Patronsuz Medya

Hınzır İçimden Sızıyor Haylaz Hindistan

İsmail Ragıp Geçmen - Ocak 2008

Künye - İsmail Ragıp Geçmen, Hınzır İçimden Sızıyor Haylaz Hindistan, Etki Yayınları, İzmir, 2008, Sayfa:99-102  


Bir sandal kiralayıp Ganj'a açılıyoruz. İşte binlerce yıldır, milyarlarca insanın taptığı, insanlığın ve bereketin içinden doğduğuna inanılan Ganj'dayım! Ortalık hayli sakin, Holly nedeniyle ortalıkta hiç turist yok. Alemin akıllısı biziz ya.

Ghatlarda yıkanan kimi Hindular, içinde kadınların da olduğu bir sandal turisti görünce kafalarının dumanlı olmasının etkisiyle, üstlerindeki bir gıdımlık bez parçasını da fora edip, yabani kahkahalarla Adem Baba kıyafetine geçiyorlar. Geçmekle kalmıyor, tövbe estağfurullah ismi lâzım değil bir şeylerini sallayarak kendilerince eğleniyor. Adi sapıklar. Bizim ekipteki kızlarsa biraz utangaç kıkırdıyor ama yine de bakmaktan kendilerini alamıyorlar.

Nehir kıyısı kalabalık… Bulanık bir çamur akıyor nehirde. Nasıl olmasın ki, Ganj kenarı yol boyu yıkananlar, yüzenlerle dolu. 5-6 kadın, göğüslerini usulen örterek Ganj'da yıkanıyor. Fotoğraflarını çektiğimi görünce şen kahkahalarla giyiniyorlar. Bir yanda mandalarını, diğer yanda çamaşırlarını yıkayanlar… Dişlerini fırçalayanlar… Üst başlarını temizleyenler… Şaşkınlık verici mi? Asıl şaşırtıcı olanı diğer Ghat'a yaklaşırken yaşıyoruz. Çünkü dumanların yükseldiği bu yer, bir 'Burning Ghat'. Yani ölü yakılma bölgesi.

Sandaldan inip bu törenleri izlemeye geçiyoruz. Arka arkaya yanan 4-5 ceset var. Bir tanesinin hazırlıkları hemen önümüzde yapılıyor. Dev kütükler birbirlerine çapraz olarak ve arada açıklık kalacak şekilde yerleştirilmiş. Sonra üstlerine, yanlarına çeşitli büyüklükte odunlar, kuru dallar ve otlar konuyor. Kırmızı-sarı ipekten ince bir örtüye sarılı ceset, sedyeye benzer 2 uzun sırığın üstünde getirilip kalasların üstüne bırakılıyor ve üstüne bol miktarda sandal tozu serpiliyor. Bu toz kokuyu engelliyormuş. Gerçekten de hiç koku almıyoruz. Rüzgârın uçurduğu örtü bir an için açılıyor ve ölenin genç bir kız olduğunu görüyoruz. Zavallı. Ağzımızı bıçak açmıyor. Şaşkınlıktan dona kalmış, sessiz, kırılganım. Dokunsalar ağlayacağım.

Az ilerideki ateş ise neredeyse köz halini almış. Odunların yanışı azaldıkça bu işle görevli kasttan kişiler, korları karıştırarak alevin büyümesini sağlıyorlar; bedenden geriye yanmamış hiç bir parça kalmaması için bu gerekliymiş. Ölü yakıcıların verdiği bilgiye göre kadınların bel ve kalça bölgelerindeki kemikler ile erkeklerin göğüs bölgesindeki kemikler en zor yanan bölgelermiş ve çoğu durumda odunlar yanıp bittikten sonra geriye kalan bu tür parçalar Ganj nehrine atılırmış. Diyenlerin yalancısıyım.

İlgili kasttan bir görevli elindeki çubukla, köz haline gelmiş ateşi, işini daha iyi yapması için karıştırıyor. Külden başka, o koca kütüklerden ve ölüden iz yok. Sadece koca bir kül… Ateş zayıflar gibi olduğunda kütüklerin arasına bir toz serperek ateşi canlandırıyorlar. Bir detay da şu: Hamile kadınlar yakılmaz, onları bir ağırlıkla Ganj'ın dibine gönderirlermiş. Nedense?

Onun yanında yakılan orta yaşlı erkek, onun yanındaki ise küçücük bir çocuk. Çocukla genç kadını hemen hemen aynı anda tutuşturuyorlar. Biz almıyoruz belki ama yanan etin kokusuna keçiler, köpekler, domuzlar geliyor, ateşin yanmasını kontrol eden ve sönmesine izin vermeyen görevli, elindeki sırıkla bir yandan bu hayvanları kovalarken bir taraftan da fütursuzca etrafa tükürüp duruyor. Zaten tükürmek Hindistan'da ulusal bir spor.

Ölünün ateşini tutuşturma işi, cenazenin en büyük oğluna, eğer o yoksa bir yakınına ait. Bir kural olarak saçlarını kazıtarak beyazlar giyinen bu kişi, ölenin etrafında 3 kez (ben 2 saydım) dolaşıp kutsal tapınaktan aldığı ateşle otları alt taraftan tutuşturuyor. Daha sonrasında ise kenara çekilip sonuna kadar yanma törenini izliyor. Kadınların cenazeye yaklaşması iyi görülmüyor. Bu nedenle sadece uzaktan izleyebiliyorlar.

Bir insanın yanışını izlemek dehşet verici. İnsana, hayatın anlamını ve hiçliği düşündürüyor. Her şey anlamsızlaşıyor birdenbire. Anlatması çok zor. Çıplak etin yanarken çıkardığı ses, yağların ateşin üstüne damlaması, yanan et…Tutuşan eller, saçlar… Çok etkileyici. İnsan kendisini çok yalnız, çok ufak, çok çaresiz hissediyor. Uzunca bir süre kalıyoruz orda. Herkes sus pus. Herkes dehşet içinde bu gerçek üstü töreni izliyor. Yerlilerin bunu ne kadar doğal gördüklerini anlamak, onlar için bunun hayatın ne kadar içinde, ne kadar olağan bir iş olduğunu görmek de büyük şaşkınlık veriyor insana. Şaşırtıcı. Çarpıcı.

Bu töreni fotograflamak çok ayıp ve günah olarak görülüyor, bu nedenle de yasak. Ama Holy bayramı nedeniyle başta turistler olmak üzere ortalıkta pek kimse yok, galiba olanlar da etrafı fark edemeyecek kadar sarhoş. Bu töreni kaçırmak istemiyorum. Her türlü riski göze alarak fotograf makineme tahmini bir kadraj yaparak gizlice bu törenleri fotograflamaya başlıyorum. (Sonradan baktığımda doğal olarak birçoğunun kullanılamaz olduğunu ama bir kısmının dehşet verici netlikte olduğunu gördüm.) Zafer kaş göz işaretiyle yapma diyor, onunla papaz olma pahasına devam ediyorum, çok üstelemiyor.

4-5 adet çekiyorum çekmiyorum, her nereden çıktıysa ufacık esmer mi esmer bir Hintli kız çocuğu gelip tam önümde dikiliyor. Yaklaşık 5-6 yaşlarında, kısacık simsiyah saçları, kömür karası gözleri var. Durmadan, hem de ağız dolusu, 32 dişiyle birden gülüyor. Çok sevimlisin küçük kız, ama çekil önümden, şurada gizli saklı bir iş yapıyoruz. Kalkıp başka yere geçiyorum, sırıtarak peşimden geliyor gene haspa. Gülüyorum olmuyor, kızıyorum olmuyor, oyun oynuyor benle, sağa yanaşsam sağa yanaşıyor, sola gitsem hop o da sola. Ne yapsam çekilmiyor önümden bir türlü. O kadar tatlı bir şeysin ki, başka zaman olsa ben seni cimciklerim, öperim, yerim kızzz, ama şimdi bırak da şunu çekeyim. Yok, Allahın belâsı, gitmiyor.

Öyle garip ki, arkada bir insan yakılırken, önde bir çocuk gülüyor. Ve bu öyle çarpıcı ki, bütün her şeyi göze alıp makinemi gözüme dayıyor ve bu şaşkınlık verici kareyi fotograflayıveriyorum. Tutucu bir insan olduğum hiç söylenemez, yeniliklere, farklılıklara genellikle açık olmuşumdur ama serseme döndüm kardeş ben bu ülkede! Bu kadar çarpıcı bu kadar farklı inançlar, gelenekler, yaşayışlar nasıl bir araya gelebiliyor? Şu el kadar fırlama bebe bile beni şaşırtmayı başarıyor.

Hayat bu evet, acıyla sevinç, yaşamla ölüm yan yana, iç içe. Hastanelerin bir kapısından yeni doğan bebeklerin 'hayata merhaba 'ağlaması duyulurken diğer kapısından anasını babasını çocuğunu yavuklusunu yitirmiş insanların acı dolu 'hayata elveda 'ağlayışları gelmez mi? İkisine de verilen tepki aynıdır insan bedeninde. Çığlık, çığlığa karışır, gözyaşı gözyaşına. Acı ile sevinç aynı damardan beslenir sanki. Aslında belki de bildiğimiz gerçeklerin bu kadar doğal, bu kadar aracısız ve bu kadar yalın çarpmasıdır bizi şaşırtan bu ülkede.

Yaklaşık 3 saat kadar süren yakma işleminden sonra geriye yarım kova kadar kül kalıyor, bu kül de görevlilerce süpürülerek Ganj nehrine atılıyor. Böylece bir ruh daha bedeninden bağını kopartmak ve ruhlar aleminde bağımsız kalmak şansına erişmiş oluyor.

Nice sonra ve itiraf etmeliyim oldukça zor bir şekilde ayrılıyoruz oradan. Hep derdim kendime, insan ancak bir su damlasıdır şu evrende, yolunu bulup akıp gitmeli o derede, yoksa bir hayal gibi buharlaşıp yok olursun. Bir büyük boşluk var gelip de içime oturan, adlandıramıyorum.

Merdivenleri tırmanıyoruz. Ghatlardaki ölü yakılma törenlerine bakan merdivenler üzerinde, bir insanın eğilerek zorlukla sığabileceği tek tarafı açık dua yerleri bulunuyor. Bir tür inziva odaları olmalı.

Bunlardan birinde bir kadın kendinden geçmiş, olduğu yerde sallanarak dua ediyor. Üstü başı perişan. Pis bir şalın örttüğü yüzü görünmüyor. Bir çocuk, kadının o halini fotografladığımı görünce, tüm fırlamalığıyla kadına sokuluyor ve üstündeki şalı indirip kaçıyor. İşte o anda fotograf makinem elimden kayıyor. Şaşkınlık içinde bakakalıyorum. Yüzünü ve saçlarını gizleyen örtü indirildiğinde ortaya sarışın, hafif çilli, deniz mavisi gözleriyle çok hoş bir batılı kız çıkıveriyor! Öylesine genç ve güzel ki… Ancak gözlerinde anlaşılmaz bir korku, endişe ve kaybolmuşluk var. Anlaşılan ruhsal bir travma sonucu çıldırmış ve burada, Varanasi'de kaybolup gitmiş. Kim bilir ne zamandır bu 1 metrekarelik yerde Şiva'nın Lingam'ı önünde dua ederek yaşayıp gidiyor.

Hindistan'da, Tanrı Şiva'nın erkeklik organı olan Lingam'a tapınmak oldukça yaygın ve son derece olağan karşılanıyor, birçok yerde Lingam'ı sembolize eden Tapınak bulunuyor. Belki günlerdir bir şey yememiş olan bu kızcağız da sadece önündeki sembolize Lingam'la yaşıyor. Çoluk çocuğun maskarası olmuş. Yitip gitmişlik mi, yoksa benliği ve evreni keşfetmişlik mi? Kaybolmuş mu, keşfetmiş mi? Sanırım yok olmanın, kaybolmanın bir türü bu. Bedenin sefaletine ve zavallılığına karşın ruhun dinginliğe ermesi bu yolla belki mümkün ama bana anlamlı gelmiyor, bir şey anlatmıyor.

Böyle çok batılı göze çarpıyor. Batıdaki doyumsuzluk, insanî ilişkilerin zayıflığı, maddî dünyaya verilen aşırı önem, böylesi gençleri farklı arayışlarla buralara atıyor. Doyumsuzluk, inançsızlık, arayış… Aylarca, yıllarca aç bilaç buralarda kalan batılılara rastlamak çok olağan. İçim eziliyor şu kızı görünce. Saçları pislikten kütük gibi olmuş, haftalardır yıkanmamış olmalı. Ne kayıp, ne acı… Pek de genç, pek de güzel oysa ki…

Eğer aranızdan birinin yolu Varanasi'ye düşerse, mutlaka Dasaswamedh Ghat'taki o dua odasında yaşayıp giden bu kadını bulsun isterim. Tabi hâlâ yaşıyorsa…

Yorumlar

Hindistan öyle bir yer ki, ya çok seviyorsun ya da hiç. Ben çok sevenlerdenim. Bu kitap kendi Hindistan anılarıma döndürdü beni bir kez daha. Bir solukta okudum. Neden gitmiştim oralara ve oralarda neyi aramıştım, bir daha düşündüm.

Necdet Şen - 9 Kasım 2008 (14:22)

Sanırım albino bir Hint vatandaşını avrupalı zannetmişsiniz. Fotoğrafladığınız o ise.

Hüseyin Diz - 27 Kasım 2008 (12:49)

Fotograftaki kadının yüzü albinoyu çağrıştırsa da saçlarının altın sarısı olduğunu görünce insan kuşkuya düşüyor. Bence bu sarışın ve cildi bozuk bir kadın.

Tansel Bayıroğlu - 2 Aralık 2008 (12:06)

Bence kesinlikle albino yuzu. Seyahatlerimde siyah ve sari irkin albinolarini cok gordugum icin soyluyorum.

Nesrin - 3 Aralık 2008 (00:19)

Anadil olarak İngilizce'yi kullanıp doğrudan İngilizce küfreden bir albinoysa, evet mümkün tabi.

İsmail Ragıp Geçmen - 4 Ocak 2009 (01:16)

Arkadaşlar, affınıza sığınarak soruyorum, bu kadar uzun yazıda üzerinde yorum yapacak hiç bir şey bulamadığınızdan mı acaba, resimdeki sarı saçlı hamfendinin albino olup olmadığı üzerine böyle hararetli bir tartışmaya giriştiniz? Ben bu yazının yazarı olsaydım, incinirdim açıkçası.

Hasan Saka - 12 Ocak 2009 (13:20)

İsmail senin yüzünden bu Hindistan hınzırına bulaştım ne diyim? İyi ki seni tanıdım. Yollara düştüm. Yollarda zirvelerde görüşmek ve yeni kitaplarında buluşmak üzere.

Albinoya kısa süre takılan arkadaşlara tavsiyem, kitabı bır solukta okuduğunuzda bu fotoyu içinize sindireceksiniz.

Pamir Tunga - 27 Mart 2009 (17:26)

diYorum

 

314
Derkenar'da     Google'da   ARA