Patronsuz Medya

'Kırılgan Çocuk İrisi' aramızda

İnci Döndaş - NetHaber, 16 Ocak 2001

"Sen, deniz fenerindeki adam… Deniz fenerinin ta kendisi… Gündüzleri içine kapanan, geceleri yanıp sönen kıpırtısız, tenha ve melankolik kale… Seni değil, şavkını görür gelip geçen yolcular rutin aralıklarla… Kim bilir, kim bilebilir seni? Sen, lunapark olmayı arzularken deniz feneri olan adam… Olmayacak hayallere dalan, olabilecek hayalleri olmazlaştıran lâbirent çocuk… Hep anlamaya çalışan, anladıkça alıklaşan…"

"Ve her zaman hayal kursa sonradan canı acıyan huzursuz, korkak oğlan… Dışarıda gün doğuyor; bütün o yürek hoplatan tekneler dayanılmaz güzellikleriyle çalkantısız limanlarda… Gün doğuyor, ışığını içine göm… Bütün martılar simit kırıntılarının peşi sıra güvenli limanlarda. Bir tek sen oradasın, ıssız bir kayalıkta her gece yanacak, parlayacak ve söneceksin… Zaman öyle hızlı akıp gidecek ki avuçlarından, inanmayacaksın."

* * *

Bir zamanların 'Hızlı Gazeteci'si 'kırılgan çocuk irisi' bir kahraman vardı. Asık suratlı, bezgin, hayatı kendi içinde sorgulayan, duygulu ve aşık… Koca çenesi, dağınık saçlarıyla hesaplaşmalarını içinde yaşayan, ince dudaklarından dökülen sözcüklerle hayatın olumsuzluklarına duyarsız kalmadığını anlatan ve bazen de bedbaht.

Necdet Şen'in 1980'li yıllarda yarattığı bu kahraman, birçok kişinin düşündüğü ancak dile getirmediği sorunlara filozofça yaklaştı ve düşünülmeyeni de düşündürttü. Sonra birden ansızın çekti gitti. Dört yıl boyunca sesi soluğu çıkmadı. Küsmüştü besbelli, çünkü o bildiğiniz kahramanlardan değildi, her zaman var olmak için de bir çabası yoktu.

Sonra birden ansızın internette izi bulundu. Www.Derkenar.com adresinde bu eski dostumuz 'Ben buradayım' diyordu. Hiç değişmemişti, yine asık suratlıydı yine duyguluydu.

Hızlı Gazeteci' kim? Nasıl gözlemliyor hayatı?

20 yıl önce 1980'de bir dergide ilk defa "Çizgi roman çizer misin?" diye soruldu. Ben de "Evet bir gazeteci tipi çizmek isterim" dedim. Ama benim çizmek istediğim gazeteci tipi kadındı. "Erkek olsun" denildi. Ben de hayır diyecek durumda değildim ve kabul ettim. "Yarınki gazetede anonslarına koyacağız hemen bir tip çiz" dediler, ben de çizdiğim tipi kendilerine verdim. "Tıpkı kendini çizmişsin" dediler. Halbuki ben aptal bir gazeteci tipi çizmiştim. Daha sonra Nuri Kurtcebe, kocaman çeneli kel bir adam çizdi. Ben ona saç ekledim.

1984 yılında ilk kez Cumhuriyet'e çizmeye başladım. Kamburunu çıkaran sıkıcı tipler vardır, dirseklerini masaya koyar düşünür düşünür, kâğıtlara bir şeyler karalar, "ben bu malı nasıl satarım?" diye düşünür, ortaya bir şeyler çıkarır. Karikatürist böyle bir şeyler ortaya çıkarır. Ancak çoğunluk karikatüristleri halkın içinde gizlice dolaşan ve onların komik yanlarını ortaya çıkarmaya çalışan tipler olarak düşünüyor. Karikatürist meyhaneye, kafayı çekmek için gider, gözlem yapmak için değil. Televizyonu, ayrıntı yakalamak için izlemiyorum. Herkes niçin televizyon seyrediyorsa ben de onlar gibiyim. Herkes neden kitap okuyorsa ben de aynı nedenle okuyorum. Gözlem yapmak özel bir iş değil. Zaten diyecek lâfınız çok biriktiyse, yazacaklarınız zaten hazırdır.

Hızlı Gazeteciden önce…

Gırgır dergisinde çizmeye başladım 1970'li yıllarda. O zaman karikatür çiziyordum. Çocuklara yönelik 'Çulsuz Köyün Sultanı' adlı bir dizi çiziyordum renkli. Ben 1980'de bana teklif geldiğinde yine 'Çulsuz Köyün Sultanı'nı çizmek istedim ancak Hızlı Gazeteci'yi isteyince 20 yıllık başbelam haline geldi.

Hızlı Gazeteci'nin misyonu nedir?

Hiç bir misyonu yok. Söylenmek isteneni ancak söylenemeyeni konuşuyor Hızlı Gazeteci. Bizde bir şey adettir. "Ben halkımın müziğini yapacağım. Anadolu'nun yanık bağrından çıkan ezgilerle batının çok sesliliğini birleştiricem" gibi. Önce makale gibi ne yapacağını anlatır. Tek tip formatlamak gibi… Bir otorite olduğu için, sanatçı kimliğiyle ortaya çıkan genellikle kendine ciddi bir tanım yükler ve burdan yola çıkar. Gülerken düşündüren, düşündürürken kaşındıran gibi bir amacım yoktu. Zaten böyle yola çıkmak büyük bir egosantizm bence.

Birazcık yeteneğim var, resim ve karikatür çiziyorum, biraz ince gözlemci bir tarafım var, hayata daha dikkatli bakıyorum farkında olmayarak. Kağıdın başına oturduğumda ise o özelliklerim kâğıda yansıyor. Yani içimdeki bir misyoner veya usta, "Ey Necdet şimdi sen öyle bir şeyler çizmelisin ki, şu şu özellikleri olmalı ve insanlara şunları anlatmalı." Bu ilkeyle yola çıkmadım. Ben ne hissetiysem oraya yansıdı… Çizdiklerim benim hissettiklerim, yaşadıklarım. Bire bir değil tabii ki, bir estetik süzgeçten geçirerek.

Belki Hızlı Gazeteci'de diğerlerinden farklı olan şey; maskesiz, tanımlara uymayan, kategorik olmayan şeyler yapmamdı. Diğer çizer arkadaşlarda görüyorum, "karikatür şudur" diye bir tarif yapıyor ve kendisini illa o tarifin içine hapsetmeye çalışıyor. Hiç bir tarif ya da önceden yapılmış tanımlamaya, kategoriye kendimi ait hissetmeden, doğaçlama yapılmış şeyler ortaya çıktı. Kendi hayatımı da zaten doğaçlama yaşıyorum. Yaşadığı gibi konuşan, düşündüğü gibi çizen, hissetiğini aktaran… Arkasında bir tanım ya da alt yazılım yok.

'Hızlı Gazeteci'nin isim babası kim?

O ismi Nuri Kurtcebe buldu, ben istememiştim. Ama dergide öyle yayımlandı, öyle kaldı. Hızlı Gazeteci'nin ne tipi ne adı, ne de formatı önceden tasarlanmadı, yaparken oluşan bir şey.

Çizilip de yayımlanmayan karikatürleriniz var? Nedir yayımlanmamasındaki neden, birilerini rahatsız mı etti?

Söylediklerim doğru olduğu için yayınlanmadı. Bazı konumları ele geçirenler bunların bilinmesini istemediler. Ellerinden gelen tek şey o köşeyi kaldırmak oldu. Bana bu kesimin çok öfke duymasının nedeni ise, susturmayı ve satın almayı becerememeleri.

Hürriyet maceranız…

Bana gerçekten kibar davrandılar. İş teklifi aldığımda öncelikle yazıp çizdiklerime müdahale edilmemesi koşuluyla kabul ediyorum. Ertuğrul Özkök sözünü tuttu, gazete yönetimini çok sert eleştirmeme karşın sitem bile etmedi. Ancak daha fazla çalışmak istemedim, orada. Küskünlük döneminde parmağımı oynatmak bile gelmedi içimden.

Daha sonra kendimi toparlayınca bir bilgisayar aldım ve yazdığım kitap için çektiğim fotografları çizgiye dönüştürdüm, bu sitede yayımlamaya başladım. Söyleyeceğim çok şey birikti, bunları söylemek için birilerinin beni dinlediğinden emin olmam lâzım. Sahiden dinleyen bir kişi bile olsa yapacağım siteyi.

Daha sonra Hürriyet'te 'Değişim Rüzgârı' adı altında Hızlı gazeteciyi çizdiniz…

O aslında Hızlı Gazeteci değildi. 100 gün boyunca Cem Boyner'in Yeni Demokrasi Hareketi'ni çizdim. Onu çizmek için Hürriyet'ten teklif almıştım zaten. Sonra bundan sıkıldım, ilginç gelmemeye ve söyleyecek bir şey bulamamaya başladım. Zaten o konuya olan ilgimi kaybettim. O ortamdan sıkılınca da eski bir dost "merhaba ben buradayım" dedi.

Ben onu çağırmadım, o kendiliğinden geldi. Geldi başrole yerleşti, "Senin çizgi romanlarının kahramanı benim sen nasıl başka kahraman çizersin" dedi. Ben Hızlı Gazeteci adını bir marka olarak görmediğim için, Değişim Rüzgârı adı altında devam ettim.

'Değişim Rüzgârı' ismini, Yalan Rüzgârı adlı pembe diziden esinlenerek buldum. Çünkü Türkiye'deki siyaseti bir pembe diziye benzetiyorum. Her özelliğe tekabül eden bir tip var. Muhtelif kahramanlar: Yaşlı adam, dalavereci, hırsız, aşçı, uşak, bunların hepsi siyaset sahnesinde var. Dikkatli bir araştırma yapsanız, Sheakespeare'nin eserlerindeki tiplerin hepsini bulabilirsiniz. Son derece hayatın içinden.

Ertuğrul Özkök sizinle ilgili yazdığı bir yazasında sizin için 'Gece yarasası' diyor. Neden gece çalışıyorsunuz?

Öyle alışmışım. Belki gece daha sessiz sakin, gazetede iken ortamı da sevmiyordum. Gürültülü idi, gündüz gitsem bile gazeteye, herkesin evine dönmesini bekliyordum.

Gece çalışan bir insan günlük hayatı nasıl gözlemler?

Makam arabasıyla evinden işine giden, sadece üst düzey bürokratlarla görüşen, halkın arasında dolaşmayan, zırhlı arabalara binen, kurşun geçirmez camlı evlerde yaşayan, pencereleri açılamayan, şehrin ortasında olmayan bir işyerinde çalışan, aynı hava ve osurukları sürekli sirkülasyon eden bir insan dünyayı nasıl gözlemleyecek? Ben gece çalışıyorum ama gündüz sokak iti gibi, zırhım, koruma polisim, makam arabam, şoförüm olmadan sokakta dolaşıyorum. Gelsin Emin Çölaşan da benim gibi gece yarıları sokaklarda dolaşsın. Aramızda böyle bir fark var.

45 yaşındayım, hayatı bugüne kadar gözlemledim, ayrıca gözlemlemeyi bilen bir insan her yerde bir şey görür. Bir odaya kapasanız bile bir şey görür; bu nasıl ve nereye baktığınızla ilgili bir şey.

En son 4 yıl önce Hürriyet'te çiziyordunuz şimdi İnternette. Neden interneti seçtiniz?

4 yıl içinde teklif almadım. Çok daralmış ve sıkılmıştım, bir daha dönmemek üzere gitmiştim. İnternet bana ait bir şey. İnternette site yapmak çok keyifli ve birine bir şey onaylatmak zorunda değilsiniz. Ne editör var başınızda ne de öteki sayfaları çevirdiğinizde midenizi bulandıran haberler… İlk sayfasından son sayfasına kadar "benim" diyebileceğiniz ve göğsünüzü gere gere göstereceğiniz bir sayfanız var. Para kazandırmıyor ama ben de zaten para kazanmayı tasarlamıyorum…

İnternette çizmeyi sürdürerek, gazeteler ya da dergilere dönmeyecek misiniz?

Ben hayatımı programlayan birisi değilim. Bir saat sonra ne yapacağımı ben de bilmiyorum. Hayat programlanamaz. Hayat, siz onu programlamaya çalışırken geçen zamandır. Beni ilgilendiren iç huzuru. Huzur neredeyse ben oradayım. Tabii ki okurlarımı özledim. İnternet vasıtasıyla buluşabiliyorum onlarla ama keşke bilgisayarı olmayan okurlarımla da buluşabilsem.

Türk medyası ortada. 10 kere gazete batırın, cümle kuramayacak kadar yeteneksiz olun, otorite ile iyi geçinmek gibi bir beceriniz varsa sorun yok. Ama despota despot diyorsanız, yaptığınız iş eşsiz benzersiz bile olsa aç kalırsınız. Ama bundan gocunmuyorum.

Hiç dönmeyecek misiniz?

Hayır böyle bir şey demiyorum, çünkü öykünün sonu henüz belli değil. Ama orada çalıştığım süre içerisinde mutlu olamadığımı gördüm. Kendimi oraya ait hissetmedim.

Nereye aitsiniz?

İnsan öldüğü anda artık her yerdedir. Herkes tek bir yere ait ve tek bir yerin parçası. Hepimiz bir derenin içinde akan damlalar gibiyiz. Şu ya da bu kabileye, şu ya da bu doktrine ait hissetmiyorum kendimi. Bugüne kadar kendimi hiç bir camiaya ait hissetmedim. Kendini merakla anlamaya çalışarak, kendi içinden gelen sesleri dinleyince, aslında o aidiyetlerin zorlama aidiyetler olduğunu görüyorsun. Hayatın kendisi sonsuz bir ırmak, herkes aynı yere ait.

Peki basına ait değilim dediniz…

İçimdeki küçük Necdet o bulunduğum plazalarda kalmak istemedi. 'Küçük Kara Balık' Öyküsü'nü bilirsiniz. Ben denizi görmek istiyordum. O yaşadığım küçük su birikintisi bana dar gelmeye başlamıştı. İçimdeki sesi dinledim ve ayrıldım.

Hep içinizdeki sesi mi dinlersiniz?

1980 yılında bir dergide çalışmaya başlamıştım. 5 ay sonra sıkıldım ve derginin yazıişleri müdürüne "ben gidiyorum" dedim. O da "Çok üzüldüm ama zaten ben, sen geldiğinden günden beri gideceğini biliyordum çünkü hep yüzün kapıya dönük oturuyordun" dedi.

İnternette yayınlamayı düşündüğünüz kitap neleri anlatacak?

Adı 'Nereye'. 3 yıl önce Hindistan, Nepal taraflarına yaptığım seyahatteki iç seyahatimi anlatıyorum. Ama bunu polemik ya da köşe yazısı şeklinde değil de, roman tarzında anlatıyorum. Kahramanı ben olan bir roman.

Bir dizi projeniz vardı sanırım yıllar önce…

Hızlı Gazeteci'yi televizyon dizisi ya da sinema filmi yapmak için çeşitli teklifler aldım. En son 2000 yılının Mart ayında yine böyle bir teklif geldi. Oyuncular senaryolar her şey hazırdı. Ancak daha sonra o diziyi yapmak için talip olan insanların o işi yapacak çapta olmadığını gördüm. Senaryolar hâlâ duruyor. Uygun bir teklif olursa olabilir. Çünkü hep çekeceğim filmlerin hayaliyle yaşıyorum.


Son günlerde yaşanan, kedi/köpek dostlarımız ile ilgili üzücü olayları okudukça, bazen "insan" olma niteliğini hak etmediğimizi düşünüyorum. "İnsan" olmak bana göre, sağlıklı-akılcı yöntemlerle ve eş zamanlı olarak doğaya/yaşama saygılı, varlığımızı sürdürebilme çabasıdır.

Ancak günümüz insanı kendi öz varlığı dışında, tüm insanların yaşamını hiçe saydığı gibi, aynı zamanda çevremizdeki hayvanların da yaşamını katlediyor.

Öncelikle gün geçtikçe artan "petshop" ların parasal ticarete dayalı pazar ve çıkar ilişkilerini hayvanseverler olarak topyekûn reddetmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Ankara'da bir petshop'ta gördüğüm uyuşturulmuş köpekler, kediler ve maymunları görünce içimin nasıl sızladığını size anlatmam. Sırayla içerilerde bir yerlere (gözümüzün göremediği bir yerlere) götürülen hayvanların acı dolu haykırışlarının içimi burkan yansıması karşısında, hayvanları petshoplardan satın almak, ticaret metası haline getirmek yerine sokaklardan almanın daha akılcı ve daha ahlâki çözüm olduğunu düşünüyorum.

(Bu arada "hayvan" kelimesini "insan" ile benzer biçimde kullanmak istediğimi ve kızımın daha çok küçükken, sinekleri ilaçlayarak öldürmemiz karşısında "ama annecim onlar hayvan yazık onlara" sözlerini hatırlayarak, bize öğretildiği biçimde "hayvanoğluhayvan" biçiminde değil, kızımın bana öğrettiği "ama annecim onlar hayvan" biçiminde algıladığımı belirtmek isterim.)

Son günlerde gelişen "kazara" hayvan ölümlerine bakınca ("insan" /" bebek" ölümlerindeki ihmalleri elbette hiç kimse mazur göremez), hayvan ölümlerinin ya da aslında en doğru tanımı ile bilerek ölüme itilmelerinin doğal ve olağan karşılanmasını maalesef anlayamıyorum.

Sanırım benim gibi düşünen hayvan dostlarının da anlatmak istedikleri buna benzer bir şeyler. Yoksa hiç kimse sadece hayvanları korumak adına, ihmalkârlıklar sonucu yitip giden insan yavrularına gözlerini kapatmış değil. Vurgulanmak istenilen sadece göz göre göre yaşanan hayvan ölümlerinin doğal karşılanması ve bunlara karşı gösterilen vurdumduymazlık.

Sn.Hıncal Uluç'un 15 Mart 2002 tarihli köşe yazısında bahsettiği "insan" ölümlerini hiç kimse doğal bir sonuç olarak kabul etmiyor elbette. Ama burada yine de suç kendileri gibi medya mensubu yazarlarda maalesef. Dokuz bebeğin küvözlerde ölümü karşısında neden günlerce yazı yazmıyorlar, neden sorumlular konusunda "reality show" lar düzenlenmiyor, neden kameralar karşısında "nasıl oldu efenim" soruları sormuyorlar? Burada hata aranması gerekenler hayvanseverler değil, aynı oranda "insan" ı sevmeyenlerdir bence…

"İnsan" ya da "hayvan" tüm canlılara sevgi ile kucak açacağımız günlerin yakın olması dileğiyle…

diYorum

 

510
Derkenar'da     Google'da   ARA