Cihan Demirci - 2006
Künye - Cihan Demirci, Türkün Türkten başka Düşmanı Yoktur, Bulut Yayınevi, 2006
1 Şubat 2007 tarihindeyayınevi tarafından siteye eklendi
Dam üstünde gözüm dalıyor… Daha doğrusu biraz buğulanıyor… Hafiften göz nezlesi mi oldum ne? Yooo… Epey eskilere gidiyorum da ondanmış… Gözlerimizin biraz nemleneceği o günlere…
1970'li yıllar. Yaşanan karambolün pek farkında olmayan, henüz o kelimeye dili bile dönmeyen bir halkın söyleşiyle; "Anarşit" durumlar yaşanıyor ülkede. Siyasi ve karanlık cinayetler, katliamlar, bombalamalar, eylemler, grevler, lokavtlar. Sokaklarda bitmek bilmeyen çatışmalar. Kardeş kardeşi vuruyor ama silâh satıcısı hep aynı adam!
Adam kurnaz hem sağa, hem sola silâhını satıyor ve o silâhlarla sağ-sol birbirini vuruyor. Ülke karanlık bir kıskacın içinde ama bir yandan da bugünle kıyaslanmayacak kadar dinamik, cesur ve en önemlisi her şeye rağmen ülkesinden hâlâ umutlu. Eğer Bir darbe olmasa o karanlığın içinden yolunu belki çok sağlıklı bir şekilde bulacak. Evet, biraz daha acı çekecek ama sonrasında yırtacak o karanlığı. Neden derseniz, çünkü insanlarımız bugünkü kadar "kirli" değil o zamanlar…
Ama bu karanlığı halkın kendi gücüyle aşmasına bir kez daha izin vermediler… 12 Eylül 1980 sabahı insanlar, sabah 05'te sokağa çıkma yasağıyla uyandı. Bedelini koskoca bir halkın ödeyeceği karanlık bir "darbe" daha olmuştu… 13 Eylül günü devlet başkanlığı görevini üstlenen Orgeneral Kenan Evren ülkeyi "kurtarmıştı!"
Nasıl olduysa sağ-sol çatışması bir gecede bıçak gibi kesilmişti! Demek ki bu çatışmaları pompalayanların asıl amacı bu darbenin gerçekleşmesiydi. Darbeyle birlikte içine kapanan bir ülke resmi çıktı karşımıza. 5 generalin elindeydi artık koca bir ülke… O vakitler 18'e yeni adım atmış, üniversiteye tam darbe günlerinde girmiş taze bir üniversiteli olarak karşımıza 1982'de "YÖK" denilen ucube çıkarıldı. Ortalık sahte "Atatürkçü" ve sahte olmayan "gerici" kaynamaya başladı. İşte böyle bir zamanda 1981 yılının Ocak ayında İstanbul Kadıköy'de bir çizer meslektaşla açtığım karikatür sergisi ortalığı kaplayan bu "sahte Atatürkçü ve gericilerle" ağır şekilde dalga geçen karikatürlerden oluşuyordu…
8 Kasım 1982 tarihi de gene bu toplumun yakın tarihindeki karanlık günlerden biridir. Çünkü Türk halkı o gün, bu darbenin, özgürlükleri tamamen yok edip, 25 yıllık karanlık süreci başlatacak olan bir "Anayasa" ya tam yüzde 90 oyla "evet" demişti…
Bir kez daha "asker" tarafından kurtarıldığını zanneden bu asker toplum, bu Anayasaya yüzde 90'lık bir oranda evet derken kendini bitirmişti aslında. "Asmayıp da besleyelim mi" günlerinin ve postal endişesinin içinde kendine has güzellikleri bir bir yitiren bir toplum tam çeyrek asrı geride bıraktı.
Darbelenmişti gençliğimiz… Postacı değildi gelen, postalcıydı ve son yirmi yılda kapıyı üçüncü kez çalmıştı o postalcı! Bir denbire sipsivri kalakaldık o zamanlar henüz globalleşmemiş dünyanın ortasında… Moğolların o güzelim ezgisi; ıssızlığın ortasında gibiydik. Paşa paşa içip çaylarımızı bir güzel de konseylendik! Bol konseyli günlerden geçtik.Konseptimiz konseydi!
Sonra o darbenin ekmeğini bir tontona ihale ettiler. O tonton ki, belleği zayıf olanlar için bir kez daha anımsatılır; ya da hiç bilmeyen bir kuşak için ilk kez vizyona sokulur; tıpkı şimdilerdeki bir muhterem gibi İMF'nin önünde taklalar atarak, parendeler çevirerek para dilenirken aradan üç yıl geçmedi ki, tez vakitte iktidarda buluverdi kendini… 12 Eylül'ün omuzları kalabalık o yıkıcı rüzgârını da arkasına alarak yıkıp da geçiverdi ne kadar ilke ve ne kadar değer varsa… Usame Bin Ladin halt etmişti yanında…Onun memuru işini bilirdi artık, rüşvetini yer, en paşasından köşesini dönerdi… Dört eğilim dediler o vakitler, bu belleği gaydırı guppak topluma en bolundan bir elbiseyi dört bir tarafından bir güzel giydirdiler! O elbise ki, o topluma bol geldi, içinde kaybetti insandan yana olan tüm değerlerini. O toplum ki o bol elbisenin içinde yitip gitti. Kumdan kulelerimizi, kumdan kalelerimizi yıktılar bizim…
Ülkeye el koyup ülkeyi kurtardığını söyleyen zat-ı muhterem bir süre sonra sadece ve sadece kendini kurtarıp güneye palet açtı… Ülkenin robot resmini yapacak zannettik önce ama o insanları robot yapacak bir düzeni tercih etti sadece… Postal darbesinin üzerine fırça darbeleri çekerek kapatmaya çalıştı bir beyaz tuvalin üzerindeki o yırtık resmi. Ama resim o kadar resmiydi ki, onun fırça darbeleri asla kapatamadı o karanlık ve yırtık resmi. Beyaz boyaları boca etse de üstüne nafileydi, o emrindeki beyazları sürdükçe tuval daha da kirlendi. Ülke daha da yağlı bir boya kokar oldu! Kurtarmaya çalıştığı bir tuval onca fazla boyayı kaldıramayıp tam orta yerinden delindi! Adam gibi bir ülkede olsaydı o tuvali ortasından delen kişi, bu yaptıklarının karşılığını elbette "ressam" olarak almayacaktı… Ama bizler onun resmindeki yüzlerce yanlışı bırakıp, gazete bulmacalarındaki resimlerin dokuz yanlışını bulmakla avunduk her Pazar günü…
Oysa "postal" konmasaydı ülkenin gelecek günlerine, bu ülke bulacaktı kendi yolunu. Oysa aynı silâh tüccarıydı sağına da, soluna da aynı silâhı satan, aynı kişiyi zengin ederek birbirini vuran genç yürekler elbet farkına varacaktı o pis kumpasın. O tüccar ki, 12'den vurup Eylül'ü silâhtan uyuşturucuya terfi etti 12 Eylül sonrasına düşen bir karanlık gecede… Peki ne oldu? Aranan kan bulundu mu? Kan durdu mu? Şehirdeki kanı, şehirden alıp da güneydoğuya yığmak mıydı bu 12 Eylül'ün harcı…
Aradan çeyrek asırdan fazla zaman geçti… Bu toplum başlangıçta kendisi kurtardığını sandığı bu darbenin aslında onu çok daha "gerilere" fırlattığını çok geç anladı… Ya da kaçta kaçı anlayabildi? Her zamanki gibi geç şarj oldu beyinlerimiz! Aradan geçen onca yılda neredeyse bize ait olan her türlü "güzelliği" bir bir yitirdik. Geçmiş darbelerden alınan derslerle, 12 Eylül darbesi çok daha sistemli ve planlı bir şekilde yok etti bir koca toplumu… Oysa özgürlüğünün bilincinde olan, birey olmanın anlamını kavramış toplumlarda, halk darbeye her daim karşıdır ve karşı olmak zorundadır. Darbe dediğin domates değildir seçerek iyisini bulamazsınız… Ama siz ümmet toplumu olmaktan kurtulamamışsanız, hâlâ aşiret düzeniyle yaşıyorsa halkınızın çoğunluğu, hâlâ feodal ağanın eline bakıyorsanız ve dinsel nedenler yüzünden fazlasıyla muhafazakârsanız darbeye karşı olmak gibi bir bilinç size göre değildir… Çünkü birey olamamış bir sürüsünüzdür tıpkı bizim durumumuz gibi. Çeyrek asrı deviren bir süreçte; kendinden hatta gölgesinden korkan, ürkek, tırsak, muhbir vatandaşlar ürettik bu topraklarda. Bu aralar etnik bir kaşımayla çok daha tehlikeli günler bekliyor kendi benliğini yitirmiş bu ülkeyi…
Kendine yabancılaşmış, ülkesinin sorunlarına yabancılaşmış savruk ve kayık bir gençliğe sahip olmasına rağmen genç nüfusuyla övünen bir ülke burası… 12 Eylül öncesinin sabahlara dek okuyan, tartışan, kafa yoran gençliğinden iz bile yok… Gerici güçlerin "Alaturka" bir şeriat düzenine sürüklediği, ırkçı bir milliyetçiliğin her kesimde patladığı bu ülke aslında isteksizce yapılan, sadece göstermelik olan sahte bir AB yolculuğundan da kopma noktasında. O kopuş, bu ülkeyi daha da gerici, daha da kişiliksiz bir uydu yapacak…
Çeyrek asrı geçen bir süre önce geleceğimiz çalındı bu ülkede beyler, bayanlar! Ve bu darbe yargılanamadı! Bu darbenin acıları, yarattıkları sorgulanamadı. Oysa darbesiyle hesaplaşamayan toplumlar döner döner malûm yerini avuçlar!
Ülkeyi çeyrek asır önce fena halde "kurtaran" paşamız bakın geçenlerde çıktığı bir televizyon kanalında şöyle diyordu:" Artık askerden medet ummasınlar, askere gelmesinler. Sokaklara dökülsünler, sivil toplum örgütleri var, çözüm artık onlarda."
Paşamız Bodrum'daki villasından bunca yıl sonra bizimle dalgasını mı geçiyordu dersiniz? Bu coğrafyada sivil toplumu yok eden kimdi diye sormazlar mı adama? Sokaklara dökülsünler diyen bu muhteremin yarattığı düzen değil miydi, sokağa dökülen gencin, memurun, işçinin ensesinde biber gazıyla ve copuyla biten… (Şeriatçılar hariç tabii, onlara gül suyu sıkacaklar ellerinden gelse!)
Beyler, bayanlar! Benim bu ülkede çeyrek asır önce geleceğim çalındı, hükümsüz bir hayat yaşıyorum o günden beri, üstelik o vakitler bu ülkenin sokaklarında kapkaççı filân da yoktu anımsadığım kadar…
Dam üstünde dönüyorum yeniden bugüne… Aşağıda çoğunluğu 70'li yılların sonrasında, 80'li yılların ortasında doğmuş gençlerimiz… Sam Amcalarına açık bıraktıkları göbeklerinden bağlı bir miladın çok çıtır genç kızları, pek parlak delikanlıları… Kendi miladlarını 11 Eylül 2001 sanan USA tişörtlü 'gnc 'insanlar. Global yurttan fizik ve beden sesleri korosu!
Seslenmek istiyorum onlara; Arkadaşlar, heeeey meeen, heeeey girls, hiiiii boys! Çocuklar sizi birileri fena halde kandırıyor yaaaa! Bu ülkenin medyasında artık pek bulamazsınız benim gibi farklı günde çıkan sesleri ama şunu bilin ki; çeyrek asır bile geçse bizim buralarda milad hâlâ; "12 EYLÜL" arkadaşlar!
Arkadaşlar; içinizde hiç duymamış olanlar olabilir, mümkündür ama en azından şu tarihi bir kenara, bir köşeye yazın, eğer belleği olan hâlâ kaldıysa onun belleğinin derin dondurucusunda bir süre de olsa saklayın. O tarih ki:12 Eylül 1980'di… Bu ülkede artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı, olmadı da…
Cihan Demirci'nin kitabini daha önce okumamistim, okudugum bölümlerin cok iyi oldugunu ve özellikle iki kusak arasinda miladi cok iyi tahlil edip (kendi de yasadigi icin tabii ki) düzgün bir yazim diliyle anlatmis… Yazar arkadasi tebrik ediyorum, ellerine saglik diyor ve calismalarinda basarilar diliyorum…
Birol Koldas - 28 Haziran 2008 (21:39)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.