Patronsuz Medya

"Çocuklarını dağa gönderen anneler"

Bejan Matur - 2011

Künye - Bejan Matur, Dağın Ardına Bakmak, Timaş Yayınları, 2011 (Sayfa 149-152)  


Bazı örnekleri mutlaka vardır ama yine de bu örnek genele yayılabilir mi? Tüm Kürtlere atfedilen bu genel ifadeyi sorunlu bulduğumdan ve tersi örnekleri, yani çocuğunun dağda olmasını kendi ölümü gibi yaşayan, ızdırap içindeki Kürt annelerini tanıdığımdan samimiyetle soruyorum.

Çünkü ortalama Kürt insanı için "dağ" neresinden bakılırsa bakılsın çocuğunu bir bilinmeze eklemleyen, sonu belirsiz bir yerdir. Ölümle açıklanabilecek içeriği dışında pek anılmak istenmez.

Dağı romantize etmek hevesindeki radikal kesimler için dahi "dağda olmak" özgürlüğe verilen bedelin, ölümün simgesidir. Ahmet Kaya'dan Ferhat Tunç'a kadar pek çok müzisyenin dizelerine ilham olan dağlar tam da bu imgeyi güçlendirir niteliktedir. "Ölüme yoldaş olmayı, yakın olmayı" seçenlerin mekanıdır dağ. Ölüme yüklenen anlamın ne olduğuysa başka bir konu zaten. Ve toplumdan topluma mutlaka değişir.

Şehitlikten kurban psikolojisine geniş bir yelpazede seyreden ölüm kültünün oluşum nedenlerini bireylerin ve toplumun ortak belleğinde aramak doğru olabilir. Fakat sözkonusu olan anne-baba ve çocuk arasındaki ilişkiyse ölüme, yani kurban olgusuna farklı yaklaşmak gerekmiyor mu?

Bir anne için çocuğu "uğruna kurban olmak" bizim toplumumuzda o annenin diline, ruhuna yer etmiş içgüdüsel bir reflekstir. Ama annenin çocuğunu kurban etmeyi düşünmesi onun doğasıyla çelişir. Bunu tek tanrılı dinler de böyle görmüş olmalı ki İsmail'in yerine kurban olarak gökten koç indirilmiş. Belli ki dinler, insanın doğasında olan, olması gereken bir duyguya işaret etmek için kurban sembolünü yaratmış. Yavrumuzu kötülükten korumayı en temel güdü olarak varlığımıza ekleyen Tanrı'nın bildiğinden şüphe duyamayacağımıza göre…

Şimdi homojen olduğu varsayılan tabloya hiç uymayan bir toplumdan, Kürt olduklarını söyleyen, kendilerini Kürt algılayan bir toplumdan söz edeceğim. Benim de içlerinde büyüdüğüm o toplumda 90'lı yılların başında bir sabah uyandığımızda çocuğunu gece bıraktığı yatağında bulamayan anneler gördük. Birken üç, üçken dokuz, on olan sayılarıyla geride acılı aileler bırakan gençler sözleşip dağa çıkmışlardı. Yaşları 14 ile 20 arasında değişen gençlerin hangi ailelerden olduğu, o sabah kimlerin çocuğunun evlerinde bulunamadığı, fısıltılarla kulaktan kulağa "ya benim de başıma gelseydi" korkusuyla dolaşıyordu.

Geride kalanlar ikiye ayrılmış gibiydi. Çocuğunu sonsuza kadar kaybettiği korkusuyla yıkılan aileler ve hasbelkader çocuğu gidenler arasında yer almadığı için kendini şanslı sayan ve evlâdına sahip çıkma, koruma gayreti içinde olanlar. İçinde acı ama en fazla korku olan bir belirsizliği barındıran o yaz, Maraş'taki köylerinde çocuklarını örgüte "kaptıran" anne ve babaların kaygılı zamanlarını başlatmıştı.

O anne babaların "dağa çıkan birinin ortalama yaşam süresinin üç yıl olduğu" na dair, insanın kanını donduran ifadelerle dile getirilen istatistiklerden tabii ki haberleri yoktu. Ama annelik içgüdüsüyle, uyandıklarında bulamadıkları evlâtlarını bir daha en iyi ihtimalle cezaevinde göreceklerini biliyorlardı. O yıllarda Kürt aileleri arasında dolaşan "Cezaevi en güvenli yer. Bırak orada kalsın. Dağa çıkmasındansa…" cümleleri hiç de yersiz değildi. Çünkü dağ ölüm demekti. Çocuk yaştaki o gençlerin toparlanıp köyden uzaklaştıkları o sabah ben de oradaydım ve o anneleri gördüm. Söyleyecek sözü kalmamış o kadınların taşlaşmış bedenlerinde, göğüslerinde kavuşturdukları kollarında ve boşluğa kilitlenen bakışlarında "Neden ben?" sorusu vardı.

O anneleri taşın sessizliğine yaklaştıran acının ağırlığını gördüm o gün. Ağıt yakan birkaç anne dışında çoğunluğu suskundu. Anlamadıkları bir davanın savunuculuğunu yapmak üzere dağa çıkan evlâtlarına duydukları bağlılık onları hiç de varsayıldığı gibi politize etmiyordu. Bir annenin haklı isyanıyla evlâdını dağdan, ölümden geri istemek dışında bir çabası yoktu onların. Sonrasında istatistiklerin söylediği oldu. Bir yıl geçmemişti ki dağa giden çocuklar birer birer yok oldular. Kimisi çatışmada öldürüldü. Kimisi yakalanıp cezaevine konuldu. Birkaçı hâlâ kayıp. Kayıp olmaları hayatta kaldıkları anlamına da gelmiyor maalesef.

Köylüler çocukların dağa çıktığı o yazdan sonra, hiç kapanmayan kapılarını sıkıca kapatır oldular. Ev içlerine kadar yayılan korku onları tümden içlerine kapattı. O insanların hayatı, gündüzleri özel harekat timlerinin, geceleriyse PKK'lıların taciziyle dağıldı. "Terör" korkusundan şehre taşınan, ülke değiştiren aileler oldu. Politikayla ilgisi olmayan, eğitimini sürdürmek isteyen gençler dahi o yıllarda "terör" e bulaşır korkusuyla üniversiteye gönderilmedi. Asla onaylamadıkları bir gündeme sürüklenen köylülerin tercihi -devletin tüm zorlamalarına rağmen- hiçbir zaman şiddeti seçmek olmadı.

Devletle "örgüt" arasına sıkıştırılan köylüler, yaşananlardan hep şüphe duydu. Tahminleri doğrulandı da üstelik; Maraş bölgesinde yaşananları PKK kendi içinde mahkum ederek "Maraş pratiğinin zararları" diye tanımladı. Örgütün o bölgede görevli üst düzey sorumlularının "polis" le irtbatlı ve daha derin bağlantılar içinde oldukları ortaya çıkmıştı. Bu üst düzey yöneticiler örgüt tarafından "Hiçbir hazırlığı olmayan küçücük çocukları nasıl olur da bu kadar kısa bir sürede dağa çıkarır ve bir yıl dolmadan hepsinin hayatına mal olursunuz?" gerekçesiyle -kendi deyimleriyle- infaz edildi. Şimdi köyün mezarlığında doğum ve ölüm tarihleri arasında sadece 15 yıl olan çocukların mezarları var. Mezarları olmayanlar "belki hayattadır" diye düşünenler yanılıyorlar. Dağa kaptırdıkları çocuklarının cesetlerini tespit için morglara sürüklenen anne babalar bir süre sonra yaşadıkları akıl almaz vahşete dayanamayıp, içlerindeki ümidi korumak niyetiyle çocuklarının cesedini almaktan imtina ettiler…

Böyle bir ümit içindeki ailelerin yüreğinde ömür boyu sürecek bir ürperti, bir "belki" sorusu hâlâ yaşıyor. Ben dahi öldü denildiği halde cesedi ailesi tarafından tespit edilemeyen kuzenimin bir gün döneceğini hayal ederken yakalıyorum ara sıra kendimi. Bir gün dönecek ve biz birlikte köyde geçen o çocukluk yazlarını şarkı söyleyerek hatırlayacağız.

Keşke…

Onların boşluğunu, kayıpların yarattığı acıyı hangi politik hayal doldurabilir ki?

Yorumlar

Bir taraftan bölgeye uygulanan sosyal, kültürel, siyasi baskı. Bir taraftan ekonomik baskının getirdiği, ufuktaki kötü yaşam koşullarına tepki. Bir taraftan da zorla kaçırılan çoluk çocuk, gencecik insanlar.

Otoritenin insan yaşamına olan saygısızlığı ve kayıtsızlığı kıyma makinası gibi öğüttü o insanları. Bu kıyma makinasının başındakilerden birisi olan kişi, kendine tahsis edilen adasında işine devam ediyor. Doksanlı yıllarda sesini çıkarmayan aydın, solcu taifesi güç dengelerinin değiştiğini görmüş poz veriyorlar beraber mapushane duvarları içinde.

Hiç bir şeyin içinde doğru yok. Her şey dolambaçlı. ''At izi it izine karışmış derler ya'' öyle işte.

Ernesto - 27 Mart 2014 (13:23)

diYorum

 

406
Derkenar'da     Google'da   ARA