Patronsuz Medya

Kazmagül, öğrenci yurdunda

Ayşen Sivrikaya - 10 Ağustos 2004  


Ayşegül kırlarda geziyor… Ayşegül çiçek topluyor… Ayşegül kurabiye yapıyor… Ayşegül yaşlılara yardım ediyor… Ayşegül seviyor seviliyor… Ayşegül bir şirinlik muskası…

Ayşegül var Ayşegül var… Şimdi anlatacağım Ayşegül öyküsü diğerlerinden azıcık değişik. Bu öykü, Kazmagül'ün öyküsü.

ODTÜ Matematiği kazanmış, İngilizce hazırlık yılını ODTÜ'nün konukevinde geçirmiştim. Bilen bilir, konukevi (10. yurt) ODTÜ içerisinde özel öğrenci yurdu olarak kullanılan devlet yurtlarına göre oldukça konforlu bir yurttur.

Özel ders vererek kazandığım gelirin neredeyse tamamını bu yurda yatırmak zorunda kaldığımdan hayat benim için oldukça pahalıydı. Bu arada, aylığı çok çok daha az olan ODTÜ yurtları için başvurmuş, bunlara çıkmaya hak kazanmıştım. Ancak sıramın gelmesini beklemek zorundaydım. Sıramın bir sene içinde geleceği kesin olmakla birlikte bunun ne zaman olacağı muğlâktı. Bu sırada kazandığım tüm parayı yurda yatırmamak için başka daha ucuz bir yurda taşınmaya karar verdim.

Burası annemle gördüğümüz yurtlar arasında en ele avuca geleniydi. En azından odalarda en fazla 3 kişi kalıyordu. Hatta isteyenler için en üst katta tek kişilik ama biraz soğuk olduğu için pek tercih edilmeyen odalar bile vardı. İşte bu yüzden o yurda taşındım ve orada hayatımda gördüğüm en "ilginç" insanı tanıdım.

Yurt görevlilerinden konuyla ilgili bilgi alırken, yanımıza bir kız geldi ve beni odasına davet etti. Yurtta kalanlar bilir, sonradan gelenler pek istenmez, kızlar yenilere bilmiş bilmiş ve kendilerini beğenmiş beğenmiş yaklaşırlar. Bu yüzden bu daveti oldukça şaşırtıcı buldum. Oysa bu daveti yapan Hande'nin ses tonu gayet samimi ve güven vericiydi.

Hande'ye oda arkadaşının nasıl biri olduğunu sordum. Bizden oldukça büyük, hukuk mezunu, biraz çatlak, ama idare edilebilir biri olduğunu söyledi.

Sadece "biraz çatlak" mı? Şimdi düşünüyorum da Hande gerçekten çok iyi kalpli ve ziyadesiyle iyimsermiş.

"Ya üstteki odalar?"

"Onları hiç tavsiye etmem, kaloriferleri çalışmıyor!"

Bilmediğim başka bir odada üçüncü tekil şahıs olmaktansa, tanıştığım ve beni davet eden bu cici kızın odasında üçüncü kişi olmayı tercih ettim.

Bu küçük özel yurt Kızılay'a çok yakın (Sıhhiye'de) pek fazla konutun olmadığı bir yerde idi. Akşam saat dokuz sularında çevredeki tüm işyerlerinin kapanması nedeniyle bulunduğu sokak o saatlerde neredeyse tümüyle karanlıkta kalıyordu. Bu karanlıkta insan son girişin herkes için akşam dokuz olduğunu sanabilirdi.

O akşam, saat dokuza beş kala yurda girip imzamı attıktan sonra odama çıktım.

Odanın sol kolunda iki ranza yan yana konulmuş, sağ kola toplam 6 tane demir dolap yerleştirilmişti. Dolapların bittiği pencerenin başladığı yerde dikdörtgen bir masa ve iki demir sandalye vardı. Yerde bir kilim seriliydi. Ranzalardan birinin altı, diğerinin üstü doluydu. Boş olan alt kata nevresimlerimi koydum. Boş olan dolaplardan ikisine de bir iki eşyamı yerleştirdim. Ne yapacağımı bilemez bir halde öylece oturmaya başladım.

Hande o gece gelmeyeceğini söylemişti. Odanın üçüncü sakinini çok merak ediyordum. Çok zaman geçmemişti ki merak ettiğim kişi odadan içeri girdi. İlk izlenimim her anlamda büyük bir kız olduğuydu. Benden uzundu ve sadece göbek çevresinde toplanan ciddi bir kilosu vardı. Benim hakkımda gerekli malumatı yurt görevlilerinden almış olduğundan olsa gerek beni görünce ne şaşırdı ne de bir şey sordu. Sadece "hoş geldin" dedi ve yurt içi kıyafetlerini giymeye koyuldu. Ben "acaba hamile mi" diye onu incelerken, döndü ve kendini anlatmaya başladı.

Adı Kazmagül'müş (yok yani, ben uydurdum bu adı; gerçek adı başka tabii ki). Hukuk fakültesini dördüncü sınıfa kadar bütünlemeye ders bırakmaksızın okumuş. Dördüncü yıl geçirdiği rahatsızlık nedeniyle derslerinin hepsinden kalmış, sonrasındaki 6 yılda bu dersleri temizlemiş ve toplam 10 yılda mezun olmuş. Şimdilerde ise adliye stajı için hâlâ Ankara'da bulunuyormuş. Bir yandan da hakimlik sınavlarına hazırlanıyormuş. İçtiği ilaçlar nedeniyle sürekli uyuduğundan, bırak ders çalışmayı adliyeye bile gitmekte zorlanıyormuş.

"Rahatsızlığın nedir" diye sormama gerek kalmadan şimdi tam olarak hatırlamadığım ama içerisinde şizofreni ve paranoya da olan psikolojik bir hastalığı olduğunu söyledi. Sonra gülümseyerek, "korkma zarar vermem!" dedi ve odadan çıktı.

Henüz tek kelime etmemiştim kendi kendime kaldığımda. İçimden "yok canım, gayet akıllı konuşuyor" dediğimi hatırlıyorum.

Yanılmışım.

O dakikaya kadar bu kız için sadece soğuk biri diyebilirdim. Ama gece daha yeni başlıyordu.

Yaklaşık bir saat geçmişti ki karnım guruldamaya başladı. O gece akşam yemeğimi normal olarak 6 sularında yemiştim. Aklıma gece acıkacağım ve yurtta mahsur kalacağım gelmediğinden yanıma yiyecek bir şeyler almamıştım. "Acaba Kazmagül'de bir şeyler var mıdır, istesem mi" derken, bizimki odaya girdi. Doğruca dolaplarından birine yöneldi, bir krem çikolata kavanozu çıkardı. "İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş" diye sevinmeye başladım. Nasılsa bana ikram edeceğinden bir şey demem gerekmeyecekti. Bir bıçak aldı ve bıçağı içine daldırıp aldığı çikolatayı bıçaktan yalamaya başladı. Bir yandan bana bakıyordu. Tekrar daldırdı. Tekrar daldırdı. Hâlâ bana ikram etmiyordu! "Ayıp oluyor, ona bakmasam daha iyi olur" diye düşündüm.

"Canın çok istiyor değil mi?" dedi.

Ne? Evet açım, üstüne üstlük çikolata! "Yani, işte…" gibi bir şeyler geveledim.

"Ama sana vermeyeceğim."

Bu da ne demek oluyor?

"Bu beniiim!"

Şaka olsa gerek! Fakat sakin sakin söylüyor. Yok canım, şaka. Gülümsüyorum. Gayet ciddi.

Derin bir daldırmayla bıçağa yığınla çikolata aldıktan sonra kavanozu kapattı ve dolabına koydu. Evet ciddiydi. Sanırım gözlerimi büyükçe açmış nefesimi tutmuş başımı dik bir şekilde geriye atarak onu izlemeye başladım. O ise bana bakmaksızın bıçağı yaladı, sonra bıçağı kenara koydu, yatağını açtı, içine girdi ve "iyi geceler" dileyip arkasını döndü.

Artık onun bir kaçık olduğuna kanaat getirmiştim. Geceyi onunla aynı odada nasıl geçirecektim? Ya bana zarar verirse diye korkuyordum. Aslında o kadar da deli görünmüyordu. Yurdun kapıları kapanmıştı, kimseyi tanımıyordum ve açtım. Yapılacak en iyi şeyin uyumak olduğuna karar verdim.

Ertesi gün Hande'ye bu çatlak Kazmagül'le aynı odada kalamayacağımı söyledim. Bunun kendisiyle hiç bir alâkası olmadığını söyledikten sonra idareye inecek ve odamı değiştirecektim.

Hande diğer odalardaki kızlar istemezse idarecilerin beni bu odalara geçiremeyeceklerini söyledi. Sonradan gelen ise doğal olarak istenmezdi. Keşke baştan o odalarda emrivaki şekilde kalmaya başlasaydım diye düşünüyordum ki, Hande "Burada Kazmagül'ü kimse sevmez. İdareciler birinin keyfini kaçıracaklarsa bu hep Kazmagül olur. Sayesinde de ben" dedi.

Onlar bu yurtta oldukça eskiymişler ve yeni gelenler hep onların yanına verilirmiş. Hande beni davet etmemiş olsaydı bile bana en üst kattaki soğuk odaları kakalamayı beceremedikleri durumda çok büyük bir ihtimalle beni onların odasına vereceklermiş.

"En üst kat çok mu soğuk?" dedim.

"Bir gece kal anlarsın. Ertesi gün aşağı inmek konusunda idarecileri sen ikna etmeye çalışırsın. Sonra da seni zaten yine bizim yanımıza verirler." dedi.

Böylece Hande odalarında kalmam konusunda beni tekrar ikna etmiş oldu ve asıl hikâyemiz başladı.

Hande'nin bir gözü açık mavi ve yuvasından biraz dışarıda idi. Sonradan öğrendiğime göre çocukken gözüne yediği bir taş gözünün yerinden çıkmasına ve kör olmasına neden olmuştu. Kahverengi ve şaşı olan diğer gözünü ise göz tansiyonu nedeniyle on dört on beş yaşlarından beri yavaş yavaş kaybediyordu. Ama son bir iki yıldır görüş kaybı oldukça yavaşlamıştı.

Yüzde üçlük görüş, söylediğine göre dünyayı aydınlık-karanlık ve siluetler olarak görmesini sağlıyordu. Bu nedenle sadece altı nokta ile yazılmış yazıları okuyabiliyordu. Psikoloji kitapları (Psikoloji bölümünde okuyordu) bu şekilde yazılmamış olduğundan bu kitapları kasete okuyacak birilerine ihtiyaç duyuyordu. Bu sayede bir çok psikoloji kitabını bazı yerlerini ne okuduğumu bile fark etmeden okumuşumdur.

Kazmagül ise tabii ki yardım etmiyordu. Hatta benim Hande'ye odada kitap okumamı bile istemiyordu. Sürekli olarak aynı tonda "dın dın dın" bir şeylerin okunmasının hele de bunu benim sesimden duymasının onu çok rahatsız ettiğini, birkaç cümle dinlemesinin bile gün boyu başının ağrımasına neden olduğunu söylüyordu. Çözüm önerilerinden biri çalışma salonunda okumamdı. Herkesin sesiz çalıştığı bu yerde "vay efendim biz de ders çalışıyoruz" diyerek sesli bir şekilde kitap okumama kimsenin müsaade etmeyeceğini kendi de biliyordu.

Bir diğer çözüm önerisi kitapları kantinde okumamdı. Televizyonun -genellikle müzik kanallarının- son seste dinlendiği herkesin kakara kikiri eğlendiği bir yerde kitap okumak çalışma salonunda bu işi yapmaktan daha zordu:

"Sosyal psikoloji, seeeeeeeen, kişiliği, sevdiğimdiiiiiiiiiin, genel olarak, çiçeğimdiiiiiiin, toplumsal bir bütünlük içinde, nedeeeeeen ayrıldıııııık…"

"Başkalarının odasına gidin o zaman" diyordu. Bu da pek mümkün değildi. Neyse ki uyumadığı zamanları çalışma salonunda hakimlik sınavları için çalışarak geçirdiğinden biz de onun olmadığı bu zamanlarda odada kitap okuyorduk. Ama bu zamanlar oldukça az olduğundan çoğunlukla evci çıkabildiğimiz zamanlar arkadaşların evinde kitap okumak zorunda kalıyorduk.

Anlaşmamıza göre odayı her hafta sırayla birimiz temizliyorduk. Hande'yle ikimiz her zaman beraber temizlik yapıyorduk. Kazmagül ise bunu işten kaçmak için bir bahane olarak kullanıyordu:

"Sen hep Ayşen'e yardım ediyorsun, bana yardım etmiyorsun, ben tek başına yapamam."

"Fakat Kazmagül" diyordu Hande, "Ayşen de bana yardım ediyor, biz beraber yapıyoruz. Sen bize yardım et biz de sana yardım edelim."

Sonuçta oda üç haftada iki kere temizleniyor, Kazmagül bu işe böylece hiç bulaşmamış oluyordu.

Temizlik yaptığımız bir gün odada ön cepheye bakan pencerenin kenarlarını siliyordum ki Kazmagül odaya girdi. Yan tarafa bakan küçük pencerenin önünde çay kahve kupalarımız dururdu. Kazmagül'ün odaya girmesiyle oluşan hava akımı, yanında olmadığım bu pencerenin açılmasına ve Kazmagül'ün kupasının yere düşmesine neden oldu. Her züccaciyecide bulunabilecek oldukça sıradan bu kulplu cam bardak kırıldı.

"Kupamı kırdın! Kupamı kırdın!"

"Yok Kazmagül sen kapıyı açınca cereyan…"

"Kupamı kırdın, ben gördüm!"

O sırada Hande girdi içeri.

"Hande, Ayşen kupamı kırdı!"

"Ben orada bile değildim, çatlak bu yaa!"

Hande onu yatıştırmaya çalışıyor, o bağırıyor:

"Bunu bana babam almıştı!"

İyi ama henüz hayatında bir lira bile kazanmamış, zaten her şeyini babası alıyor.

"Çok değerliydi, bizim oradaki pazardan almıştı!"

Baktık, yatışacak gibi değil, Hande onu odadan dışarı çıkardı ve sonra tek başına döndü. Akşama idareye yoklama için imza atmaya indiğimde idaredeki kadın "Seninkinin kupasını kırmışsın ha!" dedi. Meğer akşama kadar yurtta benim onun kupasını kırdığımı söylemediği kimse kalmamış. Yurtta elli kız ve üç beş idareci olduğundan bu işi bitirmesi topu topu bir-iki saatini almış.

Odada bir araya geldiğimizde Kazmagül bana sinirli sinirli bakıyordu. Hande "Tamam, halledelim sorunumuzu" dediğinde bu işin hiç de kolay olmayacağını ifade eder gibi gözlerini benden kaçırdı.

"Onun manevî değeri vardı ve Ayşen onu kasten kırdı."

"Ben kırmadım!"

"Hayır o kırdı, ben gördüm."

"Peki diyelim o kırdı, ne istiyorsun Ayşen'den?"

"Hakkım olanı!"

"Yani?"

"O pahalı bi şeydi"

"Anlaşıldı. Ne kadar?"

"Saçmalama Hande bana ödetmek için yalan atıyor"

"… lira."

"İyi ama bu parayla ondan beş tane alınabilir."

"Sana yenisini alalım"

"Olmaz memleketten almam lazım. Manevî değeri vardı diyorum"

"Haa, bu kadar mıymış manevi değeri? Metre cinsinden ne kadar ediyor? Yok yok ben dayak cinsinden ödemek istiyorum. Mesela 50 kötek? Hı?"

"Tamam Ayşen, boş ver verelim. Yoksa bu bizim başımızın etini yer"

"Hande bana inanmıyorsun değil mi? Ayşen kırdı. Zaten…"

Hande paraları sayarken Kazmagül bir yandan paralara bakıyor bir yandan gözlerindeki yaşları siliyordu. Daha fazla dayanamayıp odadan dışarı çıktım.

Hande ile bütçe konusunda tam bir ortaktık. Bir kozmetik firmasının (kadınlar bilir, Avon) ürünlerini elden satıyorduk. Kız yurdunda bu iş oldukça kolaydı. Elimize toplu para geçtiği vakitler harika bir sofra hazırlar, bizden önce sofraya kurulan Kazmagül'le beraber bunu kutlardık. Kazmagül'ün bana yakın olduğu ender anlar işte bu zamanlardı.

Bir akşam, odaya Avon için geldiğini sandığımız birkaç kız, bizi değil Kazmagül'ü arayınca şaşırdık. Kızlar daha önce Kazmagül'den kendilerine ödünç poşet çay vermesini istemişler. Kazmagül de dolabından bir poşet çay çıkarmış kızlara uzatmış. Kızlar şimdi poşet çay borcunu ödemeye gelmiş.

Ben şaşkınlık içerisinde Hande'ye durumu anlatıyordum ki, Kazmagül kızlara…

"Hayır, üç tane vereceksiniz" dedi.

"İki tane kalmış Kazmagül, diğerini sonra versek?"

"Peki, ama unutmayın, yoksa bir daha vermem."

Böylece durum açıklığa kavuşmuştu. Kazmagül normal bir çay karşılığı aromalı üç çay alıyordu ve bu ilk değildi.

Tabi herkes geçinmek için çeşitli yollara başvurabilir. Kazmagül de kendince böyle bir yol bulmuştu.

Bize anlaşmayla dahi hiç bir şeyini vermezdi. Bir gün bulaşık süngerimiz kupaların önünde durduğu az önce bahsettiğim o küçük pencereden dışarıya uçtu. Gece odada bulaşıklarla uyumak istemediğimizden, Hande, Kazmagül'ün iki bulaşık süngerinden birini kullanmak için istedi. Kazmagül, kupası için ayrı, diğer bulaşıkları için ayrı bir bulaşık süngeri kullanıyordu. Doğal olarak bize vermedi.

"Eskir, veremem!"

Bir kerecik kullanacağımız bulaşık süngerini eskiteceğimizden korkmuştu. Hande "yenisini alırız" dediği halde Kazmagül anlaşmaya yanaşmadı. Neyse ki yurtta yaşayan normal insanlar da vardı, onlardan bir sünger buluverdik.

Bir gün Kazmagül "Artık sizinle iyi anlaşmaya karar verdim" dedi. "Ben de sizinle her şeyimi paylaşacağım, odada kitap okuyabilirsiniz, gece on ikide ışığı kapatalım diye de ısrar etmeyeceğim."

Bunun nedeni yeni bir aşktı. Kazmagül sarışın mavi gözlüydü. O kocaman cüssesine rağmen sadece renk benzerliği ile kendine Türk Sharon Stone'u diyordu. İstediği her erkeği elde edebilecek çekiciliğe sahip olduğunu düşünüyordu. Onu otellere götüren erkeklerin kendisine aşık olduğunu sanıyordu. İşte o sırada bunlardan birine kendini kaptırmıştı.

"Bunu göstermek için size mandalina vereceğim."

Kazmagül kilo kilo meyve alır, bitiremeden çürüdüğünden bir kısmını çöpe atardı. Bir mandalina soymaya başladı.

Hande'ye eğildim, sessizce "Hande, inanılır gibi değil, üstüne üstlük soyuyor." dedim.

İyice temizledi.

"Allah allah temizliyor!"

İkiye böldü. Kızdım cimriliğine.

"Manyak, bir de yarımşar veriyormuş?"

Hande'ye bir dilim uzattı. Ne? Tek bir dilim mi? Hande elindekinin küçüklüğünü parmak uçlarıyla algılarken haspam bana da bir dilim uzattı. İstemeyen acı bir gülümseme ile "hıh, sağol, teşekkür ederim yani, almayayım" dedim. Hiç ısrar etmedi, bana uzattığı dilimi ve elinde kalanları afiyetle yedi.

Yılbaşı bu ateşkes günlerinden birine denk gelmişti. Hande, her zamanki uzlaşmacı tavrıyla yılbaşını beraber geçirelim diye öneride bulundu. Kazmagül bu planı duyduğunda çok sevinmesine rağmen gece gelmedi. Aldığımız yaş pastanın üçte birini yedik, geri kalanını Kazmagül'e ve iki arkadaşımıza bıraktık.

Sabah sekizde Kazmagül odaya teşrif etti. Arkadaşında kaldığını söylerken bir yandan pastayı arıyordu. Aşık olduğu adamın evini arayıp (yazık ki o zamanlar cep telefonu pek yaygın olmadığından adam ev numarasını vermiş) annesine oğlunun arkadaşı olduğunu söylemiş. Kadına oğluna yılbaşı için postayla hediye göndereceğim diye uydurduğu bahaneyle adreslerini almış.

"Saat dokuz buçuktu, beni görünce kapıda şok geçirdi. Nasıl bir sürpriz ama!"

Adam için su götürmez bir sürpriz olduğu kesindi. Vah vah! Pastayı yerken akşam adamın annesinin yaptığı yemekleri ballandıra ballandıra anlatıyordu.

"Kazmagül, pastanın yiyebileceğin kadarını ye, gerisini biz arkadaşlara ayırdık."

O bizi duymamış gibi anlatmaya devam ediyordu.

"Oldukça mutaassıp bir ailesi varmış. Gece beni salonda yatırdılar. Galiba ailesi beni pek sevmedi."

Ne bekliyordun salak? Yılbaşı gecesi davetsiz ve hangi vasıfla adamın evine gidiyorsun? İçimden söyledim bunları.

Adam annesine nasıl bir açıklama yaptı acaba?

"Anne ben de bilmiyordum. Bir kere gördüm valla (bayağı gördüm ama, he he hee). Pardon nasıl mı göndereceğim? Ohoo bizden önce sofraya oturdu bile. Tamam anne bir yolunu bulurum, sinirlenme."

"Anne sana Kazmagül'ün geleceğini demeyi unutmuş muyum? Kazmagül kim mi? Kim kim? Bahsetmedim mi daha önce? Hiç mi? Yani hiç ha?"

"Anne bunu var ya geçen gün otele götürdüm. Sonra…"

Anne sayıklamaya başlar.

"İlaçlarımı getirin, Eşşedüenlâââ…"

Ya da gelecekte "ayrıldım, dayanamadım" diyerek durumu düzeltecek uzun zamanlı bir yalan atabilir oğlan.

"Anne işte evlenmek istediğim kız, geleceğin hakimi."

Anne:

"Oğlum, gelin böyle mi tanıştırılır?"

Kazmagül devam ediyordu:

"Sabah ilaçlarımı içmek için onu uyandırdım ve kendime kahvaltı hazırlattım."

Yuh! Bir de kahvaltı hazırlatmış. Adamın bir hatası nelere mal olmuş. Zaptedemedi nefsini tabi.

"Ama orada uyuyup kalmayayım diye buraya geldim. Bu pasta ne güzelmiş, neden hepsi benim değil?"

Pastanın yiyemediği kısmını çatalla ezmeye başladı.

"Maalesef gerisini arkadaşlarınıza veremeyeceksiniz."

* * *

Tabi ki göründüğü kadar kaderci değildik. İdareyle konuşmuş, Kazmagül'den ayrılmak istemiştik. Diğer odalardaki kızların hiç biri onunla yaşamak istemiyorlardı. Üst kattaki odalara ise kaloriferleri pek iyi çalışmadığından, kızı kendi rızası olmaksızın geçiremiyorlardı. Tek çözüm, bizim yukarı kata çıkmamızdı. Ankara'nın kış soğuğunu bilen bilir. Biz de biliyorduk! Böylece Kazmagül'le yaşamaya devam ediyorduk. Her günümüz birbirinden ilginçti. Neyse ki benim için günler sayılıydı. ODTÜ yurtlarında iki haftada bazen ayda bir tek sıra ilerliyor, yavaş yavaş da olsa kayıt vaktim yaklaşıyordu.

* * *

Kazmagül Hande'ye de gıcık olunca hayat her iki taraf için de tümüyle çekilmez hale geldi.

Artık "İntihar edeceğim" diye savurduğu tehditlere kimse aldırış etmiyordu.

Bir gece ben odada çalışırken Kazmagül odaya girdi, ışıkları söndürdü, yatağına yattı. İktisat matematiği okuyordum. İspatını yapmaya çalıştığım bir teoremin ortasında, birden önümdeki kâğıtlar karardı. Bardağı taşıran bu son damla ile cüsse olarak iki katım kadar olan Kazmagül'ün üzerine gözüm kararmış bir şekilde yürüdüğümü hatırlıyorum.

Bu olaydan kısa bir süre sonra, bir hafta sonu (evci) sonrası odada Kazmagül'ün her zaman asılı olan çamaşırlarını görmediğimizde sevinelim mi üzülelim mi onu bile bilemedik. Taşındığı odasında bahar geldiği için ısınmak problem olmayacaktı. Ama en üst katta tek başına kalacaktı.

Ondan kısa bir süre sonra benim için de vakit doldu ve ODTÜ'ye taşındım.

Hande o yaz evlendi.

Yurt ise bir dahaki sene tekrar açılmadı.

Sonraki senelerde Kazmagül'den hiç haber almadık. Hande güzelleştikçe güzelleşti, okul sonrası bir hastanede psikolog olarak çalışmaya başladı. Şimdilerde Hande'lere ne zaman gitsem, çocuğunu uyuttuktan sonra derin sohbetlere dalarız ve Kazmagül'ü anarız.

Ama onun çocukluğumuzda bize okutulan Ayşegül kitaplarındakine hiç benzemeyen bir Kazmagül olduğunu unutmadan…

Yorumlar

Bu şirin yazıyı okuduktan sonra, mağdur olanın nedense yazar değil Kazmagül ismiyle alay edilen kişi olduğunu düşündüm.

Fiziksel özellikleri öne çıkarılarak alay edilen, hiç bir şeye (sevme ve sevilme ihtimaline bile) layık görülmeyen, ona karşı duyulan negatif tepkilere tepki gösterme hakkı verilmeyen biri o. Bu toplumda mutlu olma şansı tanınmayan biri o yazarca.

Burada yazar dostunun da kör olduğunu söyleyerek (yüce gönüllülüğünü ayrıca kutlarız) böyle bir ayırım yapmadığını kanıtlamak istese de, bu ayrım açıkça görülüyor malesef.

Birilerine şirin görünecem diye, hedefin açıkça belli edildiği (en azından yurttakiler tarafından) bir insanın bu şekilde rencide edilmesi nedense mazlumun yanında olma yanımı dürttü.

Şair ile bağlamak en güzeli;

Dervişlik taçda değil baştadır.

Ernesto - 20 Temmuz 2007 (17:20)

Bir duvarda bir yazı okumuştum. Diyordu ki, "Çuçi her zaman aptalların yanında" .

Ernesto yoldaş da sanırım Çuçi ile aynı fikirde. Empati duygusunu neden yazardan ya da o yurttaki diğer mağdurlardan yana değil de hikayenin en arıza tipinden yana çalıştırdı, doğrusu merak ettim.

Eğer öykü yazan insanlar da Ernesto gibi düşünselerdi, herhalde edebiyatın kökü kururdu.

Korçagin - 26 Temmuz 2007 (10:29)

Sayin bay ve bayanlara!

Kazmagül hikayesini "Ernesto" adli yorumcunun yazisi neden ile okudum ve ben de konuya istirak edecegim.

Bir cok romanlari okudum ve romanciyi dahi yapan püf noktasini ögrenmis bulunmaktayim. Izninizle bu "püf "noktasini sizlerin bilgisine sunmakta olacagim. Tolstoy, Dostojevsky, Solohov, Romain Roland, Victor Hugo ve daha cok isimini yazacagim eserlerin sahibi sunu yapmistir; milyarlarca km fersah fersah ötede sönmeye yüz tutmus kipir kipir yanan yildizi, söndü sönecek sanilan yildizi cekip getirerek dünyanin bu yaninda dev kilmistir; bir katilin ve canavarin icindeki yanan "büyük insanlik" misali örnegi gibi kücük bir ates cingisi iken büyütüp yangin haline getirerek "kötülügü" yakip kendine ödev yapan bir dehadir romanciyi romanci yapan.

"Ben dogru olsam ne olur göl yüzüne yansiyan resmim egri göründükten sonra?"

Antires Mansur - 27 Temmuz 2007 (8:12)

Korçagin kardeş, Çiço haklı. Konu şunun yada bunun tarafında olmak değil. Konu birilerinin şirin görünmek için bir diğerine haksızlık yapması, üstelik edebiyatla yapmaya çalışması (çalışması diyorum çünkü buna edebiyat demek çok mümkün değil) Sanırım sizin edebiyat anlayışınız kemalettin Toğcu tarzı edebiyatı kastediyor. Zira Dostoyevski Suç ve Ceza'da bir katilin hikayesini anlatır. Oscar Wilde Dorian Gray romanında yine böyle bir hikaye anlatır. Edebiyat konusunda engin düşüncelerinizi öğrenmek güzel.

Ernesto - 28 Temmuz 2007 (19:45)

Ernesto yoldaş, yazarın nedenlerini de sıralayarak eleştirdiği belki de hayal ürünü bir kişiye "haksızlık ettiği" iddiasından yola çıkıp, kendisini tahkir etmeye kadar varan tavrınız şaşırtıcı. Konuya dışarıdan bakan biri olarak "acaba Ernesto bu öyküde anlatılan kişinin bizzat kendisi olabilir mi?" diye düşünmeden edemiyorum.

Bu kadar dar bir zaman aralığında kendi kendinizle çeliştiğinizi bilmem görebiliyor musunuz? Üstelik koşullar da eşit gözükmüyor. O adıyla yazan ve bunun sorumluluğunu üstlenen biri, siz ise takma bir adın ardında saklanan ve kimbilir hangi nedenle hakaret eden birisiniz.

Kişisel bir deneyimini karınca kararınca öyküleştirdi ve bir internet sitesine gönderdi diye bir insana neden bu kadar tepki gösteriyorsunuz?

Ayşen Hanım'ın Dostoyevski ya da Oscar Wilde olmak gibi bir iddiası var mıdır bilemiyorum, ama sizin bu bozuk cümlelerle orta mektebin birinci sınıfında kompozisyon ödevi yapabileceğiniz bile şüphe götürür.

Birini "Dostoyevski değilsin" diye küçümsemeden önce bizzat kendiniz yazdığınız cümlelere azıcık özen gösterseniz diyorum.

Korçagin - 28 Temmuz 2007 (21:32)

(Ve yiğit Korçagin kılıcı usta bir hareketle sallayarak melun düşmanı atından düşürdü. Bir taraftanda prensese bakarak övgü dolu bakışlarını yakalamak istedi. İçinden "prenses artık benim" diye geçirdi, son hamlesini vurmadan önce.)

Sayın Korçagin edebiyat ve kompozisyon hususundaki yeteneksizliğimi affediniz. Cevabıma gelince; belliki yazı bir hayal ürünü değil (bunu yazıyı okuyan her ortaokullu bilir). Bir anı. Kaldıki herhangi usta bir yazar ile ilgili kıyaslamayı siz yaptınız. İlk yazınızın son cümlesinde söylediklerinizi hatırlayınız lütfen. Ben o cümlenize karşılık Dostoyevski örneğini huzurunuza sundum.

Bir taraftan isminizi yazmıyorsunuz bir taraftanda ben yazmadım diye beni suçluyorsunuz. Söylermisiniz, sizin oralarda buna çelişki demezlermi. Yoksa budamı yiğitliğinizin ve kahramanlığınızın bir gereği. Yazımın içeriğinden çok genel saldırı cümleleri kullanmanız, bulunduğum koşula bağlı bir hızla yaptığım imla hatalarını "hah yakaladım, şimdi seni öttürecem" edası ile iştahla kullanmanız nedendir erak ediyorum.

Evet her insanın anıları vardır. Klasik bir deyimle iyi yada kötü hepimizin yaşamında renkli, az yada çok renkli kesitler vardır. Ama burada beni rahatsız eden bir unsuru eleştirdim. Niyetim kırmak yada incitmek değildi. Fakat Bay Korçagin siz insanı sivriltmek amacı ile provake ederek alkış almak istiyorsunuz. Niyetiniz bu yiğit tavırları sürdürerek Prensesimi tavlamak?

Ernesto - 29 Temmuz 2007 (20:12)

Hasbinallaaaaaah!

Korçagin - 31 Temmuz 2007 (10:17)

Güzel hikâye ama daha ilginç anlatılabilirdi;)

Ateş Uetka - 25 Ocak 2013 (13:56)

diYorum

 

275
Derkenar'da     Google'da   ARA