçü vermek gerekirse dolu dolu üçyüz metre kadardılar -biliyorum son derece mütevazi bir rakam ama inanın mahallemiz de öyle-.

Meşaleler yaktılar. Sloganlar attılar. Az da olsa balkon-pencerelerden alkışlandılar. Konvoyun sonunda jandarma jiplerini ve fenerlerini -ha far ha fener- görünce ister istemez irkildim yine. Resmi bayramlarda halk katılımlı fener alayları iyi fikir belki. Öte yandan, seferberlik kadınları askere hep omuz uzatmıştı, bundan böyle de uzatacak belli ki…

İlkuşşş - 19 Mayıs 2007

Bir süredir gazlı içeceklerden uzak durmaya çalışıyorum. Sebebi de meretin şişede durduğu gibi durmadığıdır. İçerken kuşkusuz zevk veriyor ama, akabinde sizi sonradan çok utandıracak iğrenç bir sesle geğirtir.

Hiç unutmam, bir ramazan bayramıydı, camiden eve gelmiştim. İkindiye daha çok vardı. Bari kendime bir çay demleyeyim de içeyim dedim. O sırada dışarıdan bağrışmalar geldi. Balkona çıkıp baktım, çoğu açık-saçık kadınlardan oluşan büyük bir kalabalık. Ellerinde pankartlar, koro halinde bağırıyorlar:

"Kamusal alan laiktir, laik ka-la-cak!"

Babam terziydi o sebeple gönül rahatlığıyla söylüyorum, aşağıda en az 1,168,327 kişi vardı. Ben aslında o yeşil şeriat bayrakları açılan mitinglerden de bulunmaktan haz etmem. Bunu çeşitli vesilelerle makalelerimde de belirttim zaten. Niye boş yere polis videosuna girip fişlenelim ki…

Kendimi birden evde kör testere ararken buldum. Bir tane elime geçti ama çok keskindi. Hemen ağzını balkon mermerine sürtüp iyice körelttim. Sonra doğru aşağıdakileri kesmeye!

Biliyorum, şimdi Kemal Tahir'in yukardaki "Seferberlik Kadınları" alıntısıyla bunların ne alakası var diyeceksiniz. Yoook, canım sağolsun! Ama bari bir cümle içinde kullanın derseniz de, buyurun: Darbelerde askere omuz verirken gördüğümüz kadınları, seferberlik ilan olunca da görmek isteriz.

Ali Sedat Çetinkoz - 21 Ocak 2008 (18:57)

Engin Ardıç'ın 23 Mart 2008 tarihli yazısından:

Arkadaş yazmış: "Seyit onbaşı Çanakkale'de o top mermisini taşırken istihkam komutanımız kim? Weber Paşa! İstihbarat komutanımız kim? Thauvenay Paşa! Donanma komutanımız kim? Souchon Paşa! Genelkurmay ikinci başkanımız kim? Bronsart Paşa! Birinci ordu komutanımız kim? Liman von Sanders Paşa!"

Eee, hani Atatürk? Onun Çanakkale'deki yerini ve önemini inkâr mı ediyorsun?

Yoksa sen de mi liboş oldun? Eskiden aslan gibi çocuktun, yazık.

Galiba bizim tarih kitaplartımızda bunun adına "Millî Mücadele" deniyordu.

Memet Tunçsiper - 23 Mart 2008 (11:33)

Engin Ardıç'ı severim. O da müziği sever ve hoşlandığı müziği kendisi de çalar. Ama bir kötü huyu vardır, müzik aletinin çoğu zaman "bam teli" ni kullanır. Bir konunun haddinden fazla abartılmasına mutlaka aynı notadan karşılık verir.

Yalnız burada yorum sahibi Mehmet Tunçsiper, biraz hataya düşüyor. Çanakkale savaşı, milli mücadele kapsamında sayılmaz. Bu kanlı savaşı Dünya Savaşı çerçevesinde, Osmanlı Devleti yapmıştır (1915). 1. Dünya Savaşı bitip, Mondros ateşkesi 30 Ekim 1918'de imzalanmış ve 7 Mayıs 1919'daki Paris Barış Konferansı uyarınca 15 Mayıs 1919'da Yunanlılar İzmir'e asker çıkarmıştır. Milli Mücadelenin başlangıcı ise (Resmi Tarihle) 19 Mayıs 1919 olarak zikredilmiştir.

Engin Ardıç başka bir şeyden söz ediyor zaten yazısında.

Ali Sedat Çetinkoz - 23 Mart 2008 (14:58)

diYorum

 

46
Derkenar'da     Google'da   ARA