İdris Küçükömer - 1969
Künye - İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Alan Yayıncılık,
(İlk baskı: Ant Yayınevi - 1969)
(Soruları okur adına Büdütör soruyor.)
* * *
Hocam, şimdi ben sizin bu kitabınızı defalarca hafızladım, ama gene de anladım desem yalan olur.
Bir tek şunu anladım galiba: Siz, resmî tarihi adeta tersine çeviriyorsunuz. Diyorsunuz ki, "Batılılaşma, emperyalizmin Osmanlıya sokuşturduğu bir truva atıdır ve ortanın solundaki aydınlar, aslında solcu falan değil, İttihatçı artığıdır."
Peki, koskoca Osmanlı İmparatorluğu nasıl oldu da mum gibi eriyip bitiverdi 600 yıllık saltanattan sonra?
İmparatorluk, üretim ilişkileri içinde tarımda azalan getiri, nüfus artışı, ihracatı kısıcı, ithalâtı teşvik edici eğilimleriyle birlikte genişleyip hegemonya paradoksuna düşmekle (yayıldıkça yayılmak zorunda kalmakla), nicel genişleme nitel güçsüzlüğe dönüşmüştü.
Bu durumun kime ne zararı vardı ki?
Bu, üretim güçlerinin gelişmesini engelleyen fasit (kısır) tarihi bir kapan yaratmıştı.
Osmanlı bu yıkılışı oturup seyretmedi her halde, dii mi? Tedbir falan almadılar mı hiç? Yani, ne oldu?
Aslında üretim güçlerinin özellikle sanayi alanında gelişmesi olanakları yitirilmişti. Padişahın temel Üretim aracı üzerinde ve politikada egemenliği bölünmeye uğramıştı. Koşul-sonuç-koşul devinmesi içinde, dışta ağır yenilgiler devam ederken, Batı'nın askeri, teknolojik üstünlüğü kabul edilmişti. Bu üstünlüğe karşı çıkmak Batı'nın bazı kurumlarını almakla mümkün olur sanıldı!
Duyduğuma göre, bu yenileşme ve Batılılaşma girişimleri ilk önce Padişahtan gelmiş. Çok saçma değil mi bu?
Devleti kurtarma çabalarının ya da yenilik hareketlerinin başlangıçta padişahtan gelmesi normaldi. Temel üretim aracının başlıca sahibi o idi. Mevcudu savunma, önce padişah için amaç olacaktı. Yenilik hareketleri, toplum açısından, üretim güçlerinde kapitalist bir gelişmeye bağlı olarak büyüyen yeni bir iç sınıf olmaksızın getirilmişti.
Osmanlı'da sınıf çatışması yok muydu?
İmparatorlukta temel çelişki, padişah ile reaya (Osmanlı'da vergi yükümlüsü olan sınıflar) arasında olmakla beraber, kısmen padişahın rütbe verdiği yönetici zabit, bürokrat ya da kapıkulu taifesi ile reaya arasında gözükmüştü.
Bunlarla gelişmeye dönük hareket gelmez miydi?
Bu hal, bürokratların politik güce, bir sınıfa dayanmaksızın açıkça el açtıkları dönemlerde daha belirli olmuştu. Buna rağmen sömürülen reayadan bilinçli bir sınıf hareketi, koşullar mevcut olmadığı için gelemiyecekti.
Yenileşmeye ilk olarak nereden başlanmıştı?
Yenileşmeye önce ordudan başlanmak istenmişti.
Aaa, süper! Orduevi falan?
Oysa yenileşmeye, üretim ilişkileri içinde karşı çıkacak güçler vardı. Bunlar şunlardı: Yeniçeriler, lonca esnafı ve ulema.
Niye karşıydılar? Çok ayıp!
Loncalarla, tekke ve yeniçeriliğin, imparatorluğun kuruluşundan beri iç içe ilişkiler içinde olduğunu söylemiştik. Yeniçerilik, artık tarihi olumlu fonksiyonunu yitirmiş bir kuruluştu. Çünkü kısmen silâhlarda ve stratejide meydana gelen değişikliklere uyamamaktan ve kısmen de eski yeniçerilik kurallarının artık uygulanamamasından dolayı eski niteliğini kaybetmişti.
Nasıl kaybetmişti?
Yeniçeriler artık yeni koşullara uyamıyordu. Eğer yeniçeri ocağında çağa uyan bir değişiklik yapılmak istenirse, yeniçeri ocağına mal satan esnaf (Loncalar) ve ona yaslanmış tekkeler bundan zarar görürdü. Yenilikler, orduya ve diğer eğitim alanlarına da girince, şeriatı öğreten ve uygulayan zümre olarak ulema (ruhban) sınıfının statik ve dini bilgi alanı bu yeniliklerle çelişirdi.
Ordu yenileşebildi mi peki?
Orduyu değiştirmek, Batı'nın merkantilist (değerli metallere dayalı zenginlik anlayışı) milli kırallık ya da sonraki meşrutiyet ordularına benzer hale getirebilmek için gerekli koşullar yoktu.
Bizde niye yoktu, Batı'da niye vardı?
Batı'da, bu işte genç kapitalist sınıfın doğrudan ya da dolaylı rolü olmuştu. Nitekim burjuvalar, üretim güçlerini geliştirebilmek, iç pazarı genişletebilmek için lonca sistemine karşı çıkmıştı; kilise kurallarını değiştirmek istemişti, feodal düzenin iç gümrük duvarlarının yıkılmasına çalışmış ve bunları başarmak için feodallerin egemenliğinin kırılması yolunda kıralla işbirliği yapmıştı.
Bürokratlar nooldu peki Osmanlı'da?
Aslında ayan bir sınıf olmaya doğru giderken, bürokrat grup, padişahın artık bölünmüş politik gücünün bir kısmına sahip olarak, o gücün kısmi otonomisinde barınacaktı. Sonra zaman zaman iktidara el koyabilecekti. Ve bu yoldan, artık ürünÜn bir bölümünü masseden (emen) bir grup olarak kalacaktı; ta 1960 sonrasına kadar!
Biraz toparlamak mümkün mü hocam? Kafam epeyce karıştı da. Niçin Batılışmamız gerekiyordu? Kim zorladı?
Burada, biri içeride, diğeri dışarıda meydana gelen iki gelişmenin birbirine nasıl uygun düştüğü açıklamak lâzımdır:
a) İç gelişme: Ayan ve bürokratların yeni hukuki bir mülkîyet sistemi isteği ve onunla birlikte Batısal haklar sağlanması isteğidir.
b) Dışarıdaki temel gelişme: Batıdaki kapitalizm (önce İngiltere) makinalı ve büyük çapta üreti sanayi devrimine ulaşınca, bunun gereği olarak pazar ve ilkel madde sağlamak üzere diğer ülkelerde istekleri, daha doğrusu emirleri olacaktı. Dış gelişme budur.
Eeee?
Osmanlılarda ayan ve bürokratların bazı Batı kurumlarını almak istemeleri, kapitalist alemin isteklerine uyuyordu.
Peki bu elbise üstümüze uygun muydu?
Sanki dünyanın ortasında imiş gibi duran geniş Osmanlı ülkelerinde, dış kapitalist isteklerin gerçekleştirilmesi için gerekli ortamın hazırlanmasına, Batılaşma hareketi, hayret edilecek bir biçimde uyuyordu.
Ne bakımdan uyuyordu ki?
Bürokrat, serveti için melce (sığınak) ve devamlı politik güç arıyordu. Ayan ise fiili büyük toprakların mülkîyetine hukuken de kavuşmaya çalışıyordu. Fakat bunların istedikleri üst yapı kurumları alınırsa, Osmanlı kapısını kapitalizme ardına kadar açacaktı.
İç ve dış mihraklar mı vardı Osmanlı'yı tehdit eden?
Kapitalizmin sanayi devrimi yanında, Avrupa'da romantik milliyetçi akım da gelişiyordu. Takatsız Osmanlı İmparatorluğu, Türkler yanında, çeşitli ırkları, dinleri kapsamanın bölücü, çelişik meseleleri ile karşı karşıya geliyordu.
Avrupa naapıyordu?
Avrupa'daki milliyetçi akım, kapitalizmin zorlamaları ile birlikte bu çelişikleri körüklüyordu. Azınlıkları korumak ve onlara bağımsızlık vermek adı altında, kapitalist ülkeler Osmanlı-azınlık ve Müslüman-hıristiyan çelişkilerinden de yararlanarak Osmanlı ülkelerini önünde sonunda bölüşmek amacında idiler.
Bu emperyalistlere kızmakta haksız mıyım?
Bu akımın zamanla daha da belirli olabilecek bir özelliği de, bu tarihi süreç içinde daha da artacak olan gâvur ya da yabancı düşmanlığı (xenophobia)dır. Bu düşmanlığın temelinde, tarihi gelişme içinde, dini sebepten daha çok emperyalizmin getirdiği temel bir çelişki bulunmaktadır.
Bu çelişkiyi neden görmüyor bizim aydınımız?
Bilinçli olarak görülmeyen bir çelişkidir bu.
Haa, bi de hocam, şu tarih kitaplarında hep kötülenen yeniçeri ocağı hakkaten o kadar kötü müydü? İkide bir "istemezüük!" diye kazan kaldırırlarmış. Sonunda bi çoğunu tepelemişler, ocağı kapatmışlar. Peki sonra noolmuş?
Ocak kaldırılınca, yenilik denilen Batılılaşma yolu açılmış oldu. Fakat 18. yüzyıl sonunda acemi oğlanları ile miktarı 400.000 kadar olduğu dahi iddia edilen yeniçerilerin, cüzi bir miktarı öldürüldüğüne göre, geri kalanları ne oldu?
Ne oldu?
Herhalde İslâmcı cephede kaldılar.
Al işte! Ama artık pek "istemezük!" demiyorlar galiba. Sanki tam tersine "ben de isterem" der gibiler. Peki hocam, şu Mustafa Reşit Paşa neyin nesidir?
Yeniliğin şahsa bağlı hareketlerle olamayacağını, bunun ancak "müesseseleşmekle" olabileceğini, Batı'nın medenî denen kurumlarının alınması gerektiğini savunan ve bunu yapmaya koyulan Mustafa Reşit Paşa'yı iyi anlamak gerekir.
Sizce neyin nesidir?
Kanaatimce "Devleti Kurtarma" adına Batı kurumlarını savunan ortanın solunun ilk paşası odur. (Bu arada Lâle Devri'nin Damat İbrahim Paşa'sı da hatırlanabilir).
Naapmış bu Mustafa Reşit Paşa?
Batılılaşma adı altında gelen yenilikler, "mal emniyeti", "servetlerin müsadere edilememesi" (zorla el konulamaması) gibi, Osmanlı mülkîyet sistemini hukuken değiştiren, teba arasında eşitlik, kardeşlik, vs gibi bazı değerlerin (Laikliğe doğru da adım atarak) kabul edildiği Gülhane Hattı Hümayunu, 1839'da toplar atılarak, büyük bir merasimle ilân edildi.
Hocam, sıkıldım, geçelim bu mevzuları.
İşte bu noktada durmak, hem de çok durmak gerekir. Çünkü Gülhane Hattı Hümayunu'ndan bir yıl önce (1838'de), bir anlaşma imzalanmıştı. Bu, sanayi devrimini geliştirmekte olan İngiltere'ye Osmanlıların verdiği en ağır kapitülasyon imtiyazlarını kapsayan İngiliz-Osmanlı Ticaret Anlaşması idi. Anlaşma, Mustafa Reşit Paşa'nın Baltalimanı'ndaki yalısında imzalanmıştı. Kanaatimce bu ticaret anlaşması, Gülhane Hattı Hümayunu'ndan, diğer adıyla Tanzimat Fermanı'ndan daha önemlidir.
Hocam, valla sıkıldım. Şu emperyalizm konusuna gelsek.
Batı kapitalizmi, artık bilinen her şeyiyle imparatorluğa girip onu dağıtıyor ve kendine gerekli olanı da kontrol altına alıyordu. Balolar gibi, Batılı görüntülü yaşantı yanında kültür emperyalizmi eğitim kurumlarıyla ve zorunlu olarak giriyordu ülkeye.
Nasıl yani? Okullarda "emperyalist olunuz" diye dersler mi vardı?
1863'de Amerikan Koleji açıldı. Anadolu'da, özellikle doğuda Amerikan misyoner okulları kurulmuştu. Robert Kolej azınlık komitecilerinin yetiştirildiği bir yer olmuştu. Daha sonra doğudaki Amerikan misyonerlerinin Ermeni-Kürt çatışmasını açıkça körüklediği görülecekti.
Peki ya Galatasaray Lisesi?
"Batıya açılan pencere" denilen Galatasaray Lisesi 1868'de açıldı. Diğer okul, kolej ve benzeri misyon kuruluşları kurulmaya devam etti.
Misyoner mi yetiştiriliyordu yoksa o kolejlerde?
Batı kapitalizmi, Ortaçağa da uymuş hıristiyanlığı misyonerleri ile emrine almış, dünyanın dört bucağına salmış ve Osmanlı ülkelerini de bu arada ihmal etmemişti.
Naapıyorlardı ki?
Bu misyonerler, üretim araçları ellerinden çıkan yerli halklara sükunet tavsiye edecek, esir ticaretini tasvip edecekti.
Doğuda, Afrika'da, papaz, kapitalizmin sembolü olacaktı.
Vay papaz efendi vay! Demek, "istilacıların kılıçla açtığı yoldan daha sonra misyonerler ellerindeki kanlı haçlarla geçtiler" derken, moruk neco bunu kastediyormuş.
Yine bu arada, feminist hareketler de görülüyordu.
Iyyyy! Bıyıklı kadınlar yani!
Üretim düzeninin aşağıdan gelen gerekleri olmadığı için, Osmanlı toplumunun üst yapısında garip bir ikileşme gerekiyordu. İslâmi hukuk yanında, Avrupaî hukuk kurumları yer alıyor, medreseler yanında asrî denen okullarda eğitim yapılıyordu. Müslümanlara ayrı, azınlık hıristiyanlara ayrı hukuk uygulanıyordu.
Tam bir beyin yıkama faaliyeti demek. Yıkayabildiler mi peki?
Şüphesiz bu kuruluşlarda yer alan ve yetişenler birbirleriyle ahenk içinde birlikte olabilecek değillerdi. Mevcut koşullar altında, bürokratlar arası rekabet, iktidardaki Tanzimatçılan tenkit eden bir grup meydana getirdi. Bu muhalif Yeni Osmanlı ların, daha ileri sayılan hürriyetçi ya da meşrutiyetçi bir görünüşleri vardı.
Yani, hepsi de körü körüne yabancı sermaye aşığı değil…
Ayrıca Tanzimatçıların yabancı sermaye severliğini de zaman zaman eleştirdikleri görülüyordu. Hürriyet mücahidi olarak da kabul edilen grubun hareketiyle Birinci Meşrutiyet, Kanunu Esasî'yle 1876'da ilân edildi. İleri bir devinme imiş gibi anlatılagelen bu yenileşme hareketleri ile yukarıda değindiğimiz toplumca ikileşme büsbütün belirecekti.
Şimdi niye böyle sıkıcı bir konuya girdiniz tekrar?
Çünkü, ikileşme ya da iki cephenin artık iyice belirmesinde bazı olayların adeta eşzamanlı ya da aynı dönemde oluşması'nın oynadığı rol önemlidir.
Nasıl önemlidir? Tane tane anlatır mısınız?
Şöyle ki:
a) Tanzimat'ın son yılları ve Meşrutiyet dönemi (kısa da olsa) Batı kapitalizminin emperyalist aşamasının kıtaları paylaşma döneminin tepe yıllarıydı. Kıtalar pazar olarak, ilkel madde kaynakları olarak paylaşılıyor ve bunun için çeşitli savaşlar oluyordu.
b) Yerli sanayiin, lonca sisteminin, bu yoldan sanayi üretim güçlerinin azalması, hatta tasfiyesi ve işsizliğin yayılması kaçınılmaz oluyordu.
c) Batılaşma, medenî olma adına, yeni anayasa ve parlamento kurulmasıyla Lâiklik ilkesine gidilirken, padişahın teokratik egemenliği kısıtlanmaya çalışılıyordu.
Tamam, bunlar oluyordu da ne oluyordu sonuçta?
Bunların eşzamanlı oluşmasının sonucu şöyle olabilecekti:
Halk, üretim güçleri tasfiyesinin ve işsizliğin nedenini ya Batılaşma ile kolayca girmiş olan emperyalizme ya da üst yapı kurumlarının, bu arada kültür kurumlarının alınışına (gâvurlaşmaya) bağlayabilirdi. Halk, olaylar yerine oturdukça kendine karşı olan bu gelişmenin yanında değil, karşısında olabilirdi. Ve lâikliğin getirilişine bu arada şahit olan halk yığınları, giderek teokratik hükümdar Sultan Abdülhamit'in, yanında yer alırdı.
Abdülhamit karşı mıydı Batılılaşmaya?
Sarayda büyük bir yabancı düşmanı olarak yetiştirilen Sultan Abdülhamit, 1890'da "Ne yapmalı?" diye sorduğunda, kendisine verilen iki projeden İzzet Bey (Paşa)'in İslam birliği projesini kabul etmişti.
Yani bizdeki bu İslâmcılık ve Lâiklik zıtlaşması, taa Abdülhamid Han zamanında alevlendi haa? Yani memlekete nüfuz eden emperyalizm yüzünden imalâthaneler kapandı. Ve bu nedenle işsizliğe sürüklenip yoksullaşan yerli üretici sınıflar çoğunlukla anti-emperyalist safta yer aldılar; ama o zamanlar ortada sosyalist bir hareket olmadığı için, bu muhalefetin İslâmî kanat altında toplandığını anlatmak istiyorsunuz galiba. Peki sonra?
Böylece, Tanzimat döneminin, Batıcı bürokrat grubu ile padişah beraberliği de bozuluyordu. Gittikçe artan yönetici bürokrat egemenliği, üretim aracı büyük toprak sahibi ayan ya da eşraf egemenliği ile de iyice çatışırdı.
Ya Jön Türkler? Onlar kimi tutuyordu?
Jön Türkler, muhalif bürokratlar olarak, önce Tanzimat bürokratlarına, daha sonra Sultan Abdülhamit'e karşı hürriyet mücahidi olarak ortaya çıkmışlardı.
Hocam, valla kafam karıştı! Neredeyse, "Batılılaşma, eşittir, emperyalizmin içeri sızma taktiği" diyorsunuz. Olur mu böyle şey?
Bu grup, ortanın solunda ikinci paşa diyebileceğimiz Mithat Paşa ile iktidara gelişlerinde, yukarıda göstermeye çalıştığım eşzamanlı olaylar içinde en azından talihsiz bir rol oynamışlardı (Birinci Meşrutiyet için yapılan gösterilerde yer alan medrese talebelerinin hareketine şüphe ile bakılmakta, tertip olduğu dahi söylenmektedir).
Haydaaa! Öğrenci hareketlerinde bile bir tezgâh haa? E, pes! Yani, o insanlar Avrupa'da şurda burada mektep medrese gördü, geldi memlekete, aydınlatacak bizi. Hatta sınıf bilinci aşılayacak. Öyle değil mi?
Bürokratlar (Tanzimatçılar olsun, Jön Türkler olsun) Batı'da bulundukları uzun süre içinde oradaki sınıfsal hareketlerin (…) Batı demokrasilerindeki yerini (Ali Süavi hariç) sanki hiç görmemişler, böyle bir şey yok muş gibi davranmışlardı.
Ama niye? Aptal mıydı bunlar?
Onlara, yalnız bu yanlarıyla dahi, Batı'yı gerçekte anlama olanağını bulamamış bürokratlar olarak bakabiliriz.
Kötü niyetleri yoktu sanırım.
Fakat emperyalizm için gerekli ortamı yaratan hareketleriyle ve işbirliği yaptıklan iddia edilen iç ve dış bölücü çevrelerle, İmparatorluğun dağılmasına gerçekten talihsiz tarihi bir rol oynamışlardı.
Ne yaptılar ki?
Bunlar, emperyalizmin Osmanlı üretim güçlerini tasfiye yolu içinde, büyük ölçüde İslâmcıların ve padişahın, daha doğrusu Abdülhamit'in karşısına düşmüşlerdi.
Padişahın karşısına düşmek ilericilik değil midir?
Tarihi şartlar sonucu olarak, gerçek bir ekonomik güce sahip olan bir sınıf ya da sınıf öncülüğünde getirilmemiş kapitalist Batısal dokulu bir anayasayı, tasfiyeci, istilâcı Batı'ya karşı ters düşmüş, İslâmcı çerçeveye sığınmış, kökü tarihin derinliğin de halk cephesi karşısında kim savunacaktı?
Çok hızlı anlatıyorsunuz hocam, zihnim durakladı. Şimdi, o zamanın aydınları halka ters mi düşmüşlerdi? Dumur oldum! Aydınlar emperyalizmin truva atı gibi davranırken, Padişah bir umut muydu?
Bu gerçek görülemezse, anlaşılamazsa, Sultan Abdülhamit'in meşhur 113. maddeye dayanarak Mithat Paşa'yı sürdürdüğü ve Meclisi Mebusan'ı işlemez hale getirdiği de iddia edilecektir.
Resmî tarihi tepetaklak çevirdiniz hocam.
Bu yorum, biçimsel bir anayasa hukuku anlayışıyla ancak yapılabilir! Nitekim, bugüne kadar tarihlerimiz böyle yazılmamış mıdır? Eğer amaç, mevcut koşullar altında sadece imparatorluğu korumak olarak alınırsa, Batıcı bürokrat Jön Türkler karşısında büyük bir denge taktikçisi Abdülhamit'i vatan haini olarak kabul etmek imkânsızdır.
Şunca yıl "hain" diye bildik biz bu herifi!
Tekrar edeceğim, Abdülhamit'in imzaladığı Muharrem Kararnamesi ile gelen Düyunu Umumiye, emperyalizmin koşulları içinde, bürokrat Batılaşma olaylarının ekonomide yarattığı kaçınılmaz bir sonuçtur.
Kanıtlayabilir misiniz?
Burada, Sait Halim Paşa'nın başlangıca koyduğum, tutarlı ifadelerini hatırlatacağım.
John Haslip, İttihad ve Terakki Komitesi'nden söz ederken şöyle yazıyor:
Her ne kadar komitenin başındakiler ekseriyette Yahudi ve Arnavut asıllı kimse idiyseler de, Resne ve Manastır kışlalarında "Türkiye Türkler içindir" parolası dillerde dolaşıyordu.
Yine 1908'in hemen sonrası için…
"Türkiye Türkler içindir", "Boyunduruktan, kurtulalım!" sloganlarıyla iktidara gelmiş olanlar (İttihatçılar), şimdi imparatorluğu yeniden teşkilatlandırmak için tekrar yabancılardan ibaret bir heyeti davete mecbur olmuşlardı. Bu suretle maliyede bir Fransız, gümrüklerde de bir İngiliz bulunuyordu. Bir başka İngiliz de uzun zamandan beri ihmal edilmiş olan deniz kuvvetlerini ıslaha memur edilmişti… Ticaret Odası'nda bir Alman, jandarma teşkilatında da bir İtalyan çalışıyordu.
Olsun! Yine de Türk Ordusu rejimin ve bağımsızlığımızın bekçisidir. Bu onun tarihsel rolüdür. Hep öyle olmuştur. Hem Batılılaşma sonuçta bu memleketin yararına olmuştur. Haksız mıyım?
Batılaşma hareketlerini yürütenler, mülkîyet-sınıf meselelerini, iktidar ve sınıf ilişkilerini, bunun organik bağlantılarını dikkate alamıyorlardı. Bu ise onlara, Batı kapitalizminin çemberini kırıcı, onun boyunduruğundan kurtarıcı nitelikte ve üretim güçlerinde gelişme sağlayacak başka bir yolu adeta kapıyordu.
Batıcıların ne suçu var?
Durum bu olunca, İslâmcıların dediği gibi, Batıcılar, kendileri asrî yaşasalar da, gâvur yaşantısının taklitçisi olmaktan ileri gidememişlerdi.
Ne yani, bizi çember sakallılar mı yönetseydi? "Vurun kahpeye!" mi deselerdi yani?
İslamcılar emperyalizmin, gâvurluğun karşısına çıkmışlar, Batı'yı yermişlerdi. 31 Mart ve benzeri olaylar, hatta Menemen olayı, Batı emperyalizminin derine inen koşulları içinde üst yapıda İslâmcı ve Batıcılara verdirilen kavganın tek yanlı olmayan örnekleridir.
Bu olayların tarihi yeniden yazılmalıdır bence.
Aman hocam! Başka sorum yok. Ben sizi hiç tanımamış olayım. Bu anlattıklarınızı ortalık yerde söyleyecek olsam, birileri beni Batılılaşmayı emperyalizmin bir dayatması gibi görmekle, hatta dincileri korumakla falan suçlayabilir. Sizi sağlığınızda üniversiteden, toplumdan dışlayanların bir bildiği varmış hakkaten. Bunlar ortalık yerde tekrarlanacak görüşler değil.
* * *
İdris Küçükömer kimdir?
1925'te Giresun'da doğan İdris Küçükömer, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdi, sonra aynı okulda doçent oldu, derken profesörlüğe yükseldi, ama üniversite senatosu bunu onaylamadı. Bu işlem, Danıştay tarafından iptal edildi, ama ancak 1976'da onaylandı.
1960 sonrasında Yön'de yazdığı yazılarla tanındı. Ant dergisindeki yazıları ve Düzenin Yabancılaşması adlı kitabı tartışma yarattı. Milliyet gazetesindeki açık oturumlarda dönemin yerleşik yargılarını sorguladı. Sonra 1973'de on yıllık bir suskunluğa büründü ve daha sonra Yeni Gündem yazılarıyla tekrar ortaya çıktı.
5 Temmuz 1987'de İstanbul'da öldü.
İdris Küçükömer'in Türkiye analizi bugünlerde (haklı olarak) yeniden gündeme geldi. Onun "Düzenin Yabancılaşması" adlı kitabından (muhtemelen 2001 yılında) yaptığımız bu derleme bugünün siyasi ortamında daha da anlam kazandı. Küçükömer'in görüşlerine dikkat çekenler kendilerini yıllardan beri kelaynak kuşu gibi hissediyordu. Bugün bu görüşlerin gazete sütunlarından ve televizyon ekranlarından daha geniş kitlelere yayılmasından mutluluk duyuyoruz.
Büdütör - 1 Haziran 2007 (12:47)
Murat Belge, dünkü Radikal'de konuyla ilgili şunları yazmış:
"27 Mayıs'ı yapanlar yönetimi sivile devretmiş, ama bu durum, ordu içinde birçok kişiyi mutlu etmemişti. Talat Aydemir'in iki başarısız darbe girişimi bu hoşnutsuzluğu yansıtır, ama daha sonra 12 Mart döneminin mimarı olacak komutanlar da o hava içinde tavırlarını biçimlendiriyorlardı.
İdris Küçükömer genç bir komünist olarak bu olayların içindeydi. Talat Aydemir'in konuştuğu radikal sivillerden biriydi. Kısa bir süre için, böyle bir darbeyi desteklediğini söyleyebiliriz. Ama bu aynı zamanda, İdris Küçükömer'i 'Düzenin Yabancılaşması'nda savunduğu görüşlere ulaştıracak süreçtir. Bu fiili yakınlığı nedeniyle cuntacı subayları gördü, dinledi, tanıdı ve 'sol darbe yapma' terminolojisi içinde konuşan bu adamların baştan sona faşizan bir ideolojiyle var olduklarını anladı."
Büdütör - 1 Haziran 2007 (13:55)
Bu aralar İdris Hoca sık sık leyhte ve aleyhte yorumlara konu oluyor. Hocanın kafasının bir parça karışık olduğu yolundaki eleştiriye okurken ben de kısmen hak verdim.
Bu bağlamda, galiba Hoca'nın tezlerinin özünü en iyi "minik neco" özetlemiş yukarıda:
"Yani memlekete nüfuz eden emperyalizm yüzünden imalâthaneler kapandı. Ve bu nedenle işsizliğe sürüklenip yoksullaşan yerli üretici sınıflar çoğunlukla anti-emperyalist safta yer aldılar; ama o zamanlar ortada sosyalist bir hareket olmadığı için, bu muhalefetin İslâmî kanat altında toplandığını anlatmak istiyorsunuz galiba."
Bugünün meselesi tam da bu değil mi: Kimsesizlik nedeniyle İslâm çatısı altında birikmiş olan yoksul emekçi kitleye emek-sermaye çelişkisinin aslında sosyalizmin meselesi olduğunu anlatmak…
Hani "İdris Hoca'ya göre sol aslında sağdır, sağ da sol" diyenler var ya, hata ediyorlar. İdris Hoca bunu söylemiyor. Diyor ki, "CHP geleneği sol değil, sağ partilerin de sağına düşen emekçi düşmanı ve despot bir gelenektir; yani aşırı sağdır" diyor. Yoksa Türk sağı tabii ki sağ. Lütfen sapla samanı karıştırmayalım.
Cemal Mahir - 8 Haziran 2007 (15:03)
Ne zamandır içimde duyduğum bir eksikliği son zamanda giderdim. Şimdiye kadar bu hocayı neden okuyamadığım neden okumadığımı sorgularken kitapevine gittim. İdris Küçükömer'in "Düzenin Yabancılaşması" isimli kitabımı sordum ve aldım yanında bir de "Halk Demokrasiyi İstiyor mu?" yu aldım.
50 yaşındayım ve avukatım, birçok siyasi ve tarihi kitap okumuştum. Güya aydındım. Bu kitaba geç ulaşmam nedeni ile utanarak başladım ve korktuğum ilk sayfalarda başıma geldi. Dehşet bir kitaptı ve büyük bir çalışmaydı, iki hatta üç kere okumak gerekli. Hayret sanki zamanı tarar gibi yazmış.
Evet, bu büyük düşünür ve hocanın Büyük hatırası önünde bir hukukçu olarak saygı ile eğiliyorum. Nasıl unutturulmuş?
Hayret 43 yaşında yazmış nasıl çalışmış, nasıl uyanmış ve uyandırmak istemiş, ezberleri taa 1969'da bozmuş?
Ah akademisyenler çok kıskandınız da aforoz ettiniz bu değerli hocayı!
Ahh zavallı 68 kuşağı, zavallı 78 liler, genç harbiyeliler, kurmaylar, sendikalar solcular, sosyalistler, İDRİS KÜÇÜKÖMER'i nasıl oldu da okumadınız, ya da okudunuz da nasıl es geçtiniz, kim bağladı gözlerinizi, gözlerimizi? Unutulmasına, okunmamasına nasıl göz yumdunuz?
Bu yiğit akademisyenin, bu hocanın kıymetini sağlığında bilememişiz anlaşılan.
Hepimiz Türkiye'nin bütün Entelektüelleri, aydınları…
Hepimiz tarih önünde suçluyuz.
Erden Özdil - 26 Eylül 2007 (0:23)
(Kitap üzerine Annemle aramızda geçen lakırdıyı sizlerle paylaşıyorum aramızda yabancı yok nasıl olsa:)
- Anne Şeytan diyiyo ki sat evini barkını bütün paranı yatır şu Küçükömer'in kitaplarına, tüm üniversitelerde okut…
Görsünler 600 yıllık imparatorluk nasıl da devrilmiş, hah! 200 yıl uyuduk ve uyutulduk, babamın hayrına bir ikiyüz yıl daha uyutulmasın diyecem ama annem bırakmıyor:) vasiyet olarak evime izin veriyor ve ekliyor;
- Kızım adamlar 200 yıldır emek sarfediyolar, öle milletin aydınmasını yedirirler mi senin gibilere? Bırak, arayan bulur mevlasını da belasını da:) sana ne? Koskoca saçlarını başlarını ağartmış akedemisyenlere aydınlara sen mi öğretecen ne okumaları gerektiğini?
Hem ölümün çantada keklik olur bu ülkede, hah! İlle de yapacam dersen de vasiyet et ölümünden sonra aydınlasın millet, zaten onların duası da diğer tarafta kurtarır seni. Fakat bırak şimdilik kumda oynamak isteyen oynasın ayol başımızı belaya sokma, bi daha da bu derkenarlarda merkenarlarda dolaşma çocuğum olmadık hayallere sürüklüyolar insanı:)
Espritüel yaklaşımımızı burada keserek Küçükömer'e minnetarlığımızı sunar, yazdığı kitabın "Tarihimizdeki En Kral Kitap" ve "Kutsal Kitap" olarak addediyoruz rahmetle anıyoruz…
Tek arzumuz kitabın çok kişiye ulaşması bu konuda sitenizde paylaşıma açtığınız için her konuda olduğu gibi bu konuda da siz ve siteniz de "ALEMİN TAÇSIZ KRALLARI" olarak hep özümüzdesiniz bu böyle biline! Tek üzüntümüz Derkenar'ı daha çok nasıl duyurabiliriz…
Evet kitaba dönelim:)
Küçükömer'in ileri sürdüğü en önemli görüş, Türkiye'de devletin despotik niteliğinin sivil toplumun gelişmesi önünde duran en büyük engellerden biri olduğudur.
Hah! Türkiye'de durum hangi merkezde biz nereye gidiyoruz vs. Bunu şimdilik irdelemek büyük adam işi:)
Gerçi analar ne yiğitler doğurmuş onlar kendilerini bilirler…
Geçmiş ve kılıflanmamış tarih okuyanlar da bilirler ve daha ne çok cengaverler de var içimizde Allah onları muvaffak eylesin…
Meryem - 22 Ocak 2008 (14:11)
Ben daha yeni öğrendim… İdris Küçükömer'in annemin öz amcası olduğunu. Ve çok şaşırdım… Ama ne mutlu bana.
Fikriye Çağla Öztürk - 18 Şubat 2008 (13:31)
Anlaşılan o ki İdris Küçükömer'i bilhassa pek övenler hiç okumamış. Kitabından, Derkenar'ın alıntıladığı bölümler Derkenar'ın işine geldiği gibi alıntılanmış, kimse de uyanmamış. Ne güzel.
Derkenar'ın "bu emperyalistlere kızmakta haksız mıyım?" sorusuna İdris Küçükömer'den alıntıladığı
"Bu akımın zamanla daha da belirli olabilecek bir özelliği de, bu tarihi süreç içinde daha da artacak olan gâvur ya da yabancı düşmanlığı (xenophobia)dır…"
Cevabı, İdris Küçükömer'in Ulema-esnaf-yeniçeri birliğine; yani İdris Küçükömer'in "Doğucu İslâmcı" dediği akıma dair bir saptamadır. Halbuki Derkenar, öyle bir yansıtmış ki, sanki Küçükömer bunları Avrupa'da gelişen milliyetçi akım için söylüyor. Açık bir tahrifattır, hem suç hem ayıptır.
Muar Belge - 12 Şubat 2010 (00:56)
Gerisini okumadım açıkçası, Küçükömer'in kitabı dizinsiz yayınlandığı için oturup arayıp bulasım, Küçükömer bu cümleleri hangi bağlamda söylemiş, Derkenar onları alıp hangi bağlama yerleştirmiş tek tek yazasım yok. Ama İdris Küçükömer'in yaptığı saptama her şeyden önce "… Anlaşılmaz biçimde ortaya konan, "ortanın solu" diye adlandırılan…" akımın sol değil sağ olduğunu iddia etmektir. Ki bu da elbette dönemin CHP'sidir.
Peki CHP ortanın solu olduğunu ne zaman iddia etmiştir? 1965 yılında. Küçükömer, 1969 yılında yayınlanan kitabında buna itiraz ediyor. Peki, ezber mi bozuyor? CHP, 1965 yılında "ortanın solu" olduğunu iddia ettiğinde herkes "hm öyle demek ki" diyerek bunu kabul mu etti?
Elbette hayır. Örneğin bu "ilanın" hemen ardından Abdi İpekçi, Milliyet gazetesinde bunun gerçekle örtüşmediğini açıkça yazıyor. 1965'ten bahsediyoruz, TİP var, kim ne diye "CHP de solmuş" desin ki? Ama öyle bir yansıtılıyor ki, kendisi de TİP üyesi olan Küçükömer, bu sol sağdır saptamasını bütün Türkiye solu için yapmış.
Gidin doğru dürüst okuyun şu kitabı ve bilhassa ilk bölümleri ciddiye almayın. Zira Baltalimanı anlaşmasının ne denli zararlı olduğu gibi bugün yanlışlığı konusunda birçok tarihçinin birleştiği ezberlerle dolu. Ezber bozmuş ha?
Pah!
Muar Belge - 12 Şubat 2010 (00:56)
Sayın Muar, ima ettiğiniz kişi misiniz, yoksa kendinizce bir tür cinlik ve kelime oyunu mu yaptınız, pek anlayamadım. Çok da önemli değil.
Yukarıdaki yorumlarınızda bir tek en sondaki "pah" ı biraz anlayabildim. Eğer önyargılı değilsem ve bu "pah" eğer akşam akşam ölçüsü kaçırılmış meze/anzarot ikilisinin pijama lastiğine yaptığı tazyiki tahliye etmek için değilse, gayet yakışıksız bir hitap tarzı olmuş. Pek şık kaçmamış doğrusu.
Böyle konuları gün ışığında ve zinde bir kafayla tartışmak daha iyi olabilirdi. Saat sabahın dördü. Yorgunum. Uykum geldi. Yorumunuzu anca şimdi okuyabildim. Hiç hoşlanmadım. Ama bu konuda birkaç şey söylemeden yatarsam, biliyorum, uykum kaçar.
Lütfen bu cevabı "antre" olarak kabul ediniz. Palamut daha sonra.
* * *
En çok şu "tahrifat, suç ve ayıp" mevzuuna takıldım.
Kuzum siz sapıttınız mı? Yoksa savcı-zabıta-mürebbiye falan mısınız? Neyin "tahrifat, suç, ayıp" olduğunu ölçen bir el kitapçığı falan mı var bilgisayarınızın yanında?
Daha ilk cümlede diyoruz ki "Hocam, ben sizin bu kitabınızı defalarca hafızladım, ama gene de anladım desem yalan olur…"
Velev ki sahiden de anlayamamış olalım. Diyelim ki odun kafalıyız. Ya da birileri bize para verdi, "gidin şu İdris'i çarpıtın" dedi, biz de neye alet olduğumuzu bilmeden -ve geç saatlerde siteye girip bizi sözlüye kaldıracak Muar'lardan habersiz- çarpıttık.
Ama ilk paragrafına şöyle bir göz atıp, gerisini okumaya tenezzül etmediğiniz bir tefsir çabası için üşenmeyip döşediğiniz bu aşağılayıcı üslup da neyin nesi?
"Övüyormuşuz ama okumamışız."
Nereden hükmettiniz okumadığımıza efendi?
Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz, İdris Küçükömer'in tezleri (veya herhangi bir konuda) sizin yorumunuzun ayet-i kerime değerinde, diğer fikirlerin "suç ve çarpıtma" olduğundan?
Her şey bir yana, tartışma adabı ve nezaket nereye gitti?
Adını "Muar" diye değiştirenlere internet sitelerine snob-bilgiç yorumlar döşeme konusunda sınırsız vize mi veriyorlar?
Yoksa siz, dar ve "seçkin" çevresinin içinde birkaç düzine kör ve sağır, birbirini ağırlayan, dünyaya küçümseyen nazarlarla bakan ve tepemize başöğretmen kesilenlerden misiniz? Sizinle aynı kaba yapmayan herkesi Ogün Samast falan mı zannediyorsunuz?
Burası, sadece ilk paragrafını okuduğu yazıların tamamı hakkında işkembeden fetva dağıtan insanlar için pek uygun bir uğrak yeri değil. Biz "tahrifatçı" taifesi üşenmeyip böyle şeyler kaleme alıyoruz. Eteğimizde ne varsa popülarite ve tiraj hesabı yapmadan döküyoruz ortaya. Beğenmediyseniz, oturun daha iyisini yazın, yayınlayalım.
Ama baştan söyleyelim, bu yayının sponsoru, reklam servisi, patronu yok; burada yazarlık hilal-i ahmer hesabına yapılır. Böylesi işinize geliyorsa, buyurun, yazar formunun linki sağ üst köşede.
Büdütör - 12 Şubat 2010 (04:13)
Yeri gelmişken bir ayrıntıyı daha açıklamak isterim. İdris Küçükömer'i -hakkını vererek- okumak, "benim" diyen insana bile sürmenaj geçirtecek derecede yorucu bir süreçtir. Ama harcanan zamana ve özveriye değer.
Kitabı herhalde ilk kez 80'li yılların sonunda okumuşumdur. Belki de 90'ların başında. Aradan yaklaşık 20 yıl geçmiş.
Bu yazıya gelince, 2001 yılında uzun ve zahmetli bir çalışmanın sonucunda oluşturulup yayına konuldu. Amaç, üstadın varlığını üç beş kişiye olsun duyurabilmekti.
O günlerde internette arama motorlarına "İdris Küçükömer" ya da "Düzenin Yabancılaşması" gibi anahtar sözcükler yazıldığında, bırakın böyle emek verilmiş bir tefsir çabasını, doğru dürüst bir veri bulmak bile pek mümkün olamıyordu.
Diğer toplumlara göre çok daha artan bir hızla Televizyon Toplumu'na dönüşen memleket insanının nasıl bir bellek kaybıyla malul olduğunu sanırım hatırlatmak gerekmez. Biliyorum ki çok sayıda kişi bu ülkede bir zamanlar İdris Küçükömer adında birinin yaşamış olduğundan ve kurulu düzene yönelik sıra dışı tespitler yapmış olduğundan haberdar bile değil. Çok az sayıda kişi de bu sayfaya göz atarak haberdar oldu.
Bu mütevazı derleme çalışmasından sonra kitapçılara gidip Küçükömer'in kitaplarını soran insanların varlığını -ben- bizzat gözledim.
Kötü mü oldu?
Bence hiç fena olmadı. Karınca kararınca hizmet oldu.
Kusursuzluk Allah'a mahsus bir özelliktir. Bakiyesi, kusurludur. Hepimiz. Hatta sayın "Muar" bile. İdris Küçükömer'in tezlerinin içinde de tabii ki bazılarınca eleştirilecek noktalar bulunabilir. Edepli bir dille anlatılırsa belki biz de anlayabiliriz.
Kişisel kanaatim, yapıcı olmanın malûmatfüruş olmaktan daha kıymetli bir özellik olduğu yönündedir. Her taşın altında "ihanet, çarpıtma, kötü niyet" arayan dangalaklardan istemediğin kadar var zaten, yenisine hiç ihtiyaç yok.
Artık anladığınızı umuyorum sayın Muar. Ya da her kim iseniz.
Büdütör - 12 Şubat 2010 (14:14)
Büdütör Bey'e naçizane bir tavsiyem olacak.
Ben Derkenar'ı hayatı anlamak için algılarını açık tutmayı seçen insanların tahta taburelerini çekip dertleştiği bir köy kahvehanesine benzetiyorum. Bunun içinde belli konularda uzmanlaşmış kişileriden edindiğimiz bilgilerle fikirlerimizi elekten geçirmek, ince ayar çekmek de var tabii ki.
Fakat burası asla güce (veya bilgiye) tapanlar tarikatı değil. Hayatını belli konuları öğrenmeye adamış, dağ gibi kitapları devirmiş biri, istediği kadar bilgili olsun, daha temel nezaket kurallarından bîhaberse, pah'lı puh'lu konuşuyorsa bu kişiyi dinlemek de yorum yazmak da külliyen zaman kaybıdır bana göre.
Çünkü böyle bir yorumu yazan kişi bu işi bir yanlışı düzeltmek, insanlarda yeni ufuklar açmak, böylece kendini de zenginleştirmek adına yapmıyor ki. Düpedüz içindeki zehir tohumlarını saçıyor oraya buraya. Cevap yetiştirmeye kalksan, hatta hakaret etsen, zehirli tohumları kök salıyor diye mutlu olur böyleleri, mamulü zehir olduğu gibi gıdaları da zehirdir onların çünkü.
Aman uzak durun bu tiplerden. Onlardan gelecek ansiklopedik bilgi de olmaz olsun. Televizyon programlarında rüzgâra karşı işeme yarışı yapacak değiliz ya onlarla ve şürekasıyla.
İsteyen buna "düpedüz sansür" desin, fakat insanları öfke ve nefret çukuruna çekmek adına yapılan böyle yorumların Derkenar'da yeri olmamalı bence.
Seyit Balkuv - 12 Şubat 2010 (14:17)
İdris Küçükömer'in adını son yıllarda medyada çok işittim. Okuyabildiğim en kapsamlı yazılardan birini de burada okudum. Türkiye üstüne kafa yoracağım, çağımı anlayacağım, bu memleketin analizini yapacağım diyenin özümsemesi şart.
Doksanların ortası mıydı? Geçmiş gün bir çırpıda hatırlayamadım. Uğraşsam çıkartırım da çok da önemli değil. Altan kardeşlerden birinin yazısında tanıştım ilk olarak İdris Küçükömer'le. "Kurtuluş savaşı anti-emperyalist miydi?" başlıklı bir yazıda faydalanılmıştı kendisinden. Anlamışsınızdır, resmî tarihin Kurtuluş Savaşımıza olduğundan fazla önem atfedip, abarttığını söylüyordu. Gereksiz bir övme ya da yerme çabası olmaksızın temelde sadece Yunanlılara karşı savaşıldığını söyleyen bir cümlesi geçiyordu yazıda. Kemalizm'in "sosyalist" kanadına yakın (Attila İlhan etkisi) bir fedai sayan ben, çıldırdığımı hatırlıyorum. Ne diyordu bu densizler böyle? Yedi düvele karşı yapılan bir savaşı yok saymak ne demekti?
Gençlik işte! Bilgisizlik ve tecrübesizlik "inat" la birleşirse bir de kendini beğenmişlikle desteklenirse durum vahim olabiliyor. Şimdi çok daha farklı bakıyorum meselelere. Her şeyden evvel az yukarıda zikrettiğim gibi bir iddiayla karşılaşırsam önce sakin oluyorum, sonra iddianın temeli olup olmadığını neden böyle bir şey söylenmiş olabileceğini anlamaya çalışıyorum.
Bulunduğu her ortamda yanındakileri "şakacılık" adına "bozarak" pirim yapmaya çalışan çok tanıdığım hatta arkadaşım oldu. Onları da anlamaya çalıştım. Becerebildim mi bilmiyorum. Deryayı suçlamak yerine kabımı daha fazla büyütmeye çalışıyorum. Muar Belge'ninki de bir yöntem. O da böyle ifade ediyor demek ki kendini. Oysa belki bir parça daha yumuşak olsa hem kendine hem bize daha faydalı olur sanırım.
Yanlış gelen bir şey mi var, olmamış mı Muar Belge? Kerem edin, söz söyleyin o halde. Kabımızın alacağı bir damlaya her zaman yer var. Yeter ki berrak olsun.
Erdem Abaka - 12 Şubat 2010 (15:12)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.