Yıllar önce televizyonda başrolünü Clint Eastwood'un oynadığı bir film seyretmiştim. Belki yönetmeni de oydu. Sanırım oydu, ilk filmiydi onun galiba yönetmen olarak.
Orada geceyarısından sabaha kadar canlı müzik yayını yapan ve dinleyicileriyle sohbet eden bir diskjokeyi canlandırıyordu Eastwood. Gerçek adıyla değil de bir rumuzla arayan (Edgar Allan Poe'nun ünlü bir şiirinin adıydı, şimdi çıkaramadım) bayan dinleyicisi her akşam ısrarla Misty adındaki caz parçasını istiyordu ondan.
Devamını sonra anlatıcam. Şimdi bi işim çıktı. Belki şiirin adını (kızın rumuzu) hatırlarım bu arada.
Hah, hatırladım: Anabel Lee, kızın rumuzu (nickneymi) buydu.
I was a child and She was a child,
In this kingdom by the sea,
But we loved with a love that was more than love -
I and my ANNABEL LEE
Murat Yetkin - 3 Temmuz 2001
Senelerce senelerce evveldi
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz
İsmi; Annabel Lee
Hiç birşey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni
O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee
Göklerde uçan melekler
Kıskanırlardı bizi
Bir gün işte bu yüzden göze geldi
O deniz ülkesinde
Üşüdü bir rüzgarından bulutun
Güzelim Annabel Lee
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni
Mezarı oradadır şimdi
O deniz ülkesinde
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskanırdı bizi
Evet! Bu yüzden 'Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi'
Bir gece rüzgarından bulutun
Üşüdü gitti Annabel Lee
Sevdadan yana kim olursa olsun
Yaşca başca ileri
Geçemezlerdi bizi
Ne yedi kat göklerdeki melekler
Ne deniz dibi cinleri
Hiç biri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee
Ay gelir ışır, hayalin erişir
Güzelim Annabel Lee
Orda gecelerim uzanır beklerim
Sevgilim sevgilim hayatım gelinim
O azgın sahildeki
Yattığın yerde seni…Adgar Allan Poe
KUM - 3 Temmuz 2001
Konu şiir değil tabii ki, film.
Filmde Clint Eastwood'un her sabah radyodan çıktığında takıldığı bir sabahçı kafeteryası var, yine oraya gidiyor kahvaltı ve kahve için. Kahvesini içerken çekici bir kadın yanaşıyor yanına, hani nasıl derler, "yazılıyor". Bizimki de bıçkın ya, alıyor pası ve sohbete başlıyorlar. Kadın ona yukarıda Murat'ın yazdığı şiiri okuyor ve anlıyor ki bizim bıçkın Clint, bu kadın o radyoda Misty parçasını isteyen kadın.
"Eh, bunun zaten radyoyu bu kadar ısrarlı aramasından belliydi, bana kesik olduğu" diye düşünüyor ve ayağına gelmiş bu kısmeti tepmiyor. Yukarıda sözü edilen o bahçeli eve götürüp…
"İfadesini alıyor."
Ammaaaa…
Eylûl - 3 Temmuz 2001
Bizim bıçkın Clint filmin sonunda Anabel Lee'nin caniyane niyetini çakazlayınca eski programlardan birinin bandını otomatiğe bağlayıp arabasına atlar ve karanlık gecenin içinde orman yollarını lastik cayırdatarak aşıp o uçurum kenarındaki eve yetişir.
Niyeti, Anabel Lee'nin kendisini hâlâ yayında sanmasıdır.
Haa, baştan alalım:
Şimdi bu Clint (esas oğlan) "bir gecelik ilişki" diye düşünüp bu çıtırla mercimeği fırına vermiştir ama aslında sevgilisi vardır. Ne zaman ki Anabel "olmaz, ben bir yere gitmem, sana tutkuyla bağlandım" triplerine girer, o zaman Clint, bayana soğuk ve mesafeli davranarak başından atma yoluna gider. Aynen Fatal Attraction; ama daha iyisi.
Gururu kırılan, reddedilen bir kadının ne kadar sinsi ve menhus olacağını nereden bilsin?
Anabel Lee'nin gideceği şeytansılık noktasının ucu bucağı yoktur, Clint'in sevgilisini öldürmeye niyetlenir, falan. Amerikan sinemasının has konularından.
Ama öyle Hollywood deyip geçmeyin, entelektüelin hası da oradan çıkıyor.
Bi dakka, konunun ucu kaçtı; ben asıl bunu değil, başka bi şeyi anlatıcaktım. Dur, bi kahave molası. Dilim damağım kurudu.
Eylûl - 3 Temmuz 2001
Hazır söz John Steinbeck ve Jack London'dan açılmışken, ne tesadüf, ilk gençliğimin en sevdiğim yazarlarıydı ikisi. Daha 15 falandım ve Steinbeck'in eserlerinin yarısını yalayıp yutmuştum. Başta da tabii Sardalya Sokağı ve Uğurlu Perşembe (Yukarı Mahalle ile bir üçleme oluşturur bu romanlar; tadından yenmez).
Sonra bu iki roman birleştirilip film oldu ve başrollerini Nick Nolte ve Debra Winger paylaştı.
Neyse, konumuz Play Misty For Me.
O adını hatırlayamadığımız (kendini Anabelle Lee sanan) hanfendi tabii mevzunun ana fikri.
Söylesenene birader, İKTİDAR TUTKUSU kadınsı mıdır erkeksi mi? Acaba o kadının (Anabel) zıvanadan çıkmasının asıl sebebi AŞK mıdır yoksa ZAPT ETME arzusu mu?
İnsan sevdiği kişiye zarar verebilir mi? Kadınının yüzüne kezzap atıp, sonra da "çok seviyordum" diyen hayvan oğlu hayvan, acaba şu Kerime Nadir bozuntularının ve keçiboynuzu yavanlığında "hassasiyet" lâfazanlığı yapan koca popolu samimiyetsiz haspaların pompalayıp şişirdikleri içi boş, ne anlama geldiği belirsiz "ulvî" aşk söyleminden güç alıyor olmasın?
Kimin ne haddine başka insan üstünde hükümranlık kurma arzusunu "ben sana aşık oldum, öyleyse beynini şey ederim, huzurunu kaçırır, jiklet gibi yapışır, seni kendi hastalıklı egomun bir oyuncağı olarak görür ve yediğim her boku "aşk" diye etiketleyip manyaklığıma kılıf hazırlarım, diye düşünmek?
Sen belli ki sıkı herifsin. Kesin boyun posun da yerindedir. Hiç yaşamadın mı Clint Eastwood'un yaşadığı şeylerin bir benzerini?
Hiç kimse musallat olmadı mı sana, senin arzularının ne yana meylettiğini hiçe sayarak?
Hadi, buyur burdan yak.
Eylûl - 3 Temmuz 2001
Bunca zamandır okuduğum en eğlenceli mavra konusu oldu bu yaa. Filmler var, müthiş güzel şiirler var, Sardalya Sokağı var, komik adam Eylül var. Yaşasın.
Eylem - 4 Temmuz 2001
Dur daha, ne filmler ve ne komiklikler var bizim kirli çıkında. Bu bölüm çiçek-böcek edebiyatı ve beş çaylarıyla kendilerini kandıran iri popolu egosantirik hatunların muhabbetine tabii ki beş basar.
Çünkü sinema hayattan daha gerçektir.
Eylûl - 4 Temmuz 2001
Hazır konu sinemadan açılmışken ve Misty konusu tavsamışken, aklıma gelen bir başka ayrıntıyı paylaşayım dedim.
Yıllar önce TRT 2'de seyrettiğim bir film vardı 5. Caddenin Mahkûmu" diye, başrolde müteveffa Jack Lemmon oynuyordu.
O filmde işsiz kalan bir ortalama Amerikalı'nın nasıl bunalıma girdiği anlatılıyordu.
Zavallı adamcağız, bütün gün evde oturuyor, karısının getirdiği ekmeği yemek zorunda kalıyordu.
Bir sahnesinde sokağa çıkmış yürüyüş yapıyor. Yanından geçen bir genç ona toslayıp, özür diliyor ve yürüyüp gidiyordu.
O gider gitmez bizim Jack "ulan, sakın bu herif cüzdanımı çarpmış olmasın?" diye kuşkulanıyor, iç cebinde cüzdanını bulamayınca da delikanlıyı yakalamak için kovalamaya başlıyordu.
Oğlan önde, bizim işsiz Jack arkada, sıkı bir kovalamacadan sonra iri kıyım delikanlıyı yakalayıp yere yatırıyor, bir güzel pataklıyordu. Bir yandan da "ver cüzdanı ulan!" diye bağırıyordu.
Sonunda delikanlı cebinden bir cüzdan çıkarıyor ve aman dileyerek uzatıyor, Jack onu bırakıp cüzdanı cebine koyduktan sonra muzaffer bir edayla yoluna devam ederken, delikanlı kıçına neft sürülmüş gibi kaçıyordu.
Tabii, maskaralığın alâsı bundan sonra.
Onu da yemekten sonra anlatırım.
Eylûl - 4 Temmuz 2001
Öhhöööm! Ukalalık olmasın ama filmin orjinal adı, "The Prisoner of Second Avenue" oluyo… Beşinci değil yani…
Murat Yetkin - 4 Temmuz 2001
Estağfurullah Murat, düzelttiğin için sağol.
O filmi seyredeli çok uzun zaman geçti. Ben de zaten 79'umu ikmal edeli torunlarımın adlarını bile unutmaya başladım. Topu topu 120 tane hepsi…
210 muydu yoksa?
Her neyse… Hesabım zayıftır…
Efendim, tam bizim öfkeli Jack "yankesicinin elinden nasıl da kurtardım cüzdanı" diye kendini tebrik ederken, mendil çıkarmak için elini diğer cebine atıyor… Vee…
Amanın! Bir başka cüzdan. Yani kendi cüzdanı.
Hemen elini diğer cebine atıyor, az önce o iri yarı oğlanın elinden döve kaka aldığı cüzdan…
Meğer çocukçağız daha fazla sopa yememek için kendi cüzdanını vermiş bizimkine.
Eeee? Niye anlattım ben bu sahneyi şimdi durup dururken?
İşin o kısmı da çay-kahve molasından sonra.
Eylûl - 4 Temmuz 2001
Jack Limon'un bu hikayesi aklıma şu bisküit hikayesini getirdi ama anlatmıycam.
Siz kesin Natalie Wood ile Steve McQueen'in "love with the proper stranger" filmini de biliyorsunuzdur. O da seksenlerde gösterilmiş bir daha yayınlanmamıştı. Kötü kalpli annemler eve erken dönünce filmin büyük bir kısmını izleyememiştim. Hey gidi.
Eylem - 4 Temmuz 2001
Evet, Jack Lemmon'dan o sopayı yiyen izbandut Sylvester Stallone idi.
Neyse… Bu Sylvester ayısı tırnak kadar adamdan sopayı yiyince gidip boks çalıştı herhalde, hızını alamayıp hem Rocky hem de Rambo oldu.
Bir de "Farewell My Lady" diye film vardı. Başrollerde bet suratlı Robert Mitchum ve bencileyin kızıl saçlı Charlotte Rampling'in oynadığı. O filmin sonlarına doğru bardaki genç gansterlerden biri kazara cinayet işleyip, patrondan sopa yiyordu.
O da bizim kereste Sylvester'den başkası değildi tabii. Figüranlık zamanları.
Bir de Gandhi filminin ilk yarım saatinde genç Gandhi yolda yürürken birkaç genç yolunu kesip taciz eder. Gençlerin başında sonradan çok ünlü olacak olan biri vardır: Daniel Day Lewis. Hani şu ünlü İngiliz şairi Sir Cecil Day Lewis'in oğlu ve Isabelle Adjani'nin çocuğunun babası olan Daniel.
Coppola'nın Kıyamet filminin başlarında yüzbaşı Willard'ı (Martin Sheen) albay Kurtz'u (Marlon Brando) bulmak ve öldürmekle görevlendiren subay kim peki?
Eylûl - 4 Temmuz 2001
O adamın adını uzun boylu düşünmenize gerek yok. 1. 96 boyundaki bu zebellahın adı Harrison Ford.
Ayrıca Kıyamet filmini seyretmemiş insan bence çok şey kaçırmış demektir. Toplam süresi iki buçuk saatten fazla olan bu filmi üç kez sinemada, iki kez videoda, iki kez televizyonda, bir kez de DVD'de seyrettim. Daha da seyrederim.
Madem konu açıldı, biraz da bu filme değinmek gerek.
Eylûl - 5 Temmuz 2001
Eylül uyanmadan Kıyamet (Apocalypse Now) ile ilgili biraz da ben yazayım.
Film Eylül'ün dediği gibi Coppola'nın. Hem de tam anlamıyla, çünkü hem senaristlerinden biri hem yönetmeni hem de yapımcısı.
Bir kez izlememe rağmen filmde Robert Duvall'in canlandırdığı, kendini eski süvari komutanlarıyla özellikle Custer'la özdeşleştiren sörf delisi helikopter birliği komutanını unutamıyorum. Zaten birliğinin adı hava süvariydi ve amblemleri siyah at başıydı. Öldürdükleri sivillerin üzerine birliğin kartlarını atıp yaralı düşman askerine kendi suyunu veren komutan rolü Duvall'in Oscar'a aday olmasını sağladı.
İsterseniz helikopterlerin saldırısını ve filmdeki diğer ilginç sahneleri de Eylül anlatsın…
Arkenteron - 5 Temmuz 2001
Helikopter gezintisi Wagner eşliğindeydi. Ne zekice.
Eylem - 5 Temmuz 2001
Aslında Kıyamet filmi Joseph Conrad'ın adını bilmediğim bir romanından alınmaymış. Ama o yıllarda Vietnam konusu güncel olduğu için Vietnam dekoruna uyarlanmış. Orijinali Afrika'da geçiyormuş.
O helikopterlere atlayıp "güzel sörf yapılabilecek göl" ün olduğu bölgeyi zaptetme bölümü, dikkat ederseniz, filmin içinde ayrı bir bölüm gibi duruyor. Çünkü film, bir otel odasında terleyen ve bunalım geçiren yüzbaşı Willard'ın alelacele karargâha çağrılıp, bizim sırık Harrison ve başka üst rütbeli subaylar tarafından "pis" bir işle görevlendirilmesiyle başlar ve bir sahil muhafaza botuna tıkıştırılmış bir grup askerle Mekong deltası boyunca yukarıya, Vietnam içlerine ve daha sonra da savaş bölgesinin dışında kalan, Kamboçya'da bir yerlere (suyun kaynağına) doğru yol almalarıyla geçer.
Atil La D'orsay nam muhterem bunu Oddyssea'nın yolculuğuna benzetmiş bir kitabında. Göğsüne girsin Oddyssea! Ne ilgisi var? Entel takılacak ya illâ düdük makarna… "Ben o boqu da bilirim tripleri!" Nah bilirsin!
Bendeniz, şahsen, o macerayı döl yatağı içinde geriye doğru yapılan bir yolculuğa benzettim kalın kafamda. Kendi hakikatine doğru, varoluşunun kaynağına doğru yapılan bir yolculuk. Orada bir zamanlar efsaneleşmiş bir ordu mensubuyken ansızın ortalardan kaybolan Albay Kurtz'u bulup yok edecektir.
Çünkü Kurtz, savaşın anlamsızlığının canlı bir kanıtı gibidir ve zaten kaybedilmek üzere olan savaş, Kurtz gibilerin varlığıyla kaçınılmaz sona doğru hızla yaklaşmaktadır. Kötü bir örnektir albay Kurtz ordu için. Bozgun habercisidir.
Yüzbaşı Willard ve teknesi -ve askerleri- o uzun yolculuk boyunca yumurtalığa ulaşmaya çalışan spermler gibi dölyatağı içinde akıverir. Yanındaki diğer spermlerin tek tek telef oluşunu izler Willard. Aslında vicdanlı bir adamdır ama bir göreve kilitlenmiştir ve ne yapıp yapıp "yumurtayı döllemek" zorundadır. Taşıdığı genler (ya da vazife bilinci) bunu emretmektedir.
Mmmm, içeriden börek kokuları geliyor. Bana biraz müsaade. Sonra görüşürüz.
Hadi, yazın siz de bir şeyler, tüm filmi anlattırmayın bana.
Eylûl - 5 Temmuz 2001
Peki ama, madem bu hikâye bir anlamda "döllenmeyi" anlatıyor, neden filmin sonunda Martin Sheen (Willard) Marlon Brando'yu (Kurtz) öldürüyor? Diyelim ki Willard burada döl yatağında ilerleyen ve bir görevi olan spermi (doğumu) temsil ediyor. Peki albay Kurtz neyi temsil ediyor?
Willard, albayı öldürerek aslında "babasını" mı öldürmüş oluyor, yoksa "annesini" mi?
Aaaa, bi dakka! Filmin jeneriğinde The Doors'un The End adlı parçası çalar. Orada jim Morrison'un "Father, I wanna kill you… Mother, I wanna f_ck you…" dediği rivayet edilir. Yani Coppola burada Oedipus kompleksine mi selâm çakıyor?
Yalı Çapkını - 5 Temmuz 2001
İlk bakışta mecazî "babasını" tepeliyor gibi görünse de, bana kalırsa mecazî "annesini" öldürüyor.
Eylûl - 5 Temmuz 2001
Peki ama neden?
Yalı Çapkını - 5 Temmuz 2001
Aaa, burada sıkı muhabbet var be! O film benim de eriyip bittiğim bir film. O final sahnesindeki cinayetin ne anlama geldiğini ben de o gün bu gündür düşünürüm.
Peki ama neden anne? Benim bildiğim, erkek çocuk "babayı" öldürür. Kitapta yeri var. (Bkz. Freud hazretlerinin Tüm Eserleri)
Selçuker Baskan - 5 Temmuz 2001
Filmin uyarlandığı romanın adı Heart of Darkness. Annemi babamı tartışmasına gelince, bence ikisini de. Daha doğrusu, yaratılışı veya yaratıcıyı yok ediyor. Bu arada filmin bu sene daha uzun bir versiyonu çıkacakmış doğru mu?
Arkenteron - 5 Temmuz 2001
Hımmm. Yani Tanrı'yı tepeliyor haa? Bunu düşünmeliyim. Yabana atılacak bir lâfa benzemiyor. Doğru olabilir.
Kurtz, karşısına oturttuğu Willard'a neden "cozuttuğunu" anlatırken bir anısını aktarır.
Bir Vietnam köyüne girip çocuklara çiçek aşısı yaparlar. Onlar köyden ayrılınca Vietkong çetecileri gelir ve çocukların aşılı kollarını keser. "Sizden gelecek iyilik Allah'tan gelsin" demek istemektedirler. Daha doğrusu Kurtz böyle algılamıştır.
"Horror "der Kurtz (ve bizim çevirmen horror kelimesini ezberinden bulup çıkartamadığı için sözlüğe bakar; muhtemelen dedesinden kalma bir basımı olduğu için sözlüğün, orada "fecaat" yazıyordur "horror" un karşısında. Gözünüzde canlandırın bir: Marlon Brando kafasını arkaya devirerek "horror" dedikçe altyazıda "fecaat" okuyoruz…) "Horror; işte onların bize üstünlüğü buydu; o zaman anladım ki, bu savaş kaybedilmiştir; çünkü biz burada ölmemek için savaşıyoruz, oysa onlar için fecaat (dehşet) sıradan bir şey; ölmeye dünden hazırlar…"
"Yaratıcı'yı öldürme" fikrine geri dönersek:
Evet, bence de mantıklı; çünkü "anne" yi öldürmek de aynı kapıya çıkıyor. Willard, dölyatağı boyunca bir bakıma ana rahmine geri döner ve doğal olarak orada hem anne hem de baba figürünü kendinde toplamış olan zigot kafalı Kurtz'u bulur. Dazlak kafası ve şişman vücuduyla ne erkektir ne de dişi. Daha çok anaç tavırlı bir Tanrı'yı, hatta biraz da cenini andırmaktadır; Willard'a "hayat" bağışlar diğer spermler tek tek telef olurken.
Ama Willard görevini unutmuş değildir; doğabilmesi için plasentadan çıkması gerekmektedir.
Kurtz farkındadır olacakların ve beklemektedir zaten. O "fecaata" biat etmiş, dünya işlerini bitirmiştir çoktan. Öldürülmeye direnmez.
Annesini + babasını + tanrısını öldüren Willard, vahşete en kolay uyum sağlamış -ve belki o nedenle hayatta kalabilmiş- tek askerini alıp, teknesine biner ve geldiği yoldan (dölyatağından) gerisin geri "modern" dünyaya döner.
Artık doğmuştur…
Eylûl - 5 Temmuz 2001
HORROR!
Sizce de helikopter saldırısı horror'un (dehşet) ta kendisi değil miydi? Wagner çalarak gelen helikopterler. Sırf en güzel sörf orada yapıldığı için ele geçirilen bir koy. Öldürülen kişilerin üzerine atılan birlik kartları. Vietnam'da kim gerçekten dehşeti savaş aracı olarak kullandı?
Arkenteron - 5 Temmuz 2001
Kurtz'un kastettiği "horror" o değil herhalde.
Zaten kendisi de nefret ediyor Amerikan ordusunun o halinden. O yüzden katline ferman çıkmış. O, Vietkong askerindeki vahşiliğe ve doğallığa aşık olmuş.
O helikopterlere ve Wagner çalınan dev kolonlara uzaktan baktığında ürkütücü. Ama daha yakın plana zoom yaptığında, siperde korkudan donunu dolduran Oklahoma'lı, Arizona'lı oğlancıkları görüyorsun.
Ormanda bir vahşi kedi gibi süzülen ve otla yaprakla beslenen Vietkong çetecisiyle, evinden mektup alan, bir an önce memlekete dönme hayalini kuran Yanki'nin gücü eşitsiz. Yanki yenilmek zorunda, çünkü dönüp geriye bakıyor. Kararsız.
Platoon'daki iki düşman çavuşu hatırla. İkisi de yaman savaşçı; çünkü ikisi de hayattan bıkmış. Yaşamak gibi bir merakları yok.
Anlıyorsun değil mi? İyi bir asker ölü bir askerdir. Yani ölümü peşinen kabullenmiş, yaşamakta gözü olmayan kişi.
Bir insanı asker yapmak istiyorsan, onu öldürerek başlaman gerekiyor eğitime. Ruhunu öldürerek. Umudunu öldürerek. Bedensel yaşamı çileye çevirerek. Uykuda bile.
O zaman ölüm tatlı bir uyku demektir savaşçı için. Onu kimse yenemez.
Kurtz medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavarı aşıyor Mekong deltasının rahim gibi kendi içine kıvrıldığı en uç noktasında.
Üstadın deyimiyle Atman'a vasıl oluyor.
Eylûl - 5 Temmuz 2001
Coppola, "bu film Vietnam'ı anlatmıyor, Vietnam'ın ta kendisi" demişti, bir keresinde…
Tanrı, ana rahmi benim de düşündüğüm şeylerdi ama şeytan ne tarafa düşüyor?
Tanrı'nın öldüğü, kıyamet günü tüm hesapların sorulacağına olan inancın git gide azaldığı bir dünyada, Kurtz, stepne Tanrı görevi görüyor.
Kurtz, bu dünyanın hem korkusunu, hem de umudunu simgeliyor. Korku, çünkü insanın içindeki en karanlık köşeleri, en acımasız yanları gün ışığına çıkarıyor. Tanrı suretinden yaratılmış insanın melek değil, tüm kötülüklere kadir biyolojik bir varlık olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda umut, çünkü bu düzenden hoşnut olmayan herkesin, Tanrı'dan beklediği "hesap sorma" işini üstleniyor.
Bana nedense, Nietzsche'nin "üstün insan" ını hatırlatıyor Kurtz.
Murat Yetkin - 5 Temmuz 2001
Vay vay vay! Tam "bu mevzu baydı galiba, entel-dantel takıldık, sus artık Eylûl" dediğim anda, Murat konuyu alevlendirdi.
Bu kadarını itiraf edeyim ki düşünememiştim. Atil La dingili desen, o daha "Ali topu tut" durağında, nerede kaldı sinema yazısı?
Kurtz bana da biraz o dediğini çağrıştırdı şimdi. Hayatın özündeki "fecaat" la barışmış, moda tabirle "nirvanaya ulaşmış", ya da eşiği atlamış, sınırı aşmış kişiyi.
Aşkın kişilik. Hayata poz kestirmiyor. Hatırlıyor musun, o kafası bandanalı Amerikalı savaş fotografçısına (Denis Hopper miydi o?) çektiği köpek muamelesini ve katili Willard'a karşı takındığı saygılı tavrı? Çünkü Willard birinci sperm. Aşkın kişilik olmanın eşiğinde duruyor.
Özetle, müstafi albay Kurtz, bir nevi Dümbüllü İsmail tavrıyla kavuğu Willard'a devrediyor. Curuf olarak geldiği yerden insan olarak geri dönüyor Willard.
Eylûl - 6 Temmuz 2001
Eylül' ün bir önceki mesajında bahsettiği "en iyi asker ölü askerdir" sözünü en gerçekçi biçimde anlatan filmlerden biride "Full Metal Jackett "sanırım. Filmin başında askeri eğitim le mevzuya girip, çocukları insanlıktan çıkarma, beylik deyişle (bu söz Sungu Çapan'dan alıntıdır, belirtmekte yarar var) onları birer ölüm makinası haline getirilişini gözümüze soka soka anlatır.
Kubrick'in bu filmi ile "Müfreze" aynı dönemde gösterime girer. Biri "savaş filmi" iken diğeri "savaş" tır. Kıyamet de savaşın kendisi.
Daha önceki mesajlarda Kıyamet'in tekrar gösterime gireceğinden bahsediliyordu. Cannes film festivalinde Coppola'nın yeni bölümler ekleyerek hazırladığı bir kopyasının gösterildiğini biliyorum. Ama bu ülkemizde de gösterilir mi bilmem.
Eylem - 6 Temmuz 2001
Millet umman olmuş bu aleme akıyor, Atil La hangi kilisenin direği? Mimaride yeri nedir?
Ya, dün kıyak kafayla aklıma gelen "stepne Tanrı" kavramını tuttum.
Sodom ve Gomora ile ilgili yazılanları hatırlayın bi… Neymiş? Biraz insest, biraz homoseksüalite, hadi biraz hırsızlık falan… Ardından gelsin tanrının gazabı. Şimdi her sokakta dört Sodom, altı Gomora çıkar ama ortalıkta ne borusunu öttüren bir İsrafil, ne de kafamıza taş yağdıran ebabil kuşları var. "Pesimist" kültürün temellerinde de bu beklenti yatıyor sanırım. Tanrı'ya inancının git gide azalması, insanların çoğuna göksel bir gücün "absürd" gelmesi, aynı zamanda bir "hesap günü" olasılığını da ortadan kaldırıyor, Kurtz tipine talep doğuruyor…
Vietnam travması ile beyni hafif tertip yumuşamış Amerikan entelijensiyası da, hem içinde yaşadıkları, hem de nimetlerinden faydalandıkları ama aynı zamanda bunca kıyıma neden olduğu için nefret ettikleri sistemi çökertecek, hatta yok edecek "üst insan" tipine dört elle sarılıyor.
Bizim paşa torunu yazarlarımız da paşa paşa Osmanlı tarihini ve aile çevresinde duydukları dedikoduları roman yapıyorlar. Çok okunuyor, çok tanınıyorlar… Sinemamıza hiç girmeyelim, "propaganda" olur.
Murat Yetkin - 6 Temmuz 2001
Ah Eylem ah! Durduk yerde "Full Metal Jackett" filmini neden hatırlattın bana? O keskin nişancı çocuğun öldürüldüğü sahneyi ne güzel unutmuştum.
"Ölüm makinası" kavramı, indo-germanist dillerin hepsinde vardır. Buluş değil, tornistan bir kavram yani.
Murat Yetkin - 6 Temmuz 2001
Merhaba, ben bu mavraya katılayım dedim ama 'Misty' söylemekten başka, bir de iyi 'how insensitive' söylerim işe yarar mı?
Pınar - 1 Ağustos 2001
Apocalypse Now Amerika'da tekrar gösterime giriyor. Umarım en kısa zamanda Türkiye'ye de gelir.
Arkenteron - 8 Ağustos 2001
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.