Patronsuz Medya

Beyoğlu'nun arka sokakları

Banu Yücel - 1 Eylül 2001  


Merhaba Necdet, az önce bilgisayarının birinci yaşını kutladığın yazını okuyordum…

Gerçekten takdir edilesi bir çaba harcadığın. Bu kadarcık bir zaman diliminde bunca gelişme… Nasıl bir inat bu? "Helâl olsun" demek geldi içimden. Başka da bir şey denilebileceğini sanmıyorum…

"Anlatıcak çok sözüm var" diyorsun. Ne güzel. Yaşama tutkusu dedikleri bu olsa gerek. Benim de anlatacak, söyleyecek çok sözüm var. Ama ne senin kadar inatçıyım, ne senin kadar paylaşımcıyım. Ne de bu iş için gerekli cesaretim var.

Cesaretsizliğimin kaynağı olan korkumun nedeni, insanların tepkileri değil ne yazık ki. Sadece kendimi günışığına çıkarma korkusundan kaynaklanıyor.

Hayatın karanlıkta kalan kısımlarına ayna tutuyorsun. Sen ve arkadaşların, dostların. Okurların demek istemiyorum, çünkü sizinkisi artık okur ve yazar kısmını geçmiş. Arkadaş olmuşsunuz, dost olmuşsunuz okurlarınla. Duyulmak istenmeyenleri, gözden kaçmışları (!), kulak tıkanmışları insanların gözlerine soka soka anlatıyorsun. Onun içindir ki senin et kafalılar sana kızıyorlar. Yazılarının bir muhatabı, kızgınlıklarının reel kaynakları var. Ve tabii sevgin… Ne güzel…

Benim tüm kızgınlıklarım, tüm sevgim hayatın hiç görünmeyen tarafındakiler için. Onların o durumda olmalarına sebep olanlar için…

Televizyonlarda, insanların "aman Allah'ım" diye, dillerini ısırarak seyrettikleri, "aman çocuğum böyle olma" dedikleri reality showlar var ya, işte o showlar gerçek. Adı show olsa bile. Herkes biliyor, herkes görüyor, orada bir yerde tüm bu pisliğin durduğunu biliyorlar ve kokusunu herkes alabiliyor. Ama hayatlarında hiç duymamış gibi davranabiliyorlar.

Beyoğlu'ndaki tinerci çocukları, polise toplattırıyorlar. Bir tane psikolog gidip sormuş mu acaba geçmişini ve niye orada olduğunu, olduğundan farklı yeni bir dönemeç isteyip istemediklerini?

İstanbul'un ve de aynı zamanda Türkiye'nin öyle pis bir diğer yüzü var ki, insanların aklı almaz.

Nereden mi biliyorum? İçinden geçtim de geldim desem fazla romanvari olacak. O çocuklar için bir şeyler yapmaya çalışırken defalarca bıçaklanmam, esrar piyasaları içinde polisten ve satıcılardan kaçmak için dünya rekoru denilecek hızlarda koşmam, çeşitli karakollarda "nöbet devri olsa da çıksam buradan" diye düşünmelerim, polis nezarethanelerinde sayısız dayak yemelerim, üşümelerim sadece bir kaçı.

Peki ne oldu? O çocuklardan sadece bir kaçı şu anda bir işin ucundan tutup hayatlarını kurdular. Olsun…

Necdet, inanmayacaksın ama bu anlattıklarım gördüğüm pisliğin, sefaletin binde biri. Şimdi bir bankanın, temiz plazalarında kolumda bacağımda o zamanların yara izlerini taşıyarak patronculuk oynuyorum midem bulanarak. Sait Faik pek çok öyküsünü İstiklal'deki devinimi izleyerek yazmış. İnsanları izleyerek. Ama o bile izlediklerinin çelik keskinliğindeki taraflarını yumuşatarak yansıtmış.

Sen bu hayatın karanlık olan bir tarafına aydınlık vermeye çalışırken, ben bambaşka bir tarafından bir parça bahsetmek istedim sana… Hani bir kez oldukça kötümser olduğumu söylemiştin ya, keşke kötümser olsam o zaman gördüklerime, bildiklerime daha az üzülürdüm. Ama ne yazık ki benim kötümserliğim sevgimden kaynaklanıyor. Gördüklerimi, bildiklerimi anlatmak ister miydim? Anlatmanın çözüm olacağına inansam, kendi korkaklığımdan, kendimi deşifre etme endişemden kurtulup anlatırdım. Paylaşırdım.

Hani bugünkü yazında "arada bir öksürün, orada olduğunuzu bileyim" demişsin ya, öksürüverdim ben de bir parça…

Doğru söylüyorsun, alıştık birbirimize. Olsun, bazı alışkanlıklar o kadar da kötü olmuyor değil mi?:)

Umarım yorgunluğuna değecek dostlar kazandırmıştır sana bu bir yıllık yoğun çalışman.

Çook sevgiler, kendine iyi bak arkadaşım.

diYorum

 

200
Derkenar'da     Google'da   ARA