Patronsuz Medya

Bacı

Engin Ardıç - Elele, 1988  


Nasıl da güzelleşti farkında mısınız? Saçını ortadan ayırıp kulaklarının üzerinde eski Caravelle biçimine benzetti, azıcık bayat kokuyor ama yakışıyor haspaya.

Önceleri sımsıkı arkaya gererdi, hani inek yalamış dediklerinden, artık küpe bile takıyor, iri, değirmi halkalar bunlar, uzaktan uzağa Oçi Çiorniye türküsünü, Rus bozkırının kadim çingenelerini, belki Carmen kaltağını hatırlatmıyor değiller, yani onlar da azıcık tapon, ama bunlar da yakışıyor…

Kara bluzu var, şu oyuk bisiklet yaka, kısa kollu, göğsünü saracak da sarmalayacak, hem yeterince ortaya çıkacak memenin çizgisi, hem de öyla yapışıp görmemişler gibi uçlarını ortalığa fırlatmayacak. Bununla da pek hoş oluyor doğrusu, eteği büzgülü, bolca, ayağında bütün bacılarımızın otuz şu kadar yıldır giye giye tüketemedikleri yarım bot, hush-puppy, ama olsun, sanıldığı kadar da "gayrı sexy" değildir (lâf aramızda ben de giyerim!)…

Bizim bacıyı anlatıyorum Fazilet'i yani.

Fazilet aslında yok. Fazilet, nasıl derler, bir "çizgi-roman" kahramanı. Cumhuriyet'te Necdet çiziyor. Necdet Şen'in 'Hızlı Gazeteci' kuşağında… "Hızlı" da pek iri kıyım doğrusu, ense kesme, çene Hasan Cemal -Kirk Douglas arası (genç kızlar, Kirk Douglas kim demeyin, Michael'in babasıdır), Necdet'te olmayan her şey "hızlı" da, rahmetli Ümit Deniz de kendinde olmayan her şeyi Murat Davman'a yansıtırdı ya, onun gibi… Necdet nire, o ufak tefek, cin gibi, gözlüğü "aydın" kesimi, alnı açık, zıpkın gibi meslekdaşım, "hızlı" nire…

(Aman eline sağlık, pek de güzel çiziyor Necdet. Öyle de bir bacı yarattı ki…)

Oysa nasıl "tipsizdi" …

Saçı yağlı, bakımsız, arkaya taranıp sımsıkı topuz yapılmış, kıçında fitilli kadife pantol, kalın dudakları (o kalın dudakların nasıl öpülmeye aç olduğunu "Hızlı"nın yatağında anlayacaktır) evrene gizli bir bükülme, derin bir küçümsemeyle, az nefretle bakıyorlar…

"İçeriden" yeni çıkmıştır, yok, memlekete gitmeyecek, yol parası dilenmiyor, ailecek İstanbul'da oturuyorlar, evde hayli şişman, çok sevecen ana, akşamcı, küfürbaz, dangalak baba (bunlar evin içinde paçalı sadrazam donuyla gezinip minik kızlarını yıllar ve yıllar boyunca erkekten nefret ettirirler), sakalı derbeder, tepesi açılmış, biraz haylaz ama yüreği pırıl pırıl ağabey. Bu da kendine göre bir cehennem işte, hem Fazilet neden daha regl olmadan devrimci oldu ki?

Necdet uzun uzadıya anlatmadı ama, belli ki birkaç silâh atmışlığı var, birkaç "bombalı pankart" eylemi, belki kahve taramadı ama "tarama ucu" nu (!) taşıdı, banka soygununda kaldırım dibinde, arabanın içinde, motoru çalışır arabada erketeye yatmışlığı da mümkün… Hiç kimseyi öldürüp yaralamadığı muhakkak ama, (yoksa o haltı da mı yedin bacım?), örgüt mörgüt belâsına yapıştırıvermişler sekiz yılı kızcağıza, dama çocuk girmiş… Gene çocuk çıkmış! (Üçte biri "infazdan" silinmiş, hesap kitap aslında sekiz yıl değildir yediği, gün ışığını 2000 yılında falan görmesi gerekiyordu ya, gene de 1980-1988 arası yaşanmamıştır!)

Ettiği üç slogan, dört ezber cümlesi, dön dolaş aynı kalıplar, garibim ne dünyayı tanıyor, ne erkeği, ne tarihini, ne coğrafyasını. Bir takım sarkık bıyıklı dangalaklarla birlik, bunlar devrim yapacaklar, yaptıkları devrim değil, ancak "daêvrim" olacak. Toplasan üç bin kişi çıkar ya da çıkmaz, kimin hangi kapının ardından kurduğu belli olmayan (ya da çok belli olan), boylarının hayli üzerinde bir oyunu, üstelik çirkin ve fazla kanlı bir oyunu oynayıp gidiyorlar o sıra, önlerinde, artlarında, hele yanlarında kimse yok, halk kara yoksulluğun, ömür boyu bulgura talim etmekten ileri gelen sarsaklığın sarmalında, gün gelip sınıf değiştirme umudunu henüz yitirmemiş, bunlara dönüp burun bile kıvırmıyor, bunlar devrime kalkıyorlar. Bin dokuz yüz yetmişlerin sonlarıdır, Fazilet ortaokul öğrencisi, belki lisenin ilk basamaklarında, okuduğu da boktan bir "mektep", Şehremini Kız Sanat, İstiklal, Eyüp Lisesi falan, tarihçi raporlu, edebiyat boş geçiyor, Fazilet'in dağarcığı herhangi bir düzgün ülkede sekreterlik bulmaya yetmez, Fazilet devrim yapacak.

Sekiz yıl çayını "komuna" parasıyla demlemiş, havalandırma saati dışında "göğün bu kadar mavi, yeryüzünün bu kadar güzel" olabileceğini unutmuş, karanlıkta, tepede kırk mumluk çiğ ampul yanmadan uyunabileceğini bilmemiş, bu arada kim bilir kaç arkadaşın dostluk kılıfı giydirilmiş öpüşüne koklamasına, poposunu memesini şaka yollu mıncıklamasına "hedef" olmuş, geceleri komşu ranzalardan yükselen boğuk çığlıkları dinlemek zorunda kalmıştır. Sabaha doğru apış arası ter içinde uyanıp tırnağı ta dibinden kesilmiş kısa parmaklarını oraya götürür müydü, Necdet kızı üzmemek için artık o kadar ayrıntıya girmemiş ama, ben biliyorum uyanmazdı. Hiç bilmediği, hiç yaşamadığı bir şeyi yaşamadan, bilmeden silip atmış, beyninin en diplerine tıkmıştı.

Hayatında içki içmemişti, devrimci içki içmezdi, hem yaşı içki içecek kadar değildi, ama devrim yapmaya uygundu!

Akşam ezanıyla evinde olmak zorundaydı, çamaşıra bulaşığa yardım edecekti, babasının terliklerini koşup getirmek de görevleri arasındaydı, abisinin arkadaşlarına kahve pişirmek de. Fazilet evde köle, dışarıda devrimciydi işte, gündüz "bacı", gece kız çocuğu.

Fazilet'in bacakları kalın, meme uçları kişiliksiz, daha kararmamış, koltuk altı sık tüylü, ayakları büyükçe, ayak parmakları tombul, tırnakları dibinden kesiliyor, belki el tırnakları kemiriliyor, Fazilet boya nedir bilmez, boya bir burjuva alışkanlığıdır, kadını "mal" düzeyine "indirger", oysa "daêvrimci kadın" dediğin şekilsiz, pis, bakımsız olmalı, öyle değil mi, zaten kadın da olmamalı da kız olmalı, "cinsi münasebet" ne ayıp şey, hem insan insanı şeyeder mi yahu? Dünyada ne vicdansız herfiler var, beğendikleri sevdikleri kızın içine girmeye çabalıyorlar, ayıp denen bir şey vardır be!

Bacı, o cigara dumanının insanın üzerine bulut bulut geldiği, eli ayağı titrek gemi arslanlarının, uçkurunun düğümü bir türlü bağlanamayan çatlak karıların içlemsel nedenselliğin eytişimsel özdek boyutlarının sorunsal sarmalında var olmanın dayanılmaz örgenselliği gibi dangalakça lâkırdılar ettiği yerleri bilmez. Onun şaşkınlığı bir başkadır, oligarşinin diktasında halkların kitle çizgisinin bayrağının yükseltilmesinin tarihsel süreç içinde somut sorunsal eylem düzeninin Türkiye genelinde teorik ve pratik izdüşümü falan gibi… Sonuçta iki ayrı kol veren bu iki ayrı dangalaklık türü aynı kapıya… çıkmazlar, biri meyhaneye, biri işkenceye açılır ne yazık ki. Biri gecenin ileri vaktinde leş gibi rakı kokan seyrek sakallı bir ressam bozuntusunun çarşafları iki haftadır değiştirilmemiş, yanı başında kirli içki bardakları dizili yatağına, öteki bir ranzada üç kişinin hayatta kalmaya uğraştığı, erkek acı kadınların koğuşuna.

Bir dergi, mahpus damında yaşayan kadınların cinsel sorunları yollu bir kapak konusu hazırladı da bacıların demediği kalmadı, yok efendim onlar yıllardır mahpusluğu bir bayrak gibi taşımışlar da akıllarına bir gün erkek düşmemiş, dahası, sen toplan sekiz dokuz bacı, Necdet'in çalışma odasını bas, neymiş efendim, bu öyküyü "derhal keseceksin", daêvrimci düzüşmez Necdet arkadaş!

Necdettir, bu tutumunuz demokratlığın neresine sığar diyecek oluyor, cevap, ya da onların diliyle "yanıt" şu: Zaten Türkiye'de demokrasi var mı ki?

Türkiye'de demokrasi yoktur, dolayısıyla daêvrimci bacılarımızın demokrat olmasına da gerek yoktur!

Erkek gövdesine dokunmalarına hiç gerek yoktur, devrim olunca bütün kadınlar emir komuta zinciri içinde orgazm olacaklar, kendilerine devlet tarafından boşalma olanakları sağlanacaktır! Emeğin sömürüsünü yok eden devlet, kadın bedeninin böyle çirkin ve de "şen'î" emellere alet edilmesini de ortadan kaldıracak, parti merkez komitesinin direktifleri uyarınca kadınlara, "örneğin meselâ", sarışınlara her ayın ilk pazar günü, esmerlere çarşamba geceleri, şişmanlara on beşte bir, sıskalara resmi tatil ve bayram günlerinde boşalma izni çıkacaktır.

Dalga geçtiğimi sanıyorsanız pek yanılırsınız, bu kafada olan dangalak çok.

Tabii, boşalmak, "gelmek" falan gibi lâflar da çok ayıp olduklarından, resmi dilde buna "bireysel cinsellik çizgisinin doyuma ulaştırılmasının kitle çizgisiyle uyum içinde kuramsal düzeyden pratiğe uygulanması" gibi bir kulp uydururlar, hiç merak etmeyin!

Ustam George Orwell, o dehşetengiz "1984" te, Julia ile "esas çocuğu" seviştirir, filminde John Hurt ile kimdi, Helen Myrrhen mi şimdi hatırlamıyorum, "Ne kadar çok erkekle yattıysan o kadar çok seviyorum seni" der çocuk Julia'ya, kadınların kocalarıyla "partiye karşı görevimizi yerine getirelim" sloganı "atarak" yattığı bir düzenin çok acımasız, çok hınzır eleştirisidir.

(Sonunda Julia onu, o da Julia'yı satar, partinin dediği olur ya, bu da başka bir buruk küskünlük Orwell'den, ayrı hesap.)

Bacı direnemedi. direnmesi olacak iş değildi, bilmem neresine şişe ağzı ya da cop ucu sokulmuş kadın, elbet günün birinde ya gerçek erkek etinin tutkulu coşkusunu, ardından yorgun dinginliğini yaşıyacak, ya da soluğu Rahmi Duman'ın kliniğinde, parası pulu olmadığından da SSK Hastanesi'nin poliklinik kuyruğunda alacaktı, akıl ve sinir hastalıkları servisi, pazartesi perşembe, saat dokuzdan onikiye kadar, muayene süresi dört dakika, neyiniz var hanımefendi, geçer geçer, size librium yazıyorum, akşamları yatmadan içiniz, ne bunalım kalır ne erkek isteği.

Yok yahu? Fazilet sonunda teslim oldu. "Hızlı" ya teslim olmadı, hayata teslim oldu. Doğaya, doğallığa, yaşamaya teslim oldu. Pek de iyi etti. Şimdi saçını yıkayıp tarıyor, iki yandan içe doğru kıvırıyor, belki berbere de gidiyordur arada sırada, parası yettiği kadar, tırnağını boyamaya başladı (esmerdir, koyu kırmızı, sedefli beyaz iyi gider, Fazilet tutup da çingene pembesi, lacivert, çürük yeşil, yıldızlı siklamen sürecek kadar kıro değil, ne de olsa İstanbul kızı), bacağının tüylerini hamamdan önce yolmaya başlamıştır, içi sıkılıyor, nefret ediyor bu işle uğraşmaktan amagizliden giliye korkunç bir keyif duyduğunu da kendinden saklayamıyor, ayakları gene azıcık kaba saba ama, boyanınca "idare ediyorlar" işte.

Boynunda gerdanlık belki taşlı maşlı değil (belki değil, hangi parayla alacak kızcağız taşlı gerdanlığı, baba harçlığıyla mı, "plasiyerlik" ücretiyle mi, Hızlı'nın üç kuruş maaşıyla mı) ama renkli, pek de hoş. Fular mular da takmaya başladı, T-Shirt'ü gene kara, ama sanki bedenine daha bir sarılıyor, meme uçları öpüle mıncıklana kafalarını kaldırmaya, kimliklerine kavuşmaya, kişiliklerini bulmaya başladılar, baldırları akşamları tatlı tatlı sızlıyor, sevgilisinin eşek gibi ısırdığı omuzun çürüğünü anasına göstermemek telâşındadır şimdilerde.

Ulan iyi be Fazilet, ulan aferin!

Burnu nasıl hafifçe kalkık, dişleri sağlam, kaşları sağını solunu düzeltirse basbayağı alımlı, gözleri çok koyu kahveringinin karaya kaçanıdır, pek de etkileyici, teni buğdayın esmeri, hiç de fena değilsin bacı, hadi gene… Aslında hiç de fena değilsiniz, azıcık uğraşsanız hiç de fena olmayabilirsiniz bacılar… Azıcık beyninizdeki gri, sümüksü hücreleri kullanabilseniz…

Büyükanneleriniz oysa ne kadar alımlı, ne güzel kadınlardı, Clara Zetkin, o Basel'da düzenlenen sosyalist kongresini allak bullak eden müthiş kadın, Aleksandra Kollontai, merkez komitesinbde yatmadık hergele bırakmayan "süper babaanne"! Kaşları alınmış, neredeyse yok, dudaklar dolgun, burun kalkık, kalça göbek maşallah değirmen taşı gibi, göğüsler kitle çizgisinin bayrağını daha da yükseltmek istercesine fırlıyorlar yerçekimine hiç aldırmadan!

Bu zilli bir de bahriyeli bulmuş, çocuk kızıl muhafız, limanda demirli Aurora gemisinde tayfalık yapıyor, hani şu darbe gecesi Kışlık Saray'ı topa tutan zırhlının "mürettebatından", sivri burunlu, çakır gözlü bir Rus bitirimi, sakalını da inadına kesmeyip iki günlük iki günlük bırakıyor, 1988 modasını 1917'den bilmiş gibi. Aleksandra buna tutkun, sırılsıklam âşık, gidip gidip yatıyorlar.

Merkez komitesinde aradınsa bul haspayı, önemli bir toplantı yapılacak, imzalanması gereken evrak vardır, Vladimir İlyiç soruyor, yoldaş Kollontai nerelerde?

"O şimdi bahriyelisiyle yatıyordur" diyor, galiba Zinoviev, azıcık kızgın, çokça da kıskanarak. Viladimir İlyiç gülüyor, Viladimir İlyiç Ulyanov, kimi zaman Lenin adıyla da çağrılır. "Ses etmeyin" diyor, "yatsın kaklsın varsın."

Viladimir İlyiç o devrimin önüne insanlar dangalak olsun diye düşmedi ki, insanlar insanlıklarını daha iyi yaşayabilsinler, açlık, yoksulluk, umarsızlık, umutsuzluktan, insanın insan olmasını engelleyen bütün rezilliklerden daha doğmadan kurtulmuş olsunlar da günün birinde, şanlarına yakışan işlerle, sanatla, bilimle uğraşabilsinler, bedenlerinin türküsünü rahat rahat, doya doya, akıllarına estiği gibi çağırabilsinler diye düştü. Öyle diyor.

Aleksandra bahriyeliyi seviyorsa onunla yatar da kalkar da, iki gönül bir, el ne karışır buna? Olga da Boris'le yatar, Sofiya da İvan'la, Elizabeth George'la, Maria Gonzalez'le, Helga Hans'la, Ayşe de Ahmet'le… İşte o kadar!

Gel de bizim bacılara anlat. Onlar Lenin'den daha Leninisttirler.

Bir okuyucu sohbetinde, artık bilmem Gazeteciler Cemiyeti'nde, bilmem Kadıköy Gençlik Kitabevi'nde, Bimem Bilsak'ta, bilmem yolda sokakta, bana "Feministler hakkında ne düşünüyorsun?" deyip de çalişkilerimi "irdeleyen" bağyan!… Bilmem sizi tatmin edebildim mi? Heh he…

diYorum

 

62
Derkenar'da     Google'da   ARA