Burak Eldem - Marduk'la Randevu
Künye - Burak Eldem, 2012: Marduk'la Randevu, İnkılâp Yayınevi, 600 sayfa
Başlangıcından tam olarak emin değiliz; ama en azından ilk neolitik yerleşimlerin dünya üzerinde ortaya çıkmasıyla birlikte, atalarımızın gözlerinin gökyüzünü sürekli taradığını biliyoruz.
Saptadıkları gök cisimlerini düzenli olarak gözlemleyen; onları yakından tanıdıkça da gece göklerini izlemelerini kolaylaştıracak düşsel bölgeler tasarlayan ve her birine özgün isimler veren bu insanların uzaya duydukları yoğun ilgiyi, nedense mistik ve ezoterik bir yaklaşıma bağlama eğiliminde olmuşuzdur hep.
Onların gerçekten neler düşündüğünü, neler hissettiğini anlama; gökyüzünü dikkatle izleyen atalarımızla bir anlamda empati kurma çabaları, oldukça yenidir. Yine de hâlâ onlardan bize dek ulaşan garip ve çoğu kez anlaşılması güç metinlerde yazanları "dinsel" bir temele oturtma alışkanlığı; bize fazlasıyla fantastik görünen hikâyeleri "mitoloji" başlığı altında sınıflama eğilimi oldukça yaygındır.
Çünkü bugün sahip olduğumuz (ve her fırsatta öğünmeyi ihmal etmediğimiz) uygarlığımız, bambaşka bir evren yorumuna sahiptir. Bilgi birikimini sonraki kuşaklara aktarmaya yarayan eğitim kurumumuz, bu evren ve tarih anlayışıyla ilgili olarak binyıllar içinde yavaş yavaş biçimlenen önyargıları, daha çocukluğumuzdan itibaren belleğimize yerleştirmeye başlar. Çoğu kez, şaşırtıcı derecede muhafazakâr ve katı önyargılardır bunlar.
İlkokul yıllarımda, öğretmenlerimizin tarih dersinde "Eski insanlar dünyanın bir öküzün boynuzları üzerinde durduğuna inanırlardı" dediklerini hep anımsarım. O çocuk aklımızla uzak atalarımızı fena halde küçümsememize neden olan bu "ilkelliğin" aslında bahar ekinoksunda güneşin Boğa Burcu hizasına denk geldiği bir dönemi vurgulayan farklı bir "çağ işaretçisi" olduğunu çok sonra öğrenecektim.
Yine o masum ilkokul günlerinde "dünyanın bir tepsi gibi düz" olduğuna inanan cahil eskiçağ insanlarından söz edilirdi bize. Merkezinde dümdüz bir dünyanın olduğu; güneş, ay ve diğer gök cisimlerinin onun çevresinde döndüğü bir evren anlayışını yıkmak için "aydınlanma çağı" bilginlerinin nasıl uğraş verdiği anlatılırdı.
Ama aynı yıllarda "Fen ve Tabiat Bilgisi" derslerinde, dünyanın yuvarlaklığını ortaya koyan en basit göstergenin, kıyıda oturup, uzaktan gelen bir gemiyi gözlemekle fark edilebileceğini de şekillerle gösterirdi öğretmenlerimiz. İlkin dumanlar, ardından direkler ve baca, son olarak da gövdenin görünmesi, dünyanın yuvarlak olduğunu anlamak için yeterliydi.
Haydi dumanları bir yana bırakalım; buharlı gemi çok yeni bir teknoloji. Ama direkler, yelken ve gövdenin ortaya çıkmasına dikkat ederek yapılabilecek bir gözlemi uzak atalarımızın becerememesi, çok şaşırtıcı gelirdi bana. Hiç değilse, "ay tutulması" sırasında, dünyanın ay üzerine düşen gölgesinden, onun yuvarlaklığını fark etmiş olmaları gerektiğini düşünürdüm.
Neyse ki diğer derslerde öğretilenler, boşluğu doldurmamıza yardım ederdi: O denli ilkel ve basit düşünüşlü insanlardı ki atalarımız, doğa olaylarına, güneşe, aya ve yıldızlara taparlardı. Büyük devletler, hatta güçlü imparatorluklar kurdukları dönemde bile bu huylarından vazgeçmemişler; evreni yöneten tek tanrı düşüncesine ancak binyıllar sonra ulaşabilmişlerdi.
Dolayısıyla, bu denli basit bir evren anlayışına sahip insanların, dünyanın yuvarlak olduğunu fark edememeleri doğal karşılanmalıydı.
Sanırım okurlar kendi ilkokul yıllarından benzeri anıları canlandırmışlardır gözlerinde, bu satırları okurken. Ama işin daha ciddi yanı, bu güçlü önyargıların ilkokul çağıyla sınırlı kalmayıp, yaşamı boyunca günümüz insanının beynine çakılmasıdır. Tarihe ve "uygarlık" kavramına bakışımızın ilke ve ölçütlerini belirleyen Batılı düşünce sistemimiz, günümüzde gelinen noktayı "mümkün olan tek uygarlık" olarak görme eğilimini çok güçlü olarak yaşatır çünkü.
Bu, bilimsel edinimlerle ortaya çıkacak gelişmeleri ve bu gelişmelerin toplumsal yapıya uygulanmasını, net bir "çizgisellik" içinde değerlendiren, aslında son derece tutucu bir felsefeden kaynaklanır. Bu felsefeye göre uygarlık yolunda ilerleyen insanlık, zorunlu birtakım aşamalardan geçerek ve bilimsel kazanımlarına yenilerini ekleyerek, sanki ezelden beri var olan bir merdivenin basamaklarını tırmanır:
İlkin mağaralarda toplu yaşam ve sosyal örgütlenmenin ilk biçimi ortaya çıkar; sonra tahıl ekiminin bulunmasıyla tarımın getirdiği olanaklardan yararlanılır ve "yerleşik yaşam" başlar; derken tekerlek bulunur, yük taşıma ve ulaşım kolaylaşır; sonra alfabe geliştirilir, bilgi yazıya dökülmeye başlar; tek tanrı düşüncesi ortaya çıkar ve gerçek merkezi krallıklar oluşur; teleskop bulunur ve gök cisimleri incelenir hale gelince evren anlayışı değişir; barutun kullanımıyla yeni silâhlar üretilir; buhar makinesi bulunur, sanayi devrimi gerçekleştirilir; derken sırayı dört zamanlı motorlar alır, otomobil ortaya çıkar; aerodinamik üzerine çalışmalar yoğunlaşır, uçak icat edilir; nihayet, ampul, radyo dalgaları, atom çekirdeğinin parçalanması ve uzay yolculuğuyla çizgisel tırmanışın basamakları muhteşem uygarlığımızın "modern" düzeyine ulaşır.
Dilerseniz yeni basamakları bilgisayar teknolojisi, soğuk füzyon ve genetik mühendisliğiyle yukarı doğru tırmandırmayı sürdürebilirsiniz. Tıpkı, Sid Meier'in bütün dünyada çok sevilen ve milyonlarca kişi tarafından oynanan ünlü bilgisayar oyunu "Civilization" daki gibidir her şey yani.
Bu düşünce, "aklın yolu bir" özdeyişiyle de inanılmaz bir paralellik içindedir: Aşılması gereken aşamalar, edinilmesi gereken bilimsel deneyim ve kazanımlar sanki çok önceden bellidir ve biz bir yazgıyı izler biçimde, er ya da geç bu basamakları tırmanmaya başlarız. Ancak doğru basamağa erişildiği anda "uygarlık ileri gitmiş" olur.
Bu mantık uzantısında, "falan ülke filân ülkeye göre 100 yıl daha ileri" gibi, rasyonellikten çok pragmatikliğe prim veren "değer ölçüleri" çıkar ortaya. Daha fenası, bilimi egemen üretim ilişkileri ve üretim sisteminin dışında görerek "mutlak ilerleme"nin nesnel temsilcisi düzeyine yerleştirmekle bağlantılı bir anlayıştır bu. Son üç yüz yıldır adeta tapınılır hale gelen "teknoloji" nin, evreni kavramaktaki nesnel ve idealist amaçlarla değil, doğrudan doğruya bilimi kendi "kâr" güdüsü doğrultusunda "istihdam eden" kapitalizmin çabalarıyla biçimlendiğini görmezden gelir.
Bu, sınıf, çıkar grupları ve üretimden daha büyük pay alma kaygılarından bağımsız, neredeyse "tanrı katında" bir yerlere yerleştirilen bilimin; bütünüyle düşük maliyet, yüksek kâr ve daha büyük ölçüde üretim uğruna kapitalizm tarafından hadım edildiği gerçeğini sürekli göz ardı etmekten başka bir şey değildir. "Marka" ların fetiş; "pazarlama"nın yeni din ve "borsa"nın modern tapınaklar haline geldiği "çağdaş" imparatorluklarımızda bilim çoktan teknolojiye kurban edilmiş durumdadır.
Ünlü tarihçi Georg Ostrogorsky, Bizans İmparatorluğu'nu tanımlarken, en yalın haliyle onun üç unsurun bileşimi olduğunu vurgular: Hıristiyan inanç sistemi, Roma devlet geleneği ve Yunan felsefesi. Ben bu formüldeki bileşenleri biraz değiştirerek, bugün "modern toplum" ya da "çağdaş uygarlık" olarak görme eğiliminde olduğumuz Batı anlayışının çekirdeğinin analiz edilebileceği inancındayım.
Bu, Yahudi/hıristiyan (Judeo-Christian) tektanrıcılığı; Yunan düşünce sistemi ve Roma İmparatorluğu'nun askeri/siyasi anlayışından oluşan ve giderek ısrarla "çağdaşlık yolundaki tek alternatif" olarak küreselleşmeye çalışan bir modeldir.
Bugün ekonomik anlamda "teknoloji" denen unsurla üretim sisteminin öznel amaçlarına, siyasî anlamda da devlet-iktidar-bürokrasi üçlüsüne teslim edilen bilim, neyse ki doğası ve varoluşu gereği meraklı, kuşkucu ve "devrimci" olmak zorundadır. Yok edilmeye çalışılan bu kökünün zaman zaman su yüzüne çıkmasıyla bile, dayatılan "çizgisel tarih" ve "uygarlık merdivenleri" anlayışlarının aslında ne denli siyasî ve sınıfsal bir yaklaşımın ürünü olduğu sergilenebiliyor.
Ama Batı uygarlığının, daha net bir ifadeyle günümüzdeki "Roma özlemleriyle yanıp tutuşan" modern kapitalizmin etkileri o denli güçlü ki, bağrından ona antitez olarak doğurduğu Marksist düşüncede bile bu "çizgisel tarih" anlayışının izlerini insanı dehşete düşürecek netlikte hissedebiliyoruz. (Üretici güçlerin "doğal" gelişim sürecine bağlı aşamalar olarak sunulan "ilkel topluluk - köleci toplum - feodal toplum - kapitalist toplum - sosyalist toplum" dönüşümünün Marxist çözümlemedeki biçimsel varlığı bile bunu algılamaya yeterli.)
Uygarlığın bugün gelmiş olduğu nokta, daha ilerisi için de düşgücü uzantısında ipuçları sunan bir tür "yazgı" gibi değerlendiriliyor modern kültürde. Bense, bu "yazgı" yı oluşturan ve insanlığı bugüne getiren değişkenlerin, tıpkı İ.Ö 3150'deki Tufan ve İ.Ö 1650'deki yerkabuğu hareketleri gibi, büyük ve küresel afetlerce belirlendiğini düşünüyorum. Bunu ileri sürerken de, "yazgı" kavramının bilinen en eski kullanımına, "gezegen yörüngesi" anlamına dikkat çekmek istiyorum.
Köklerinin çok daha eskiye, belki Sümer'in bile öncesine dayandığını bildiğimiz Babil Yaratılış Destanı, ilk dizesinden bilinen adıyla "Enuma Eliş", güneş sistemimizin oluşumunu bugün bize masalsı gelen bir dille anlatırken, gezegenlerin kendi yörüngelerine kavuşmalarını da daha önce vurguladığımız gibi, onların "kader tabletleri" ne sahip olmalarıyla bağlantılı olarak ele alır. Bu şiirsel metinde, henüz kararsız denge içinde olan güneş sistemimizdeki gezegenlerin bugünkü bilinen yörüngelerine ilâhi bir müdahaleyle nasıl yerleştirildiklerinin hikâyesini buluruz. Söz konusu müdahale, uzaklardan gelen "Marduk" tarafından gerçekleştirilmiştir:
"… göklerde parlayan yıldız
Başlangıç ve Gelecek onun ellerinde olsun, herkes ona saygı göstersin
Diyelim ki: O dinlenmeksizin yolunu Tiamat'ın ortasından zorla geçirdi
Onun adı Nibiru olsun, Ortayı Ele Geçiren
Çünkü gökyüzündeki yıldızlara yollarını o sağladı
O bütün tanrıların çobanı oldu"
Marduk'un aldığı bu Nİ.Bİ.RU adı, Sümer dilinde "Geçiş Gezegeni" anlamına geliyor. Uzaklardan hızla yaklaşan ve güneş sistemimizde bir dizi çarpışmayla birlikte gezegenlerin yörüngelerini düzenleyen Marduk, Enuma Eliş'te bütün tanrısal kimliğine paralel olarak aynı zamanda bir "gök cismi" biçiminde ele alınıyor. Yani, bir gezegen. Ama işlevi ve yörüngesi dolayısıyla o denli önemli bir gezegen ki bu, Marduk'u iyiden iyiye güçlü bir tanrı, "diğer tanrıların çobanı" haline getiriyor.
Nibiru/Marduk'un kimliğine, hangi gezegen olduğuna değinmeden önce, eskiçağ toplumlarıyla bizim Batılı evren anlayışımız arasındaki en önemli farkın, gelip "yazgı" sözcüğünde düğümlendiğini vurgulamakta yarar var: Yukarıda çerçevesini çizdiğimiz üzere, biz uzaya ve zamana "çizgisel" (linear) bir anlayışla yaklaşıyoruz. Oysa binlerce yıl önceki atalarımız, "döngüsel" (circular) bakıyorlardı evrenin yasalarına.
Aradaki bu son derece temel fark, bizim tarihi, zamanı ve uygarlık kavramını, başlangıcı ve sonu belli olmayan, önceden belirlenmiş bir merdiven gibi görmemiz sonucunu doğururken; sözünü ettiğimiz eski toplumların, başlangıcı ve sonu aynı noktada birleşen döngülere dayalı bir evren yaklaşımı geliştirmeleri anlamına geliyordu.
Bu döngüsellik, ilk başta yarattığı hissin aksine, her şeyin sürekli olarak kendini tekrarladığı (bizim "tarih tekerrürden ibarettir" deyişimize benzeyen) bir evreni betimlemez. Tam tersine, başlangıç ve sonuçlar aynı noktayı işaretlese de, bir döngünün tamamlandığı yerde başlayan yeni döngü, merkezi bambaşka bir düzlem üzerinde olan bütünüyle farklı bir çembere benzemektedir.
Aynı noktaya teğet olan, sonsuz sayıda çember olarak düşünebiliriz bunları. Bu çemberlerin hiç biri bir diğerinin aynısı olmayacak; buna karşılık belli bir "an" da hepsi aynı noktadan geçeceklerdir: Yani, birinin bitip, diğerinin başladığı noktadan.
Bunun zaman çizelgesindeki anlamı (tam olarak doğru olmasa da) eşit uzunluktaki zaman dilimleriyle belirlenen, farklı niteliklere sahip "çağ" lardır.
Dolayısıyla, döngülerin başlangıç ve bitişleri, evrenin bu yapısı içinde kaçınılmaz zaman dilimleriyle belirlenmiştir eskiçağ anlayışında; "yazgı" denebilecek tek olgu budur. Aynı noktaya teğet olan çemberlerin mutlaka bu noktadan (istasyondan) geçmeleriyle aynı şeydir yani. O çemberlerin çapını, bir başka deyişle döngünün uzunluğunu (ya da "yazgı"nın nicel boyutunu) belirleyen unsur da, "kader tabletleri" anlayışında bir örneğini gördüğümüz gezegen yörüngeleridir.
Modern kozmolojinin bugün geldiği nokta, ne gariptir ki eskiçağ uzay ve zaman anlayışını büyük ölçüde doğrular nitelikte. Evrenin ve uzayın "yuvarlak" bir yapıya sahip olduğunu bugün artık net olarak biliyoruz. Uzay eğridir, galaksiler ve güneş sistemlerinin yapıları ve hareketleri eğridir; dolayısıyla, "zaman" da eğridir.
Eğimi aynı yöne doğru olan ve hiç değişmeyen bir çizgi gibi algıladığımız zaman, aslında eğri, dairesel (daha doğrusu eliptik) bir hareketle aynı niteliği taşıyor. Yani tıpkı eskilerin düşündüğü gibi.
Evreni ve uzayı hâlâ, Eski Yunan'dan kalma alışkanlıklarla, üç boyut içinde tanımlanan bir "Euklides Uzayı" olarak görüyoruz. Gözlerimizin önünde, çoğu kez bir kübik evren modeli beliriyor bu nedenle. Böyle bir uzayda, belli bir noktadan, bir diğerine giden dümdüz çizgiler görmeye çalışıyor ve buna "zaman" diyoruz.
Oysa artık anlaşılıyor ki işler hiç bizim bildiğimiz gibi değilmiş! Evrenin "sonsuzluğu" bile tartışma konusu, çünkü bu sonsuzluk ancak sözünü ettiğimiz döngülerin sonsuzluğuna bağlı bir olgu. Evren ve uzay, yuvarlak, eliptik ve son derece hareketli. Bu nedenle, Euklides Uzayı'ndaki gibi, iki nokta arasındaki en kısa yol onları birleştiren çizgi değil. Böyle bir çizgi, uzayın hiç bir yerinde yok; dolayısıyla çizgisellik de yok. Antik çağ toplumlarının bilgeleri de bundan çok farklı bir şey söylemiyorlardı zaten.
(Sayfa 235-242)
Ondokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren matematik ve teorik fizikte atılan adımlar, gerçekten şaşırtıcı biçimde evrenle ilgili kavrayışımızı kökten değiştirecek niteliktedir ama bunların toplum tarafından asimile edilmesi; varılan yeni düşünsel noktaların günlük konuşma diline nüfuz edecek oranda kitlelerce benimsenmesi hiç de sanıldığı kadar kolay değildir.
Georg Feuerstein'ın da dediği gibi, bir bilimsel bulgunun genel kabul görüp insanlığın malı haline gelmesi, bugün varolan sistem içinde en iyimser tahminle 15 ilâ 20 yılı alır. Akademik bilim bürokrasisine takılıp raflarda tozlanmaya terk edilen, reddedilen tezleri saymıyoruz bile.
Bu anlamda, uzayın eğriliği ve evrenin yapısıyla ilgili "yeni" olarak aktardığımız bilgiler aslında ondokuzuncu yüzyıldan itibaren gündemde olan ve tartışılan tezlerle bağlantılıdır. Georg Friedrich Bernhardt Reiman, uzayın aslında nasıl bir yapıya sahip olduğuna ilişkin vardığı sonuçları daha 1854'te bilim dünyasının gündemine getirmişti; ne var ki aradan yüz yılı epey aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen bu bilginin dünya kamuoyuna bütünüyle mal edilebildiğini söyleyemeyiz.
"Riemann'ın küresel uzay tasarımı, evrenimizin gerçek şeklinin de böyle bir uzay olarak düşünülebileceği fikriyle birlikte, bilim tarihinde görülen, alışılagelmiş dünya görüşünden en özgün ve en kökten kopuşlardan biridir.
Yirminci yüzyılın önde gelen fizikçilerinden Max Born şöyle demiştir: 'Bu sonlu ama sınırsız uzay fikri, dünyanın ne olduğu konusunda aklın ürettiği en önemli kavramlardan biridir.' Tuhaftır, Born bunu derken Einstein'ın fikrine bir gönderme yaptığını sanıyordu, zira Einstein evrenbilim alanındaki çalışmasına, Riemann'dan diğer iki temel fikirle birlikte, bu küresel uzay kavramını da katmıştı; söz konusu öteki iki fikirse, uzayın eğriliği (kıvrılmışlığı) ile dört boyutlu bir eğri uzayın betimlenişiydi.
Riemann bütün bu kavramlarla birlikte, daha yirmili yaşlarındayken küresel uzaya -modern evrenbilimciler için aynı derecede ilginç- bir alternatif de bulmuştu: 'Hiperbolik uzay'. Bunları 1854'te, yirmi sekiz yaşındayken, Göttingen'de verdiği bir derste bilim dünyasına sundu. Bugün geriye doğru bakınca, söz konusu dersin modern evrenbilimin doğuşunu belirlediğini açıkça görüyoruz."
Buna rağmen, 1854'te Riemann'ın çığır açan düşüncesi, izleyen dönemde Einstein ve Born'un, Bertrand Russell'ın, William Kauffmann'ın ve nihayet günümüzde Stephen Hawking'in yaptığı katkılarla radikal biçimde değişen uzay kuramlarını "günlük yaşam" içine hâlâ sokabilmiş değil. "Yapısı gereği devrimci" diye nitelediğimiz bilim, bir yerlerde, bir köşede gerçekten akla durgunluk verecek sonuçlara ve bulgulara ulaşmayı sürdürse de, "üretim biçimi ve üretim ilişkileri" içinde, yani "teknoloji" yle paslaşarak, bugün dünyaya egemen olan şirketler imparatorluğunun kâr hanelerini yükseltmeye yönelmeyen hiç bir bilimsel yenilik, kitlelere mal edilemiyor.
Yeniden konumuza dönelim: Uzayın, 2000 yıldır Batılı düşünce sisteminin temeline yerleşen Euklides uzayındaki gibi "düz" değil de "eğri" olması ne anlama gelir?
Sınırlanmış küçük ölçekli alanlar için belli koşullar altında geçerli kabul edebileceğimiz Euklides uzayı içinde, aynı düzlem üzerinde rasgele seçeceğiniz üç noktayla oluşan üçgenin iç açıları toplamı, her zaman 180 derece olacaktır. Bu aslında Euklides uzayının değil, iki boyutlu uzayın, düzlem geometrisinin temel kurallarından biridir.
Ama eğri olan bir uzayda, böyle bir üçgenin iç açıları toplamı 270 derece bile olabilir: Kuzey kutbunda belirleyeceğiniz bir noktadan, ekvatoru kesen iki dikme çizin. Bu iki doğrunun birbirlerine yaptıkları açı da, 90 derece olsun. Yerküre üzerinde böyle bir mantıkla oluşturacağınız üçgen, her açısı da 90'ar derece olduğu için bildiğiniz klâsik kuralları alt üst ederek iç açılarının toplamı 270 derece olan bir ucubeye dönüşecektir; çünkü dünya, her ne kadar yüzeyi üzerinde bir üçgen tasarlanabilse de, küresel bir yapıya sahiptir.
Aynı mantıkla, uzay, evren ve galaksiler arası boşluğa ilişkin yapacağınız gözlem ve hesaplarda da benzeri yanılgılara düşmeniz kaçınılmazdır. Uzay, "bildiğiniz uzay" değildir çünkü.
Belleğimize çakılan bir başka şablon, uzayın tanımıyla ilgili. Yine ta ilkokul yıllarımızdan kalma alışkanlıkla uzayı, "içinde galaksiler, güneş sistemleri ve gezegenlerin olduğu sonsuz bir boşluk" ifadesiyle tanımlarız hep. Sonsuzluğunun son derece tartışma götürür olduğuna değindik. "Boşluk" meselesinin de hiç sanıldığı gibi olmadığı gün geçtikçe daha net olarak ortaya çıkıyor.
Bir yanıyla maddeyi en küçük bileşenlerine ayırma yolculuğumuzda son vardığımız noktada, "parçacık teorisi" nin (Quantum Theory) sağladığı bilgiler sayesinde şu ünlü "boşluk" meselesinin neredeyse bir "şehir efsanesi" olduğunu fark etmeye başladık. Diğer yandan da kozmolojimiz, uzayın hiç de sanıldığı gibi "boş" olmadığını; henüz tam olarak kavrayamadığımız ve niteliğini anlayamadığımız madde ve enerji biçimlerini içerdiğini bize anlatır oldu artık.
"Karanlık madde" ve "karanlık enerji" olarak adlandırılan yeni kavramlar, uzaya bakışımızı hızla değiştiriyor. Bugün bilim adamları, evrenin üçte birinin bildiğimiz maddeden, üçte ikisininse, henüz ne olduğu çözülememiş bu karanlık madde ve karanlık enerji karışımından oluştuğunu söylüyorlar.
"Bu görünmez madde, gördüğümüz yıldız ve galaksilere yaptığı çekimsel etkiler yoluyla fark edilebilir ama kendisi elektromanyetik ışınımın hiç bir türünü yaymaz - ne görünür ışık, ne radyo dalgaları, ne kızılötesi, ne morötesi, ne X-ışınları, ne gamma ışınları - hiç bir şey. Gerçekten görünmezdir. Adına karanlık madde diyoruz."
Böylece, son derece kesin ve değişmez sandığımız bazı çok temel bilgilerimiz de hızla sarsılmaya başlıyor: Uzay, gezegen ve galaksilerin içinde dolaştığı bir "sonsuz boşluk" falan değildir. Hatta, doğrusunu söylemek gerekirse belki "uzay" diye tanımlanacak tek ve homojen, uçsuz bucaksız bir alan bile söz konusu değildir artık. Madde ve enerjinin, varlığından yeni haberdar olduğumuz biçimleriyle tanışıklığımız henüz başlıyor.
"Karanlık madde nedir? Var olduğunu biliyoruz ama ne olduğu konusunda çok az fikrimiz var. Karanlık madde, uzaya dağılmış durumdaki gezegenler veya çok sönük yıldızlar olabilir. Karanlık madde, engin bir atom-altı parçacıklar denizi olabilir. Her ne ise, karanlık madde, evrendeki maddenin çoğunluğunu oluşturuyor."
Eğer madde kütlelerine "ada" dersek, bu durumda söz konusu madde ve enerji biçimleriyle onu saran uzay için de "deniz" benzetmesini yapabiliriz. Yani her şey, eskilerin dediği gibi aslında: Bütün o "çoktanrılı, ilkel" mitolojilere göz atın; başlangıçta evrenin yalnızca uçsuz bucaksız bir "ilksel deniz" (Sümerce'de AB.ZU) olduğu fikrine rastlayacaksınız.
Bu denizin içinde, karaların ve onları çevreleyen havanın yaratıldığına ilişkin temel anlayış, Hopi kızılderililerinden Sümer'e; Mayalar'dan Fenikeliler'e dek her yerde karşınıza çıkacak. Tıpkı bugün, artık "boşluk" olmadığını bildiğimiz "uzay" denen oluşumun yeni yıldız ve galaksileri kendi içinde yaratması gibi.
Şimdi, "dünyanın öküzün boynuzları üzerinde duran düz bir tepsi; gezegen ve yıldızlarınsa dünya çevresinde dönen ışıklar olduğuna" inandıklarından söz ettiğimiz; "korktuğu doğa olaylarını ve güneşi, ayı, yıldızları tanrı sanan" uzak atalarımızın "ilkel çoktanrılı" düşünce sistemlerini yargılamadan önce belki biraz daha düşünmenin yerinde olduğuna karar verebiliriz!
(Sayfa 242-246)
Gerçekten de eğer okyanusun iki yakasında tarihsel izleri görülen, 'dünyanın dönüş hızının yavaşlaması' gibi bir olgu varsa, bu bir tek şeyi gösterir: Dünyanın ekseni ve manyetik kutuplarına yönelik çok şiddetli bir baskı uygulanmıştır. Bunu da ancak çok yakından geçen, ters yörüngeli ve büyük kütleli bir gezegen yaratabilir.
Aslında iki olayın eş zamanlı olup olmaması da çok önemli değildir; her iki anlatı, birbirinden çok uzak zamanlara ait sözlü efsanelerden aldıkları esini kullanıyor olabilirler.
Dikkat çekici olan nokta, Hitit Mitolojisindeki Hahimmas Miti ya da Mısır'da karşımıza çıkan "Ra'nın Gözü" hikâyesinde olduğu gibi, güneşin ortalardan kaybolduğu sıradışı anlara ilişkin, toplumsal bellekte yer etmiş olayların varlığıdır.
"Enuma Eliş" ve Sümer kil tabletleri ya da silindir mühürler bize yalnızca Nibiru/Marduk adlı bu gezegenden söz etmiyor. Güneş sistemimizin henüz tanışmadığımız bu üyesinin, cüssesine uygun büyüklükte ve çapta, dört de uydusu var. Yaratılış efsanesinde bu uydulardan birinin "Tiamat'a saldırdığını" okuyoruz; ve onu parçaladığını. Tiamat'tan geriye kalan parçalar, bu çarpışmadan arta kalan "molozlar" .
Şimdi, böylesine büyük bir kütleye ve çevresinde dönen dört uyduya sahip dev bir gezegenin, yörünge geçişleri sırasında güneş sistemimizin dünyanın da bulunduğu bölümde ne denli büyük tehlikeler yaratacağını düşünebiliriz:
Büyük yeni çarpışmalara yol açabilir; asteroid kuşağından geçip Mars'a doğru yaklaşırken çok sayıda bu tür parçacığı çekim gücüyle "yedeğine alıp" yanında sürükleyebilir; bunların uzaya savrulmasıyla dünya ve uydusu ay üzerine meteor yağmurları yönlendirebilir; uydularıyla birlikte oluşturacağı güçlü etkiyle dünyanın atmosferini rahatsız edebilir ve benzeri görülmedik fırtınalara neden olabilir; dahası, yer kabuğuna uygulayağı güçle yeryüzünde büyük zincirleme depremlere, hatta eksen hareketinde aksama, yavaşlama ve durmalara bile neden olabilir.
Eski çağ toplumlarının bize bıraktığı zengin "mitoloji"lerde, bunların hepsinin izlerine rastlıyoruz. Hatta Ay'ın ve Mars'ın üzerinde gördüğümüz bol miktarda krater ve çukurlar, evrenin bu iki gök cismine hiç de nazik davranmadığının göstergeleri olarak hâlâ önümüzde duruyorlar.
Kitabın başından beri yinelediğimiz gibi, mitleri ve kutsal metinleri geçerli birer tarihsel kaynak gibi bire bir "yaşanmışların kaydı" olarak kabul etmek, büyük bir yanılgı olur ve ancak körü körüne inancın varlığını gösterir.
Ama dünyanın değişik bölgelerinde binlerce yıldan bu yana varlığını koruyan, büyükçe bir bölümü çok eski çağlardan bu yana sözlü gelenekle aktarılmış bu külliyatı bütünüyle "uydurulmuş hikâyeler" olarak görüp, dikkate almadan bir kenara atmak, sandığımızdan çok daha vahim bir hataya sürükleyebilir bizi.
Düşeceğimiz en büyük ve en korkunç yanılgı, sahip olduğumuz bilim ve teknolojiye narsist bir utkuyla bağlanıp, "ne çok şey bildiğimizi" düşünerek böbürlenmek; eski çağdaki atalarımızıysa "hiç bir şey bilmeyen batıl inançlı cahiller" olarak yargılamaktır. Evren ve bu gezegendeki varlığımız hakkında neredeyse hiç bir şey bilmiyoruz. El yordamıyla başlayan ve hızlanarak süren bir bilgilenme dönemindeyiz henüz; elimizdekilerse son derece az.
"Çok açıktır ki, eskilerin yazdıklarına daha saygılı bir tavırla yaklaşmamız gerekiyor. William Irwin Trompson, Tarihin Kıyılarında adlı müthiş kitabında 'Ya dünyanın tarihi bir mitse, ama bu mit, dünyanın gerçek tarihinden geriye kalanlarsa?' diye sorar."
Zecharia Sitcihin'in çabalarıyla tarihsel izleri su yüzüne çıkan Onuncu Gezegen Nibiru/Marduk astronomların yarım yüzyıla yakındır ısrarla aradıkları "Gezegen X" den başka bir şey değildir. Plüton'un diğer gezegenlere oranla farklı eğime sahip, basık ve uzun bir yörünge izlemesi gibi, Nibiru/Marduk da çok büyük ve aykırı bir yörüngeyle Güneş'in çevresinde tur atmaktadır.
Güneş sistemimize her yaklaştığında ciddi doğal afetlere neden olan bu dört uydulu devin, baştan beri izini sürdüğümüz, İ.Ö. 1650'lerde tüm dünyada yaşanan ve Exodus kitabına esin kaynağı olan zincirleme felâketlerin doğrudan sorumlusu olduğunu düşünüyorum. Bu, ilk bakışta, bütün ayrıntılar bir yana, son derece dikkat çekici bir sonuca yönlendiriyor bizi: Eğer İ.Ö. 1650'lerde olanların sorumlusu Nibiru'ysa ve eğer bu gezegenin yörüngesi gerçekten 3600 yıl dolayında sürüyorsa, güneş sistemimze bir daha ki yakın geçişi çok yakınlarda olmalıdır!
Yörüngesinin tam uzunluğu açıklanmayan; ancak '3600 yıl' gibi yuvarlak ve hesaplamayı kolaylaştıran bir sayıyla simgelenen bu dev gezegenin geri dönüşü, acaba astronomik tahminlerdeki isabetle tanıdığımız antik Maya uygarlığının "Çağ Bitişi" olarak işaretlediği 2012 yılına rastlayabilir mi?
(Sayfa 285-287)
Dünyanın dört yanındaki eskiçağ kültürlerinin şifrelenmiş kozmolojileri, hep iki şeyin altını çiziyor: Venüs-Marduk kültü ve dünyanın son derece sıradışı bir dönemini işaretleyen yaklaşık 2010 yılı dolayları. Mayalar, büyük bir kesinlikle 2012'yi işaret ediyorlar…
Dendera haritası yaklaşık aynı tarihe dikkat çekiyor; Yahudi "milenyumları"nın bitişinin aslında 2000 dolaylarına rastlaması gerektiği ileri sürülüyor; dünyanın değişik yerlerindeki kimi Hıristiyanlar, Mesih'in 2000'den sonra ortaya çıkacağına ilişkin inançlarını sürdürüyorlar; bilim adamları güneş sistemimizde dev bir Onuncu Gezegen'in varlığından söz ediyorlar ve biz de, Mezopotamya kültürlerine damgasını vurmuş Nibiru/Marduk'un yörünge süresinin 3661 yıl olduğunu ve son geçişini İ.Ö. 1649 dolayında gerçekleştirdiğinden dolayı 2012 yılında geri döneceğini söylüyoruz.
Bütün bunlar, ortodoks bilimin inatla savunduğu gibi yalnızca "düşgücü geniş birilerinin fantezileri" olabilir mi? Eskiçağ kültürlerinin kozmolojileri, "cahil ve batıl inançlı" atalarımızın uydurduğu masallardan mı ibarettir? Hiç sanmıyorum. Modern dünyanın "elit" yöneticileri, yani yüz yılı aşkın bir süredir küresel iktidarı bütünüyle ellerine geçirmiş olan uluslararası büyük şirketler imparatorluğu, her şeyi olduğu gibi, bilimi de denetimi altında tutuyor ve tıpkı eskiçağ rahip/krallarının yaptığı gibi, elde edilen bulguları kitlelere "filtreden geçirip" sunarken, birçok "ayrıntı" yı kendine saklıyor.
Son elli yılın en heyecan verici girişimi olan "uzay çalışmaları", medyada sunulduğu gibi insanlık adına ve bilim heyecanıyla değil, "Küresel Elit" in imparatorluğunu sağlamlaştırmak adına yürütülüyor.
Eğer biz, sınırlı olanaklar ve sınırlı kaynaklarla bu sonuçlara ulaşabiliyorsak, bir yerlerde, "kapalı kapılar ardında" oturan birileri, bilgiye ve kaynaklara sınırsız erişimleri ve ellerinin altındaki bilim adamları ordusuyla, "çok daha fazlasını" biliyor olmalı. Dünyanın son yıllarda yaşadıkları da, bunun kanıtı: Küresel Elit, bu gezegenin yalnızca varlığından değil, dönüş gününden de bütünüyle haberdar. Bu nedenle, kapalı kapılar ardında planlar yapılıyor, hazırlıklar organize ediliyor büyük olasılıkla. Kitlelereyse, "gereken zamana dek" hiç bir şey söylenmeyecek.
Çünkü, gezegenin yakın geçişlerinde yaşanan afetlerin oluşturduğu kaos ortamı çok iyi biliniyor. İ.Ö. 1649'da bu yörünge geçişi, güçlü Mısır'ı göçebe Hiksosların işgaline direnemeyecek hale getirmiş; Mezopotamya'nın "süper devleti"Babil'in Hititlerce yağmalanmasına yol açmış; büyük Minos uygarlığının kolunu kanadını kırmış ve Harappa'nın görkemli kentlerinin korkuyla terk edilmesi sonucunu doğurmuştu.
Ancak, aradan 3650 yıl geçti ve dünya artık eski dünya değil. Kendi yerel imparatorluklarıyla yetinen eskiçağ krallarının yerinde bugün, küresel iktidarını "serbest pazar" ilkesi ve "marka fetişizmi" yle pekiştiren uluslararası Elitler var ve bunlar, görkemli imparatorluklarının egemenliğini sarsacak "modern Hiksos" lara en küçük bir şans bile tanımak istemiyorlar. O büyük kaos günleri geldiğinde, küresel egemenliğin hiç bir "pürüz" e göz yummayacak biçimde ellerinde olmasını istiyorlar ve bu konuda o denli kararlılar ki, yapamayacakları şey yok. 2001 yılının 11 Eylül'ünde dünyanın gözleri önünde olup bitenler, bunun en dehşet verici göstergelerinden biri.
New York'ta yaşanan facia, hemen ardından Elit'in denetimindeki askeri güçlerin "potansiyel Hiksos" lara yönelik operasyonları başlatması sonucunu doğurdu. Bir yandan yeni küresel askeri ittifaklar ve zincirleme operasyonlar planlanıyor, bir yandan da "Yıldız Savaşları" projesi sessiz sedasız yeniden yaşama geçirilirken dünya yörüngesi abartılı nükleer silâhlarla doldurulmaya başlıyor. 0lan bitene, "gezegen çapında köklü bir askeri darbe" olarak bakmak çok abartılı sayılmamalı.
1999 yılının Ağustos ayında, "Satürn'ün halkalarını inceleme" amacını taşıdığı söylenen Cassini adlı uzay aracı, "enerji ihtiyacını karşılamak üzere" 30 kilo plutonyumla birlikte uzaya yollandı. Bağımsız bilim adamları bunun bir "nükleer tehlike" olduğuna dikkat çekerek protesto gösterileri düzenlediler; ne var ki Cassini, mükemmel bir zamanlamayla yollanmıştı: Dünya medyası bütün dikkatini 11 Ağustos'taki "Milenyumun son güneş tutulması" na çevirmişken, bilim adamlarının sesleri gürültü arasında boğuldu ve uzay aracı sessiz sedasız "küçük bir gezegeni havaya uçurabilecek" miktarda nükleer yükle Satürn'e doğru yola çıktı. İyi ama niçin ve en önemlisi, kime karşı?
Onuncu Gezegen'in üzerinde, Sitchin'in iddia ettiği gibi güçlü ve çok ileri bir "Anunnaki" uygarlığının yaşayıp yaşamadığını bilemiyoruz; şu an için birinci meselemiz de bu gezegende birilerinin olup olmadığından önce, onun dünyamızın yakınından ne zaman geçeceği. Eskiçağ toplumlarının mitolojilerinde anlatılan kimi olayların "gerçek uzaylı ziyaretleri" nden izler taşıyor olabileceğini asla göz ardı etmiyorum. Dünyayı yönetenlerin, kimseye fikir danışmaksızın ayrıntılı bir planı adım adım yaşama geçirmeleri de elbette "Bütün bunlar kime karşı?" sorusunu da haklı hale getiriyor.
Mars'a gönderilen son yedi uzay aracından beşi, gizemli biçimde kayboldu. Bunlardan birinin, Sovyetler Birliği'nce 1988 Temmuz'unda yollanan Phobos2'nin, bağlantı kopmadan önce yolladığı son resimde, üzerine doğru ilerleyen "puro biçiminde" dev bir gölge görülüyordu. Şimdiyse, bir yandan Cassini nükleer yakıtıyla Satürn'e doğru ilerlerken, bir yandan da NASA'nın yapısı "militarize" hale getiriliyor ve halka açıklanan bilgiler iyice daraltılmış süzgeçlerden geçirilirken, uzaya "nokta atışı yapabilecek" dev nükleer silâhlar yerleştiriliyor. Bütün bunlar kimin için? Yoksa bir bildikleri mi var "kapalı kapılar ardında" oturan birilerinin?
Bunların hiç birine yanıt veremiyor ve olası "uzaylı ziyaretçiler" le ilgili fikir yürütemiyoruz bunca az veriyle. Ancak, bildiğimiz bir tek şey var: Ünlü gökbilimci Patrick Moore'un da dediği gibi, "Gezegen X oralarda bir yerde". Üstelik, hızla bize doğru yaklaşıyor. Belki 2010, belki 2012'de büyük olasılıkla ortaya çıkacak. Bundan önceki iki yörünge geçişinde yeryüzünde ciddi sorunlar yarattığını biliyoruz bu gezegenin; bu geçişinde neler olacağı üzerineyse fikir yürütmek çok zor. Bilgisiz hale getirilme (disinformation) ve yanlış bilgilendirilme (misinformation) ilkeleri üzerinde kurulu Küresel Elit İmparatorluğu'nun bu gezegendeki sıradan insanları, figüranları olarak, elimizden şu aşamada başka bir şey gelmiyor ve Beckett'in Godot'suna nazire yaparcasına, Marduk'u bekliyoruz.
(Sayfa 587-590)
Bu karanlık madde ve karanlık eneerji ile ilgili olarak, kafamda garip bir şey oluştu. Konu ile ilgili ilk okuduğum yazı (yanılmıyorsam bilim teknik idi) sonrasında oluşan bu yargıyı kimse ile paylaşamamıştım. Sizin de olağan dışılığa inancınız olduğunu düşündüğüm için paylaşmak istedim. Bana göre görebildiklerimiz ve anlayabildiklerimiz çok sınırlı. Bunun yanısıra bilinmeyenler (bu konuda ben de eskilerin daha fazla bilgiye sahip olduğuna inanıyorum) ise çok fazla.
Uzun yıllar önce Don Juan'ın Öğretileri adında bir dizi kitap okumuştum. Kitapta bir Kızılderili bilgenin dünyaya bakışı anlatılıyordu. Sekiz kitaptan oluşan bu hazinenin, hangi kitabında olduğunu anımsayamadığım bir yaklaşım geldi aklıma karanlık madde makalesini okuyunca. Don Juan çömezi olan sosyolog doçente "evrenin ve dünyanın her yerinde, görüsü olamayan insanların giremeyeceği, sonsuz sayıda iplikçiklerin varlığından söz ediyor, bu iplikçiklerin her yeri doldurduğunu ve her şeyin kaynağı olduğunu" söylüyordu.
Konu ile bağlantılı olabileceğini düşündüğüm için paylaşmak istedim. İnceler ve üstünde düşünürseniz, belki bir şeyler çıkarılabilir. Saygılarımla.
Teslim Altun - 7 Ocak 2008 (03:57)
Sodom ve Gomore kentlerinin taş yağmuruna tutulduğu gün gökyüzüne bakan orada içinden geçtiği astreoid kuşağının meteorlarını peşine takmış gelen Marduk canavarını görecekti. Jon Voigth'un oynadığı Nuhun Gemisi filminde dikkat ettiyseniz Nuh Tufanı Lut olayının peşi sıra ceryan ediyor. Nedeni Marduk gezegeninin dünyaya iyice yaklaşması ve su kütlelerini kabartması. Eğer teoriler gerçekse dünya 1, 5 yıl marduk etkisi altında kalacak, hayatta kalanlar telefonu televizyonu, radyoyu piyanoyu vs 3400 yıl sonra yeniden icad etmeye başlayacaklar. Ne kadar vahim…
Ümit Saraç - 24 Ağustos 2012 (09:59)
Nuh tufanı sodom gomora olayından birkaç bin yıl önce olmuştur lut olayının peşi sıra olamaz.
Mustafa Erhan - 8 Ekim 2012 (21:33)
Nuh tufanı sodom gomora olayından, mantıksal olarak en fazla bir veya iki üç yıl sonra olmuştur. O dönem zincirleme bir tepki olarak peş peşe gelmiş büyük yıkımlardır, en sonunda nuh tufanı olmuştur. Ümit Saraç arkadaşın yazdıkları bana daha mantıklı geliyor.
Ali Aslan - 2 Aralık 2012 (11:25)
Dünyanın dönüş hızının yavaşladığı zaten bilinen bir gerçektir. Nedeni ise ay. Yavaşlama çok küçük olmaktadır. Astronomi ve astrofizik ile ilgilenen herkesin, hesaplamayı ilk öğrendiği olgulardan biridir bu. Ayrıca, Marduk gerçek olsaydı, gün itibarıyla çıplak gözle dahi gökte seçilebilirdi. Özet olarak; Marduk yok.
Cemal Kurtan - 11 Aralık 2012 (04:40)
Marduk madem devasa bir yıldız… Bu aralar çok parlak bir şekilde görülmesi gerekmez mi?
Ali Polat - 12 Aralık 2012 (11:18)
Marduk dumanla kaplı olduğu için görülmez. İçinde de başka bir boyuttan bize yaklaşıyordur. Bunun nedeni de kutsal kitabımızda açıkça belli bize aniden saldıracaklardır. Yani marduk boş değil içinde uzaylılar vardır. Sadece zamanını kestiremeyiz. Onu Yüce ALLAH zamanı gelince kötülere musallat edecektir.
Ahmet Akbaba - 20 Aralık 2012 (11:12)
Bingo, dedim ama…
Adınız sevdiğim bir lise arkadaşımla aynı olunca sokuldum ama o değilmişsiniz, anladım. O hem 'Yüce ALLAH'ı hem uzaylıları aynı paragrafta bu tarz buluşturmazdı.
Tabii ki bu vatanın toprakları da 'boş' değil; yaratıcı fikirler ortaya konuyor ve aklı başında tartışmalar, yorumlar yapılıyor, hepsine saygı duyuyorum. Başka boyutlardaki canlı nesneler, zaten bilinen bir şey, ecinnî taifesi de o kategoridendir.
Yalnız 'ecinnî' derken, kurnaz ve muzip internet kolpacılarından bahsetmiyorum, onlar daha çok, 'musallat' klâsmanındandır. Bakınız sâf milletimi "Boş Beşik" filmi zamanına geri götürüp gözünü yaş, bağrını hûn eden 'Kartal bebeği kaptı' konulu YouTube videosu da montaj çıkmış. 3 milyon tık aldıktan sonra açıklarlar tabii, maksat ele geçmiş nasılsa.
Toplumda güven duygusunu yıkmak, 'Yüce ALLAH' katında "fitne" olarak tarif edilmiştir ve günahların en büyüklerindendir. 'Zamanı gelen' veya o zamanın gelişini çabuklaştırmak isteyenlerden olmak istemiyorsak tabii, değil mi?
Akıl dolu başka senaryolarda buluşmak üzere, şimdilik hoşçakalın…
Ali Sedat Çetinkoz - 20 Aralık 2012 (15:05)
Selamlar. Namazımdaki duam "gönlünde ufacık iyilik bulunanı Mevlâm cennetine al." İnsanları çok severim. Kıyametin ne çabuklaştırılmasını ne de uzaklaştırılmasını dileyebiliriz. Mevlâdan Kötülerin cezalandırılmasını dilemek (Yahudiler gibi, Bebek katilleri gibi), Müminlerin kurtuluşunu dilemek elbette sevgi ve akıl yoludur. Elbette 21 Aralık 2012'de kesin olarak kıyamet kopmayacaktır. Ama esas soru bu mükemmel astronomi bilgilerini mayalara, Sümerlere kimlerin öğrettiğidir. Elbette Zülkarneyn Efendimiz öğretmiştir. Ona Yüce Mevlâm her şeyden bir vesile vermişti. ALLAH'a emanet olunuz.
Ahmet Akbaba - 20 Aralık 2012 (16:30)
Ne güzel bir dua: "Gönlünde ufacık iyilik bulunanı Mevlâm cennetine al…" Can-ı yürekten "amiiiin" diyorum. Cem-î cümlemize iyilikler diliyorum.
Fakat bu duaya göre, yukarıdaki yorumun yazarının cennet işi biraz sürüncemede kalacak gibi görünüyor.
A densiz! Büyük harfle "Kötüler" diye yazdıktan sonra parantez içinde "Yahudiler" yazmak da neyin nesi? Bir insan sonradan Yahudi olamayacağına, bunun için Yahudi bir anneden ve babadan hasıl olmak gerektiğine göre, bu insanlar daha portakaldaki vitamin halindeyken mi "kötülüğü" seçiyorlar? Peki ya kötülük ne?
Sen nasıl bir kötülük kumkumasısın ki, insanları sırf başka bir ırka mensup bir anadan doğdu diye "kötü" diye adlandırıp ceza biçiyorsun? Gökten sağduyu yağarken sen kanalizasyona mı saklandın?
Böyle kör kör gözüm parmağına bir ırkçılık olur mu?
Müntekim Çalapkulu - 20 Aralık 2012 (17:01)
Kimsenin mantıklı bir açıklaması yok. Herkes bilinmeyeni bilmenin peşinde. Rahatınıza bakın marduk falan da yok.
Yemeyin Bizi - 20 Aralık 2012 (19:16)
3 büyük Avrupa ırkını her fıkrada dümdüz eden o meşhur şairimiz: "Bârika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar" demiş, ne kadar haklı… Demokrasi ve Liberalizm, aykırı fikirlerin yarattığı dinamik ve rekabetçi ortamda yeşerir.
Gel gör ki, efkâr-ı umumiyyede bir tembellik bir tembellik; zannedersin Mayalar haklı çıktı da toptan ceset olduk. E, ne yapalım o zaman? Çek mindere 'Cast of chararacters'ten birilerini! Buna mecbur edenler utansın değil mi, ne diyeyim?
Arkadaşlar, biliyorsunuz 'din' konusunda hassasım, ne diye fiştekliyorsunuz adamı? Bir zamanların Sabah Gazetesinde 1. sayfadan yaramazlık yapanların adlarını tahtaya yazıp kulaklara asılan bir emekli polisimiz vardı: Ahmet Vardar! Rahmetli bende reenkarne oldu herhal.
'Namaz, dua' lâfları geçince kulaklarım gayr-ı ihtiyari dikildi. Konunun çok da uzmanı değilim ama bir hata edildiğini de anlayabilirim. Ahmet Akbaba ne diyor duasında: "Gönlünde ufacık iyilik bulunanı Mevlâm cennetine al." 'Tanrının intikamcı kulu' da dışarıdan destek verip "Amiiiin" diyor.
Burada sanki iki farklı dinî metin birbirine karışmış gibi. Önce bir Âyet var: "O gün insanlar, yaptıkları işler kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük Allah'ın huzuruna çıkarlar. Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onu görür. Kim zerre kadar bir kötülük yapmışsa, o da onu görür." (Zilzal, 99/6-8)
Sonra da bir Hadis tercümesi: "Kalbinde iman bulunan ve bu imanla ölen herkes (önce) cehenneme girse bile sonunda cennete girer."
Bu iki metinden yukarıdaki dua çıkar mı? Bu, dinin ruhuna aykırı. Mevlâ'dan söz vermediği bir şeyi duayla istemek olabilir mi? Yani Mevlâ, kendisine inanmayan birini kalbinde zerrece iyilik var diye cennete koyacaksa, dinin, peygamberin, Kitab'ın ne hükmü kaldı? Kıskançlık değil bu, hak arama açısından…
Konunun gerçek uzmanları ne der, meraktayım. İlla ki.
Ali Sedat Çetinkoz - 22 Aralık 2012 (16:50)
Mardukla Randevu kitabini bastan sona heyecanla okudum. Ne yazik ki kitabin bitis sorusuna 2012 de olumsuz yanit verilmis oldu…
Sahal Yuncu - 24 Aralık 2012 (19:42)
Ali Sedat Çetinkoz Bey, fakir bu konuda uzman değil. Burc FM'de yayinlanan "Tugrul Inancer ile Seyir Defteri" programindan ve semazen.net adli internet sitesinden erisebilen "Mesnevi Sohbetleri"nde bilhassa Emin Isik Hoca'yi takip ederek bilgi sahibi olmaya calisan bir acemi. Fakat su kadarini biliyor: Hadis ile Ayet arasinda bir celiski yok. Bu Allah'in "Rahim" sifati ile ilgili bir sey. Allah vaidinden doner ama vaadindan donmez. Yani, ceza ile tehdit ettigi bir sozunden donebilir ama mukafat mujdeledigi bir sozunden donmez.
Selametle…
Sezen Tumer - 29 Aralık 2012 (19:36)
Sezen Tumer Bey, işte Feyz Dergisinden alıntıladığım Tuğrul İnançer röportajı:
"Allah ihtiyaçtan ve her türlü mecbûriyyet ve mahkûmiyetten berîdir. Onun için, ne ibadetin karşılığında Cennet vermeye mecburdur, ne kabahatin karşılığında ceza vermeye mecburdur. "Ceza veririm" demiştir, yalnız, vaad ile vaîd arasındaki farkı, öğrenmek lâzımdır. Güzel sözler vermek vaaddir, tehditvâri sözler vermek vaîddir. Allah "Benim rahmetim gazabımı geçmiştir." Hadis-i kudsîsinde belli ettiği gibi, rahmeti bol, kızması azdır. Kendisi öyle buyuruyor ve bildiriyor bize. Onun için, Allah vaadinden dönmez, vaidinden döner. Bu Allah'ın dönekliği gibi falan algılanmamalıdır, böyle algılayanın beynine turp sıkmak lâzım. Biz yeryüzünde Allah'ın halifesi miyiz? Amenna… İster kâfir, ister putperest, ister ayyaş, ister fahişe; Allah'ın halifesidir, Hz. İnsan… Onlar nedir? Sıfattır… Sıfatlar bozulur. Zât olarak her insan halifetullahtır. Sıfatı değişir, yükselir… İşte tipik misal Hz. Ömer'dir. Katil Ömer olarak gitti, huzur-u peygamberîde; Hz. Ömer olarak döndü. Aynı Ömer, zâtında bir değişiklik yok. Ama sıfatı değişti. Birinde kâfirdi, öbüründe mümindi. Şimdi de bir adam kâfir diye kızıyoruz, hiç bir hakkımız yok…"
Ne diyebilirim ki bu söylenene? Yanlış bir şey yok benim için. Peki, 'Katil Ömer', görevini yapsaydı ve öyle ölseydi? Şüphesiz biz ancak kuluz ve Allah'ı yargılamıyoruz, hâşâ, "O'nun her şeye gücü yeter", Kitap'ta bildirilenlerden anlamaya çalışıyoruz sadece, acizce… Kudüs'ün ele geçirilişinde çizme boyu inançlı insan kanına batan katiller, onların da kalbinde zerrece iyilik varsa, o hâl üzerine ölseler Cennet'e mi girecekler? Firavun, Ebu Cehil, adı açıkça zikredilen Ebu Leheb de mi? Bir büyüğümüz: "Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil" demiş. Allah'ın 99 ismi içinde "Âdil, Müntekîm" de var.
Israrcı değilim, kani olursam imanı ve ibadeti terk ederim. Nefsim sizden müjdeli haber bekliyor.
Yazı için link: Allahın Merhameti ve İmtihan Sırrı / Tuğrul İNANÇER ile Ropörtaj
Ali Sedat Çetinkoz - 29 Aralık 2012 (00:51)
Evet bahsi geçen bilgileri damardan alıştırarak zerk ediyor yüce görevliler, bir rahmet ve uyarı olarak. Kur'an da bir masal gibi anlatılan kıyamet en ince detaylarına kadar incelendiğinde olacaklar anlaşılabilir. İlahi sistem bir devri kapatıp başka bir devri başlatmak üzere. Dünyadan 400 defa büyük maddesel olarak basit ama çok ağır olan bu gezegen güneş sistemimize girecektir. Ama 2012 dünyanın sonu adlı filimde ki kurgulandığı gibi bir kısım insan gemiler yapıp kurtulamayacaktır. Çünkü dünya başka bir dünya olarak yeni bir hayatı başlatacaktır…
Orhan Yarat - 6 Mayıs 2013 (11:08)
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.