Merhaba sevgili Necdet Şen, yıllar önce yine bir mektup yazmıştım ve Hızlı Gazeteci hikâyelerinin birinde yer vermiştiniz. Uzun zaman geçti. Hızlı Gazeteci birkaç kitap oldu. Bazıları kütüphanemdeki yerlerini aldı. Biraz önce Oğuz Atay konusunda bir şeyler bulmaya çalışıyordum internette, birden bu sayfayla karşılaştım. Aynı o dönemdeki hüzün yoğunlaştı yeniden.
Türkiye'ye gidemediğim 12 yıl, sonsuz bir iç hesaplaşma, çaresizlik, isyan vs Şimdilerde sıkça geliyorum Türkiye'ye. 12 yılın acısıyla olacak, yılda birkaç kez geliyorum kısa süreler için de olsa. Size son yıllarda çıkan kitaplarımı ulaştırmak isterim. Türkülerden, Erich Fried çevirilerine dek epey bir miktar kitap çıktı. İlginizi çekeceğini düşünüyorum.
Oğuz Atay anısına bir web sayfası hazırladım. Çeşitli yazılarla içini doldurmak istiyorum. Hem oradan hem de benim öteki sitelerimden Hızlı Gazeteci linkleri vereceğim. Birazdan aktaracağım.
Günün birinde görüşmek dileğiyle. Örneğin Nisan'da Türkiye'deyim.
Selâmlar.
Adını hatırlıyorum Bekir. Galiba Bacı'nın sonundaki "Ne Dediler?" bölümünde vardın. Ama şimdi yeni baskılara baktım, bulamadım. Bir kazaya kurban gitmiş olmalı.
Sitene girdim, Derkenar linkini koymuşsun bile. Bugünlerde yeni kitabı yetiştirme telâşındayım, ilk fırsatta daha ayrıntılı bir inceleme yapıcam. Epeyce okunacak şey olduğunu gördüm.
Kitaplar için en emin adres Parantez yayınevinin adresi. Bana bırakılan şeyleri en iyi onlar muhafaza ediyor, uğradığımda alıyorum. Adresi: İstiklal caddesi 212, Aznavur pasajı, alt kat, No.8, Beyoğlu/İstanbul
Hangi ülkede yaşadığını merak ettim. Bir de ekmeğini nasıl kazandığını.
Sevgiyle.
Necdet Şen - 2004
Merhaba…
Aynen öyle, Bacı - "Ne Dediler?" bölümündeydim.
Cevabın için teşekkür ederim.
İlginç olabileceğini düşündüğüm için biraz geniş tutayım hikâyeyi. Kimbilir, belki de Hızlı Gazeteci biraz da benim çevremde dolaşır.
1979'un sonunda tahminen 30 polis anamın babamın ve küçük kızkardeşimin gözünün önünde sokağa çıkarıp başıma birkaç kurşun sıktı ama yalnızca biri isabet etti. Sonuç: Paramparça bir surat ve giderek artan bir başağrısı. Allahtan PhotoShop var da kendimi biraz düzeltiyorum. Şaka bir tarafa 23 Aralık 1979'dan bu yana epey düzeldi denebilir. Bu yaralanmadan bir süre önce de burnumu kırmışlardı sorguda. Ameliyatla eskisinden düzgün yapıldı ama pek dayanmadı.
Sonra "yasadışı" yaşam. 1982 yazına dek afişlerimle birlikte yaşadım Türkiye'de. Bazen gazetelerde başıma (başkalarıyla birlikte) konan ödüllere sinirlenmedim değil. Çünkü çok ucuz görünüyordu fiyatım.
Teşkilattı, yeniden toparlanmaydı diyerek (ve de can havliyle) Ortadoğu'da geçen, 1 yıl. Sonra Almanya, Fransa ve yaklaşık 1 yıl İsveç'te kalma ve yeniden Almanya'ya yerleşme. Evet 1985 yılının Mayıs ayından beri Almanya'da yaşıyorum.
İsveç'e ilişkin birşeyler söylemek istiyorum. Orwell'in 1984 adlı romanını 1984 yılında İsveç'te okudum. Aynı yıl çevrilen aynı adlı filmi de orada gördüm. Ve bu kitapta anlatılanların ne kadar da İsveç'e uyduğunu düşünmüştüm o zamanlar. Bu düşüncem değişmiş değil. İnsanların barkod ile numaralandığı, tam bir polis devleti gerçekten. Halen şaşarım Olaf Palme'nin katilinin bulunamamasına.
Sanırım inadımdan vazgeçmediğim ve aynı oranda klasik teşkilatçılardan vazgeçtiğim için de başlangıçta zor, sonuçta iyi sayılabilecek bir yaşam tutturabildim.
Kurtarmak istediklerimiz ısrarla kurtulmak istemediklerini vurgulayınca anladım geç de olsa. Sonra da kendimle hesaplaşma, yazma çizme vs Bu konuda eski arkadaşlarımın bazıları ile güzel şeyler paylaştık.
1980 öncesinde Türkçe yayımlanan tüm sol klasikleri incelemiş ve bilmem kaç kişiye seminerler vermiş olmama karşın, birkaç "devrim romanı" -ki bunların edebiyatla ilgileri olmadığını, bazılarının cinsiyetçi, sıradan şeyler olduğunu daha sonra düşünmeye başladım- dışında kitap okumadığımı ve ne kadar aç olduğumu farkettim. Dahası bu gerçeği kendime kabul ettirdim. Her işte bir hayır vardır derler ya, o misal, 12 Eylül bana okumayı öğretti.
İşte Oğuz Atay'ı, Yusuf Atılgan'ı, Marquez'i, ondan önce Amado'yu, Cemil Meriç'i hep 1980'li yıllarda tanıdım. Ne yazık ki hiç birini görüp fotoğraflarını çekemedim. Marquez konusunda umudumu yitirmiş değilim.
İsveç'te evlendim. Eşim Alman. Almanya'ya yerleşme nedenlerinden biri bu. Yani ikimiz de yabancı olarak yaşamaktansa birimiz yaşayalım dedik. Tabii kurban bendim. Eşimin değil, sürgün olmanın kurbanı. Bir şiirde değindiğim gibi, şiddeti herkesle yüceltip, acıyı tek başıma göğüslemek özetle.
1990 yılından beri burada vakıf benzeri bir kurumda çalışıyorum. Aslında 1979 yılında çiçeği burnunda bir edebiyat öğretmeni olarak mezun oldum ama öğretmenliği birkaç haftalık stajyerlik dışında bilmiyorum. Neyse, bu kurumda 2 yıl sonra (Almanya'da vasilik yasasının kökten değişmesiyle gündeme gelen yeni boyutunda) bu alanda çalışmaya başladım. Sosyal pedagog, danışman gibi birşey. Ben delilerle çalışıyorum dedikçe eşim kızıyor. (O da aynı işi yapıyor başka bir kurumda.) Evet. Psikolojik sorunu olan, zihinsel özürlü ya da alzheimer gibi yaşlılıktan dolayı ortaya çıkan hastalarla uğraşıyorum. Yani bakım vs boyutu değil de onların yaşamlarının düzenlenmesi gibi birşey. Hastalarımın çoğu Alman. Bu toplumda çok tescilli deli var. Birkaç tane de Türkiye kökenli. İşin garibi, resmi olarak bir yargıç tarafından görevlendirilip, gerektiğinde polisten yardım almaktayım. Yani en uzak olmaya alıştığım çevrelerle "uyum" içinde çalışıyorum. İşte ekmeğimi böyle kazanıyorum.
Yazdıklarımdan para kazanamıyorum. Yayınevleri iyi kazanıyor göründüğü kadar. Türkülere ilişkin hazırladığım 4 cildin 2 tanesi bir yayınevinde çıktı. Sağolsunlar, ikişer bin üzerinden telif hakkını aksatmadan ödediler. Ama daha ilk baskıları 15'er bin yaptıklarını bir tesadüf sonucu öğrendim.
Dünya folkloru, özellikle Doğu (yani Kafkasya, Fars, Arap ve Orta Asya) folkloruna ilişkin geniş bir müzik arşivim var. Sanırım Türkiye kökenli ozanların politik tercilerine bakılmaksızın en ayrıntılı araştırmasını gerçekleştirme olanağı buldum ve çok geniş bir arşiv oluşturdum. Bu konuda ilginç deneyimlerim oldu. Olmakta. Örneğin 1500 insanın katıldığı bir Alevi-türkü gecesinde adım Bekir olduğu için bir tane kitabımın satılmamasından tut da, Bektaşi edebiyatının yaşayan en büyük şairinin tüm yeni şiirlerini bana vermesi gibi olumlu ve olumsuz şeylerle içiçeyim.
Türküleri bugüne dek değinilmedik boyutlarıyla öne çıkarmaya çalıştım. Türküleri incelerken çok şey öğrendim. Her tamamladığım kitap beni epey bilgilendirdi. Yani bildiğimden yazmadım, incelerken öğrendim. Bunların "iyi" yayınevleri aracılığıyla başkalarına ulaşmasını çok istedim ama olmadı. Örneğin bu "iyi" yayınevlerinden birine yaptığım başvuruda (sonradan orada çalışan bir editörden öğrendim) "Cahit Öztelli'den bu yana ne değişti ki" ve de "Bu herif Allah'ın işçisi ne anlar böyle şeylerden" gibi gerekçelerle kitabı hiç incelemeden reddettiler.
Yahu bu lâf fazla uzadı galiba. Başka zaman devam ederim.
Selâmlar.
B. Karadeniz - 2004
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.