Patronsuz Medya

Amacıma Ulaşamadım

Caner Berker - 4 Şubat 2003  


Okuma yazmayı bilmiyordum kitap okumaya alıştığımda. Şimdi geriye dönüp de baktığımda, sobanın kenarında annemi ve dört çocuğunu görebiliyorum.

Çizgi resimli romanları, resimlerini göstererek bize okurken içim içimi yerdi neden ben hâlâ okuyamıyorum diye. O hız ve hırsla ilkokulumun ilk iki ayında okumayı öğrendim sayılır. Şimdi hatırladım ilk okuduğum romanı. Pal Sokağı Çocukları idi sanırım adı. Kahramanın ismini de çok iyi hatırlıyorum, çünkü o bendim zaten. Adı Nemeçek idi.

Tüm ilkokul, orta okul, lise ve üniversite yıllarım abartılı bir okuma çabasıyla geçti. Deli gibi hayal kurardım ve hâlâ kendimi sırıtan bir yüz ile hayal kurmayı bitirmiş bir halde yakalıyorum.

Ne okuduğumu, ne zaman okuduğumu bilmeden okuduğum çok zamanlar oldu.

Üniversite zamanlarımdaki yaz tatillerim unutamadığım zamanlar olarak hep aklımda kaldılar. Sabah ezan okununcaya kadar kitap okuduğum, akşam ezan okununcaya kadar da uyuduğum, tek sıkıntımın o gece okunacak kitapların temin edilmesinden ibaret olan, mutlu ve huzurlu yıllarımmış onlar. Kitap okumanın getirdiği bilgi-kültür avantajı ile de hep arkadaşlarım arasında iyi bir yerim, sıkı ilişkilerim oldu. Ama gençlik yıllarıma dönüp baktığımda, hayata karşı bir duruşum olduğuna dair izler göremiyorum ben. Dürüstlük, verilen sözü yerine getirme, saygı, sevgi, bazen de korkunç bir öfke ile aslında erdemlerin bir kısmını sahiplenmişim ama hayata karşı bir tavrım olmamış.

Mezuniyet, askerlik gelip geçti. Sanırım hayatımın ikinci yarısındayım. İş hayatının labirentlerine uyum sağlayamadım. Benden beklenenler ile hissettiklerimi bir türlü eşleştiremedim, kendime yediremedim. En yakın arkadaşım sayesinde kısa bir süre önce 'masumiyetimi yitirdim'. Bu hayal kırıklığım herkese ve her şeye karşı beni tamamen kuşkucu kıldı. Kendime en son ne zaman mutlu oldun diye sorduğumda gözümün önüne çok önceleri geliyor.

Siz hiç bir babayı, gecenin saat 3'ünde, kucağında 4 yaşındaki ölü oğlunun bedeni ile evine gitmeye çalışırken gördünüz mü? Ben gördüm. Yüzündeki ifadeyi unutamıyorum. Ağlamak istiyor, bağırmak istiyor fakat sesini çıkaramıyordu. Gözlerindeki sessiz yaşlar çektiği acının dehşetinin, bu yükü kaldıramadığının çığlığı gibiydi.

Soğuk evimizin banyosuna soktuğum bir masanın üzerinde, uykusundan uyandırıp getirdiğim hoca ile birlikte yıkadık 4 yaşındaki yeğenimin çıplak bedenini. Hem ağlayıp hem de yıkayıp 'ne kadar da boyu uzamış' diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Babaannem de öyle olmuştu. O küçücük kadın gitmiş, yerine iri yapılı ağır bir insan gelmişti sanki.

Yeğenimi gömerken farketmiştim ki, bu kadar basit, bu kadar hızlıydı işte. 14 saat önce yaşıyor olmanın bir anlamı yok. Kısa bir süre sonra, bir daha hiç olmamak üzere sahneden indirilebiliyoruz.

Zaten 3 ay kadar sonra da en yakın arkadaşım vefat etti. Oturduğu apartmanın enkazının başında 3 gün bekledim. Belki o da diğer sağ çıkartılan 11 kişi gibi kurtulabilirdi. Fakat, tanınmayacak haldeki o cesedin sağ baş parmağındaki, işaret parmağının tırnağı ile sürekli çizilerek oluşturulan yara izini görünce hemen uzaklaştım oradan. Belki de o değildir diye söylüyorum hâlâ kendime, o değildir.

36 yaşındayım ve şimdilerde hayata karşı bir duruşu ancak oluşturmaya başladığımı düşünüyorum. Bir nihilist gibi her şeyin anlamsız olduğuna inanıyorum. Doğum ile ölüm arasında sıkışmış, aslında çok kısa hayatlarımızı nasıl geçirdiğimizin de bir öneminin olmadığını düşünüyorum. Sonunda ölüm oldukça, çekilen acının, sıkıntının, kederin de, sürülen sefanın da bir değerinin olduğuna inanmıyorum.

Esas olanın bu hayatta ihtiyacı olan bir insana yardım edebilmek, bir çocuğu sevindirebilmek, onların gözündeki sevgiyi mutluluğu rahatlamayı görebilmek diye düşünüyorum. Yapılan bir yardımın, iyiliğin boşa gitmediğini, tüm hepsinde en azından bir insanın kısa bir zaman için de olsa mutlu olduğunu biliyorum.

Kendim için ise, doğduğum büyüdüğüm, yaşadığım bu Anadolu şehrinin, bu kasabasında, 60 yıl 70 yıl öncesine, geriye gitmek istiyorum. Siyah beyaz fotoğraflarda, enstantaneye gülümseyen o biryantinli saçlı erkekler ile, hepsinin şişmanca olduğunu düşündüğüm o kadınları, atalarımı, soyumun benden önceki bireylerini yaşarken görmek istiyorum. Bugün yürüdüğüm, ıslandığım bu yolların, çocukluğumda futbol oynarken düşüp dizimi bir taşa çarptığımda acı içinde 'yemin ederim ki bir daha futbol oynamıyacağım' dediğim halde tutamadığım, evimizin bahçesini, o insanlar yaşarken olduğu haliyle görmeyi çok istiyorum.

Tatile çıkmak, çok sıcak bir yaz gününde, Anadolu'nun bir kasabasından, bir köyünden geçerken durmak ve kır kahvesinde çayımı içerken, yaşlı bir insanla konuşmak istiyorum. Onu dinlemek ve dinlerken hayatına, özlemlerine acılarına ve sevinçlerine şahit olmak istiyorum. Onu anlamak istiyorum. Herkesin bir hikâyesinin olduğunu, ama yaşanan yerler ve zamanları dışında tüm 'hayat'ların temelde aynı olduğunu, bizi farklı kılan şeylerin aslında sadece 'hissedişlerimizde' olduğunu ondan da duymak istiyorum.

Elbisenin, bedenin bir kabuğu olduğu gibi, bedenin de ruhun bir elbisesi olduğunu, bedenin ve elbisenin ilişkileri belirlememesi gerektiğini biliyorum. Bedene ve elbiseye özen göstermenin kendine ve diğer insanlara olan saygıdan kaynaklandığını düşünüyorum.

Lakin bunlardaki abartılı özen ve değişiklik çabalarının, karşısındaki insanları aslında aldatmaya çalışmak olduğunu söylemeye cesaret edebildiğim gün, benim gibi düşünenlerin de olduğunu farketmeyi, gizli gizli kendime 'bak senin gibi düşünenler de var deli ve yalnız değilmişsin' diyebilmeyi çok istiyorum.

Ha, bir de çocuğum olsun, soyum kuşaktan kuşağa devam etsin istiyorum.

Bir kısmı bu işte amaçlarımın.

Yorumlar

Aynı amaçlar aynı kaygılar hayata aynı bakış açısı… Yanlız değilmişim meğer.

Dilek Sağkan - 1 Haziran 2008 (00:06)

Sevgili Yazar, Nihilist gibi her şeyin anlamsız olduğunu düşünüp neden böyle bir yazı yazdınız? İstekleriniz ve özlemlerinizin anlamlı bir şekilde gerçekleşmesini diliyorum.

Bahadır Özaydın - 16 Eylül 2010 (17:19)

CAN-ER… Candan arkadaş! Yorucu değil mi adını yaşamak, değişmez bir kader gibi. Zor değil mi HAYAT derken ÖLÜMDEN bahsetmek? Anlaşılmaz değil mi geleceği geçmişte aramak? Soru sorarken cevap vermek. Cevabını sorularda aramak. Aydınlığı karanlıkta görmek… Susarken çığlıklara boğulmak… Sessiz sessiz haykırmak. Göz yaşı dökerek gülmek ya da kuru kuru ağlamak. Olması gereken neydi de, olana bu kin - nefret. Soru sorarken cevap vermek gibi olmasın ama neydi HAYAT?

Caner - 14 Mayıs 2011 (02:47)

diYorum

 

81
Derkenar'da     Google'da   ARA