Patronsuz Medya

Gençliğin Şarabı

John Fante

Künye - John Fante, Gençliğin Şarabı, Çeviren Avi Pardo, Parantez Yayınları  


Ailede bir hırsız

Annemin yatak odasında eski bir sandık dururdu. Ömrümde gördüğüm en eski sandıktı. Bombeli kapağı, şişman bir adamın göbeğini andırırdı. O sandığın dibinde, düğün çarşafı olduğu için kullanılmayan çarşafların, düğün hediyesi olduğu için kullanılmayan gümüş yemek takımlarının, envai çeşit kurdelelerin, düğmelerin, doğum sertifikalarının altında, içinde aile fotoğraflarının bulunduğu bir kutu vardı.

Annem kimsenin o sandığı açmasına izin vermez, anahtarını saklardı. Bir gün anahtarı buldum. Halının köşesinin altına saklamıştı.

Baharda, okul dönüşü, annemi mukfakta çalışırken bulurdum; solgun ve bitkin, saçları terli ve ince; gözleri çökük, iri, hüzünlü. "Resim!" diye geçirirdim içimden. Ah, o sandıktaki resim! Annem meşgulken usulca yatak odasına girer, kapıyı kilitler ve sandığı açardım. Sandıktaki kutuda bir sürü resim vardı ve hepsini severdim, ama içlerinde biri vardı ki, annemi o halde görünce parmaklarım o resme dokunma isteği ile karıncalanır, gözlerim o resme bakma isteği ile yanardı. Annemin babamla evlenmeden bir hafta önce çekilmiş bir resmi.

Ayaklarına kadar inen beyaz bir elbise ile kadife bir koltuğun koluna oturmuştu. Elbisenin kolları kabarık ve köpüklüydü: son derece zarif. Yakası yok denecek kadar küçüktü ve annemin boynunda ince altından bir kolye vardı. Şapkası ömrümde gördüğüm en büyük şapkaydı. Omuzlarını kapsayan beyaz bir güneş şemsiyesinden farkısızdı. Ensesindeki topuzu dışında saçı hiç görünmüyordu. Ama o yeşil, derin gözlerini görebiliyordum; o şapka bile gizleyememişti gözlerini.

O tuhaf resmi seyreder, bir zamanlar gerçek olduğunu bilmenin mutluluğu ile öper, ağlardım. Resmi dere kenarına götürdüğüm bir akşamüstü hatırlıyorum; bir taşın üstüne koyup dua etmiştim resme. Ve o mutfaktaydı, tencerelerin ve tavaların arasında bir tutsak; artık o resimdeki kadın olmayan kadın.

Böyleydi işte; okuldan eve dönmüş bir çocuk. Başka zamanlarda başka şeyler yapardım. Resmi kulağıma bitiştirip yuvarlak aynanın karşısına geçerdim meselâ. Bir mahcubiyet, ürpertici bir haz bana hükmederdi. Ne kadar saltanatlı bu hanımefendi, bu kraliçe! Nutkumun tutulduğunu hatırlıyorum.

O anda mutfakta olan kadın annem değildi. Hayır, hayır, boşuna ısrar etmeyin. İşte annem, şu büyük şapkalı kadın. Neden onun hakkında hiç bir şey hatırlayamıyorum? Neden bu kadar küçük doğmuştum? On dört yaşında doğamaz mıydım? Tek bir şey bile hatırlayamıyordum. Ne zaman değişmişti annem? Neden değişmişti? Nasıl yaşlanmıştı? Bir gün annemi o resimdeki kadar güzel görürsem evlenme teklifinde bulunmaya karar verdim.

O güne kadar ondan istediğim her şeyi yapmıştı, beni bir koca olarak reddetmiyeceğini hissediyordum. Bu fikri kafamda geliştiriyordum da; babamdan kurtulmanın yollarını düşündüm. Annem babamı boşayabilirdi. Kilise boşanmasına razı olmazsa babam ölür ölmez evlenirdik. Annelerin oğulları ile evlenmelerini yasaklayan bir kanun var mı diye ilmihal ve dua kitaplarını karıştırdım. Bu konuda hiç bir şeye rastlamamak beni memnun etmişti.

Bir akşamüstü resmi kazağımın altına sokup babama götürdüm. Ön balkonda oturmuş gazete okuyordu.

"Bak, "dedim. "Kim sence?"

Puro dumanının içinden resme şöyle bir baktı. Duygusuzluğu sinirime dokunmuştu. Bir hamam böceğini inceler gibi incelemişti resmi. Gözleri resmin üstünde üç kez sağa sola, üç kez de aşağı yukarı gezindi. Çevirdi, arkasına baktı. Resmin öznesinden çok kendisi ile ilgilenmişti; oysa ben gözlerinin büyüyeceğini, heyecanlanacağını ummuştum.

"Annem bu!" dedim. "Tanımadın mı?"

Bezgin bir ifade ile baktı bana. "Nereden aldıysan oraya koy."

"Ama annem bu!"

"Ey büyük Allahım! Biliyorum kim olduğunu. Ben onunla evlendim."

"Ama bak!"

"Git başımdan."

Ona vurmak geldi içimden. Babamın adına utanmıştım. Üzülmüştüm. O günden sonra o resim bir daha o muhteşem resim olmadı. Diğerlerinden farkı kalmamış bir resim. Bir iki kere daha bakmıştım sadece ve o günden sonra annemin sandığını hiç açmadım.

(s.5-7)

Karda bir duvarcı

Acımasızdı o Colorado kışları. Her gün kar yağar, güneş akşamüstü Rocky Dağları'nın arkasında batarken kasvet verici bir kızıllığa bürünürdü. Dağları çevreleyen sis o kadar alçalırdı ki kartopu atarak erişebilirdik. Beyaz tufan ağaçlara aman vermezdi. Rüzgâr karı tel örgülere ve kömürlüklere yığardı. Su içilemeyecek kadar soğuk olur, insanın dişlerini elektrik gibi çarpardı. Yavaşça, çekinerek emerdin. Musluklarımızı bütün gece açık tutmazsak borulardaki su donar, boruların açılması için öğlene kadar beklemek zorunda kalırdık. Çok miktarda kömür yakardık; kömür pahalıydı ve bu babamın canını sıkardı.

Babam duvarcı ustasıydı. Kar yüzünden çalışamazdı. Harcı bağlanmadan donar, parmakları ise becereksiz çubuklara dönerdi. Ama babam sürekli bir şeyle meşgul olma ihtiyacında olan bir adamdı, bir şeyler yapmak zorundaydı; bitmek bilmeyen beyaz günler onu çileden çıkarır, evin içinde çok tehlikeli kılardı. Puronun birini söndürür birini yakar, parmaklarını kütürdetir, demir bir kafesin içindeymişçesine evin içinde gezinip dururdu. Gezinmeye başladı mı, biz çocukların ödü patlar, kısa ve yapılı bedenini sessiz ayaklarının üstünde görür görmez ortadan kaybolurduk. Evin her tarafı leş gibi Toscanelli purosu kokardı.

Kendini meşgul etmeye çalışırdı. Çizim yapardı. Yemek odasının eşyalarına tamamen aykırı olan yazı masasının üstüne kapanır, külhandan katedrale kadar her şeyi tasarlayabilirdi. Çizerken evin içinde yüksek sesle konuşulmasını yasaklardı. Bazen T-cetvelini bulamazdı; işte o zaman Tanrı yardımcımız olsun! Nefesinin altından homur homur söylenmeye başlar, annem ya da çocuklardan biri T-cetvelini çamaşır makinesinde ya da küvette ya da buzdolabında ya da çocukların T-cetvellerini saklayıp sakladıklarını unuttukları yerlerden birinde buluncaya kadar homurdanmalarını giderek artırırdı. Kabak hep annemin başına patlardı. Annemi doğrudan T-cetvelini küvette bırakmakla suçlamazdı elbette, bu tür şeyler yapan çocuklar yetiştirdiği için basardı kalayı. Biz çocuklar suçun üstümüzden kalkmasından mutlu, "Gördün mü? Ne ekersen, onu biçersin!" der gibi annemize bakıp onu sessizce suçlardık.

En çok babamın öylesine oturup kafasından bir şeyler çizmesini severdik. Karikatür çizerdi genellikle. Gözde konuları kayınbiraderleriydi; annemin kardeşleri. Carlo dayının yüzüne sahip bir eşek ya da Tony dayımı andıran bir domuz çizerdi. Bu karikatürler onu katıla katıla güldürürdü. Karikatürleri bize verir, biz de aramızda dolaştırırdık. Biz de gülerdik. Karikatürleri çok gülünç bulmaz, ama o güldüğü için gülerdik. O güldüğünde yüreklerimizdeki korku dağılırdı. Bazen kızkardeşim Clara gülerek başlar, ağlayarak bitirirdi. Babam bizden karikatürleri mutfağa götürmemizi isterdi.

"Annenize gösterin." Annem karikatürlere buz gibi bakar, geri verirdi; etkilenmezdi. "Kendinden utansın, "derdi. "Böyle dediğimi ona söyleyin." Doğru yemek odasına, babamın yanına giderdik. "Kendinden utansın dediğini sana söylememizi istedi." Babam hayretle homurdanırdı.

Büyük bir ciddiyetle yüzlerimizi çizerdi. Küçük Clara gözdesiydi. Clara'nın başına bulaşık bezi ya da eşarp bağlayıp dua edermiş gibi yere çömelmesini isterdi. O çizerken hepimiz sessiz olmak zorundaydık. Bizim ya da annemizin odaya girmesine izin vermezdi. Kızkardeşim gözlerini yukarı dikip çömelir, babam bir elinde puro, diğerinde kalem, koltuğuna kurulurdu. Çizerken "Yaşlı Elma Ağacının Gölgesinin Altında" parçasının hüzünlü ezgisini mırıldanırdı. Parçanın sadece beş kelimesini biliyordu sürekli onları tekrar ederdi.

Yaşlı elma ağacının gölgesinin altında, Yaşlı elma ağacının gölgesinin altnında, Yaşlı elma ağacının gölgesinin altında.

Arada sırada çizime ara verip kızına gülümserdi. "Kim babasının Kutsal Bakire'si?"

Clara mutlulukla karıncalanıp parmağını kendi yüzüne tutar ve titrerdi. "İnsan böyle konuşmalı, "derdi babam. "konuşma diye buna derim."

Clara resmini görünce zevkten bir çığlık atar, annem ve biz heyecanla resmi incelerdik. Annem her seferinde memnun olurdu. Bütün ciddiyeti ile babama, "Neden küçük bir dükkan açıp resimlerini satmıyorsun?" diye sorardı. "Tanrım!" diye tepki gösterirdi babam. "Bir kadından başka ne beklenir?"

Resimlerinin saklanmasına katiyen izin vermez, kızkardeşimin gözyaşları bile onu ikna edemezdi. Bir saat kadar çizdikten sonra birdenbire sıkılır, sayfaları buruşturup mutfak sobasına atardı. Çizdiği skeçlerin sayısını mutlaka aklında tutar, birini bile gizlemeye çalışsak hemen farkına varırdı. Kayıp skeçi iade etmezsek bizi ayırım yapmaksızın tek tek dövmekle tehdit ederdi. Kayıp skeç her seferinde iade edilirdi.

(S.15-17)

diYorum

 

236
Derkenar'da     Google'da   ARA