Cumhuriyet döneminde Türkiye'yi yönetenler veya Türk aydınlarının ağzında "medeni dünya" diye bir lâf yoktu. O dönemler Türkiye büyük bir hızla ve gayretle muassır medeniyet seviyesini yakalamak peşindeydi.
"Hür dünya" diye bir tanım bilmiyordu. "Hür dünya" tanımı bizim sözlüklerimize demokrasiden sonra girmiştir. Demokrasi hareketi başladıktan sonra Türkiye'de bazı parti liderleri medenî dünya, medenî dünya ile aynı düzeyde olmak, medenî dünyanın değerlerine sahip olmak ve onlar gibi olmak prensibini ortaya atmışlardır.
İktidar olmuş partilerimizin pek çok lideri pek çok nutkunda bu medenî dünya deyimini kullanırlar. Bunu rahatlıkla kullanırlar ve hiç bir zaman düşünmezler ki medenî dünya diye Batı'yı kastederlerken dünyanın geri kalanını gayrı medenî ilân ediyorlar.
Kendi kendisine medenî dünya demesi, kendi kültürünü, kendi sanatını evrensel sayması ve bütün dünyaya karşı hakim kılacak şekilde örgütlemek istemesi Batının emperyalizmiyle birlikte başlamıştır.
Ondan önce onlar sadece Hıristiyan değerlerine güveniyorlar, Hıristiyan değerlerine inanıyorlar ve dünyayı Hıristiyan yapmak istiyorlardı. Fakat bunun adına evrensellik izafe etmeleri ve bunu bütün dünyaya yaymak istemeleri aşağı yukarı sömürgeciliğin dünyaya hakim olmasıyla ortaya çıkmıştır. Yeni kuşaklar bunu bilmezler ama biz ilkokula başladığımız zaman bile dünyada Afrika kıtasının neredeyse tümü, Asya'nın üçte birinden fazlası sömürgeydi ve Güney Amerika sömürgeye çok yakın bir konumda bulunuyordu.
Daha da dramatik olanı, Birinci Cihan Harbi'nin sonunda eğer Sevr Anlaşması uygulanabilseydi dünyadaki bütün Müslümanlar sömürge halkı oluyorlardı. Böyle bir ortam içerisinde Batılı, kendini Şangay'da, Bombay'da, Kahire'de, sömürgenin herhangi bir şehrinde vakarla, hakim, üstün ve onların üzerinde hissetmek için çok rahat bir şekilde kendisini evrensel bir değer, evrensel bir güç ve evrensel bir medeniyet sahibi sayıyordu.
Sömürgecilik dünyaya yayılmaya başlayınca "Bu yayılmada biz nasıl bir yol kullanacağız" tartışmaları doğmuştur o zamanlar. Çok güzel bir yol buldular. Üzerine hakimiyet kurmak istedikleri toprakları önceden tespit ediyorlar. Bu topraklarda onlar için elverişli bazı şeylerin olması lâzım geliyordu. Bunlar iktisadi imkânlardı. Eğer bunlar varsa oraya misyonerlerini gönderiyorlardı. Misyonerlerin yanı sıra misyoner okulları gidiyordu. Onların yanı sıra da bazı büyük şirketler oralarda acentelar açıyorlardı, ticaret başlıyordu.
Bu ticareti geliştirebilmek için de bir takım büyük ticaret firmalarının temsilcileri o ülkelere, daha doğrusu o limanlara gidiyorlardı.
Böyle bir yere geldikleri zaman kolonyalizmin temsilcilerinin en büyük güçlüğü yerli halktı. Niye güçlük oluyor? Bu yerli halkların hepsinin kendilerine mahsus bir medeniyeti, bir kültürü, bir dini var. Bir dili var. Halbuki bunlar, gelenler şu kesin inançtaydılar ki, asıl gerçek din Hıristiyanlıktır. Gerçek kültür de kendi kültürleridir. Yerliler aslında barbardırlar. Fakat bunlarla iş yapmak zorundalar.
Bunlarla iş yapabilmek için onlarla temas etmek lâzım. Onların dilini öğrenmekte zorluk çekiyorlar. Hatta biraz da tenezzül etmiyorlar. Hal böyle olunca yapılması lâzım gelen şey çok net ve açık ortada; misyoner mekteplerinde bunların bir kısmını Hıristiyan yapıyorlar. Hıristiyan yaptıkları insanlara kendi dillerini öğretiyorlar ve kendi kültürlerini zerk ediyorlar. Ortaya yeni bir tip adam çıkıyor. Bu yeni çıkan adam tipi dokusuyla, ana kültürüyle baba kültürüyle yerli; fakat misyonerlerden aldığı eğitimle ve öğrendiği şeylerle yabancı. Eğer sen şimdi bu ortaya çıkmış garip tipi şirketinde önemli bir yere koyarsan birden bire hayatı kurtuluyor ve bu defa menfaatiyle oraya bağlanmış oluyor.
İlk defa bunlara "kompradore" diyorlar; Kompradore, doğrudan doğruya bir yerli halkın içinden seçilmiş, dini, dili ve kültürü değiştirilmiş, yani kültürsüzleştirilmiş bir adamın hakim metropol ülkeye tâbi bir insan olarak kulanılması anlamına gelıyor.
Bu en çok hangi ülkelerde ortaya çıkmış, dikkatle bakıp incelemek gerek. Bu, ciddi şekilde Hindistan'da ortaya çıkmış. Hintlilerden çok komprador tüccar çıkıyor fakat tüccarlıkta kalmıyorlar, sonradan sanayici de oluyorlar. O kadarla da kalmıyorlar, entellektüel oluyorlar hatta sanatçı oluyorlar. Yani adam Hindu fakat dinine bakıyorsun püriten, yani İngilizlerin dinine ait, kültürü tamamen İngiliz.
İngilizlerle beraber eğitim görmüş hatta İngiltere'ye gitmiş, Oxford'da, Cambridge'de okumuş, sonra memleketine dönmüş, memleketinde İngiliz kültürünün öncülüğünü yapmış. Şaheserler yaratmış, İngilizce olarak yaratmış. Hatta kraliçe veya kral tarafından "sir" ünvanıyla "lord" ünvanıyla takdir edilmiş adamlar var orada.
Şimdi bunlar Hint edebiyatının veya Hint kültürünün büyükleri değil. Bunlar İngiliz edebiyatının büyükleri de değil. İşte bunlar komprador edebiyatının büyükleri. Kültürsüzleştirilmiş bir halkın yabana gitmiş insanları bunlar.
Peki aynı şey başka nerede görülüyor? Fransızlar bu işi Kuzey Afrika'da yaptılar. Kuzey Afrika'da çok ciddi bir şekilde Fransızlaştırma operasyonu yapılmıştır ve bu operasyonun sonunda da şimdiki Fransız edebiyatındaki romancıların çoğu Kuzey Afrikalıdır. Görüyoruz şimdi isimlerini Fransız olarak yazıyorlar. Adamın adı Ahmet, Hüseyin, bilmem ne. Aslında onlar Arap. Kuzey Afrikalı Arap. Tunuslu, Faslı, Cezayirli. Fakat o vasıflarını kaybediyorlar, o dili kaybediyorlar, o kültürü kaybediyorlar ve Fransa da, berbat bir halde yaşıyorlar ve kendilerini Fransız sayıyorlar. Fransız değiller. Arap sayıyorlar Arap da değiller. İkisinin arasında bir yerdeler.
Aynı şekilde aynı kültürü Uzak Doğu'da görüyoruz. Uzak Doğu'daki bazı kavimlerde de böyle. Malezya kökenli, Çin kökenli bazı kişiler aynı şekilde komprador tüccar, komprador sanayici, komprador entellektüel olmuşlar ve ortaya çıkmışlardır. Ve bu insanlar sömürge düzeni devam ettiği sürece metropollerde çok itibar gördüler. Çünkü kendi halkları aleyhine çalışan, kendi halklarının kültürünü reddeden ve o ülkeye metropol kültürünü yaymaya çalışan insanlardır.
Bunun bizimle alâkası var. Osmanlı İmparatorluğu emperyalizmin dikkatini Napolyon Savaşı'ndan sonra ciddi şekilde çekmiştir. Napolyon'un Mısır'a kadar gelmiş olması ve Osmanlı'nın onları atamaması ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın isyan ederek neredeyse Bolu'ya kadar gelmesi ve padişahı tehdit etmesi, sonunda Batılıların araya girmesiyle ara bulunmasıyla birlikte Batı emperyalizmine Osmanlı İmparatorluğu'nun da içinde taşıdığı birçok zenginliklerle pekalâ bir sömürge olabileceği düşüncesini getirmiştir.
Tıpkı Çin gibi, Hint gibi. Büyük bir imparatorluk, büyün zenginlikler içinde ve üstelik jeostratejik olarak çok önemli hele İngiltere için Hindistan yolunu kapatan bir olay. Eğer bu sömürgeleştirilirse fevkalâde cazip bir şey ortaya çıkabilir. Ama karşılarındaki Afrika'daki veya Malezya'daki bir kabile devleti değil. 600 seneden beri devam eden bayağı güçlü bir imparatorluk ama şimdi görülüyor ki, kanatları düşmüş, Napolyon'u kovamıyor. Hatta isyan eden bir valisiyle başa çıkamıyor. Buna karşı bir çare düşünmek lâzım.
Zaten hasbelkader kabul edilmiş kapitülasyonlar var. O kapitülasyonlar da Batı sermayesine ve Batı emperyalizmine zaten bir takım haklar tanımış. Şimdi nasıl yapılırsa bu imparatorluk aynı oyuna getirilebilir. Tanzimat buldukları çaredir Batılıların. "Bu Osmanlı'yı nasıl yeriz?" düşüncesinin bulunmuş çaresidir.
Bunu İngilizler istemişlerdir. Tanzimat-ı Hayriye diye ilân edilen şey tam anlamıyla, Tanzimat-ı Şerriye'dir. Bir belâ dır. Çünkü o zaman onlar Osmanlı halklarını serbestliğe, medenî haklara, medenî dünyaya, medenî hürriyetlere kavuşturuyoruz diye kendi kurallarını Osmanlı'ya kabul ettirmeye başlamışlardır.
Mesela Tanzimat'ın ilân edildiği dönemde burada İngiliz sefiri olan adamın karısının anılarında bu olay çok açık görülmektedir. Nasıl oynuyorlar bizimle. Sadrazam Sait Paşa hep bunlarla uğraşıyor. Yani bir yere bir vali tayin edilecek, o valiyi tayin etmek için mücadele vermek zorunda kalıyorlar çünkü oraya meselâ Erzurum Valiliği'ne tayin edilecek olan adamın aslında Hıristiyan olmasını istiyor İngilizler. Bizimkiler vermek istemiyorlar. Çünkü oraya bir Hıristiyan tayin edersek sonra orada bir Ermeni valisi isteyecekler. Arkasından da özerklik isteyecekler, biliyorlar.
Bunun için ne yaptı peki Batı? Çok basit bir şey yapmış. Aynen öbürlerine yaptıkları gibi misyoner mekteplerini Osmanlı'nın içine salıvermişler. 1800'lerde birden pıtrak gibi Anadolu'da ve Orta Doğu'da her taraf bu okullarla dolmuştur. Ve özellikle de şunu seçiyorlardı: Çeşitli azınlıkların bulunduğu bölgelere daha yoğun gönderiyorlardı.
Mesela Lübnan Fransızların tercih ettiği bir bölgeydi. Musul, Irak tarafı aynı şekilde daha çok İngilizlerin tercih ettiği bir bölgeydi.
Güneydogu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesi Amerikalıların tercih ettiği bir bölgeydi. Oralarda bunların mektepleri dolmuştu. Çeşitli tarikatlardan çeşitli insanlar… Bunların hepsinin de başkenti Robert Koleji. Buralarda Osmanlı İmparatorluğu'nun çeşitli bölgelerinden gelmiş ve aslında etnik özellikleri farklı kişiler tamamen onların medenî dünya dedikleri kendi dünyaları ölçüleri içerisinde yetiştiriliyorlar.
Bunların ileride Osmanlı'nın yönetiminde yer almasına dikkat ediyorlardı. Fakat bu iş bu kadarla kalmamıştır. Bizim orduyu, donanmayı da onlar adam edecekler gibi bir tavra girilmiştir Tanzimat'tan hatta öncesinden itibaren. Bunun için de meselâ kara ordusunu Almanlara, deniz ordusunu da İngilizlere emanet etmişiz. Oradan da İngiliz kafalı deniz subayları, Alman kafalı kara subayları yetişmiş. Osmanlı İmparatorluğu kendisini bağımsız bir devlet hatta bir imparatorluk sayıyor fakat yetiştirdiği aydınlar artık başka bir kültürle yetişiyorlar ve onu adam edeceğiz diye öteki kültüre uydurma yollarını araştırıyorlar.
O zaman onların Hindistan'dakilerden pek bir farkı kalmıyor. Hindistan da böyle oldu çünkü. Bizdeki Tanzimat hareketi de, Meşrutiyet hareketi de dikkat edilirse yabancıların etkisiyle ve onların istekleri istikametinde olmuştur.
O zamanın sadrazamlarına bakıyorsun Koca Vasıf Paşa İngiltere taraftarı, Halil Paşa İngiltere taraftarı, Fuat Paşa İngiltere taraftarı, Sait Paşa o kadar İngiltere taraftarı ki halk ona İngiliz Sait Paşa diyor. Mahmut Nedim Paşa Rus taraftarı, Nedimof demişler. Bu Tanzimat'ın tablosu. Yani yönetim zaten dominyon haline gelmiş.
Birdenbire bir yeni inkılap yapıyoruz, Jöntürkler yapıyorlar. Jöntürk hareketi, Jöntürklerin yaptığı inkılabın halkımızla hiç alâkası yok. Gene o okullardan yetişmiş kişilerin yaptığı bir hareket. Alman İmparatorluğu not düşmüş; "Bizim askerlerin", bizim asker dediği de onlarda eğitim görmüş askerler, Enver Paşa'yı kastediyor. "Onların yaptığı bir devrimdir" diyor. İtalyanlar da diyorlar ki, "Bizim masonlar bu işi örgütlediler" falan. Nitekim her ikisi de doğru. O kadar doğru ki 1908'de Meşrutiyet ilân edilir, 1911'de İtalyanlar Trablusgarp'a çıkarlar. Yeni hükümet harp ilân etmez. Ona yardım ettiler diye diyet olarak veriyor Trablusgarp'ı.
Tipik bir sömürge muamelesi görüyoruz Batılılar tarafından ve başka yerde yaptıkları şeyleri aynen burada yapıyorlar. Sömürge aydını yetiştirebilmek, sömürge memuru yetiştirebilmek için buraya bir defa yabancı okullar giriyor, misyoner okulları hem din değiştirmek için işi yapıyorlar hem aynı zamanda kültür değiştirme. Eğer dinini değiştirebilirse ne alâ, değiştiremezse kültürünü değiştiriyor. O da onun işine geliyor çünkü halka yabancılaşıyor.
Bir de Osmanlı'nın inanılmaz avantajları var diğer ülkelerde olmayan. Osmanlı tebasının önemli bır kısmı Hıristiyan, onlara din değiştirmek de gerekmiyor. Onlara merhaba diyorsun, mezhep değiştir diyorsun, yani Ermeni Gregoryansa bakıyorsun Katolik oluyor. Fransızların hizmetine giriyor böylelikle.
Özellikle iki harp arasında çekilen filmlerde bu çok işlenirdi. Uzakdoğu'nun egzotik limanlarında, Afrika'nın egzotik limanlarında bir takım aşklar yaşanır oralara gitmiş olan birtakım Batılılar ya yerli kızlardan biriyle veyahut da oraya gelmiş Batılı fahişelerden biriyle inanılmaz maceralar yaşarlar.
Oraya gitmiş olan komprador tüccarlar Avrupalı mahallesinde otururlar, bir de komprador yöneticiler Avrupalı mahallesinde otururlar. Diğerleri yerli mahallelerinde otururlar. Hatta yerli mahallelerine gitmek tehlikeli sayılır Batılılar için.
Bunlar hangi şehirlerdir? İskenderiye'dir, Kazablanka'dır, Şangay'dır, HongKong'tur, Makao'dur. Bunlar çok danınmış, özellikle sömürgecilik döneminde öne çıkmış olan şehirlerdir. Bu şehirlerin içerisinde elinle koymuş gibi bulabileceğin bir Avrupalı şehri vardır. Onun etrafında daha fakir yoksul ve küçümsenmiş olan bir yerli şehri vardır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun içerisinde Selanik, İstanbul, İzmir, Beyrut ve İskenderiye aynen böyle bir komprador limanı olmuşlardır. Bu limanların içerisinde de aynen o şehirlerde olduğu gibi bir Avrupalı yerleşim yeri vardır. O Avrupalı şehri Selânik'te Beyazkule civarıdır, İstanbul'da Beyoğlu'dur, İzmir'de de meşhur Frenk mahallesi dir.
Tanzimat sonları Meşrutiyet başlarına doğru Avrupa'ya okusunlar diye gönderilmiş aydınların da evcilleştirilmesi suretiyle Beyoğlu'nda, Beyazkule'de veya Frenk mahallesinde yerli Hıristiyanlarla beraber artık Batılılaşmış, yani medenî dünyaya ait olmuş sayılan bir aydın kesimi belirmiştir.
Bu aydın kesimi Türkiye'yi ileriye götürme teşebbüsü içinde görünür fakat aslında Sevr muhadenesine götürürler. Sevr muhadenesini imzalamayı da çok yerinde bir şeymiş gibi yapmışlardır. Ve onlara karşı Kemalist hareket belirmiştir.
Kemalist hareketin neye karşı belirdiği çok nettir. Batılı senin topraklarına el koymaya karar veriyor. Senin topraklarına el koymak için uyguladığı evcilleştirme süreci, devşirme süreci aynen sömürgelere uyguladığı süreç. Önce seni dinden kaydırmaya çalışıyor, sonra dilden kaydırmaya çalışıyor, yavaş yavaş zevklerini ve yaşama biçimini değiştiriyor. Sen gittikçe ona uyuyorsun ve bunu ilericilik ve medenîlik zannediyor ve savunmasını yapıyorsun. Halbuki seni kültürsüzleştiriyor.
Mustafa Kemal Paşa" medenî dünya" dememiştir. Tam tersine Batıya inanılmaz suçlamaları vardır. Mustafa Kemal Paşa "onların yaptığı gibisini aynen yapalım" demiyor. O "biz medenî olacağız" diyor ve "kendi medeniyetimizi yapmaya çalışacağız" diyor. Bunun için de Türk tarihine, Türk diline ayrı önemler veriyor.
Cumhuriyet Türkiyesi'nde Mustafa Kemal'in uyguladığı dış politika inanılmaz esneklikteki bir dış politikadır. Sovyetleri İngilizlere karşı kullanmıştır. İngilizleri Sovyetlere karşı kullanmıştır. İngilizlere karşı Sovyetlerle beraber Fransızları kullanmıştır. Fransızlara karşı İtalyanları kullanmıştır. Mustafa Kemal Paşa bunların hepsini kullanır, hiç birisine taviz vermez. Cumhuriyet onun için tam bağımsızdır. Bunda çok ısrarlıdır. Rusya büyük dostumuzdur, Rusya'ya da taviz vermez. Ya da yönetime burnunu soktukları anda karşılarına çıkar.
Ulusallık esastır. Ulusallığı ekonomide istemiştir. Ulusal bir ekonomi kurmaya gayret etmiştir, bunun için de kendi tabiriyle bir devlet sosyalizmi yapmak istiyor. Bunu yapmak istemesinin sebebi de çok net çünkü amele sınıfı yok, olmayınca öbür sosyalizm olmazdı. Çok akıllıca bir şey, devlet vasıtasıyla böyle bir şey yapabilirim diye düşündü.
Buna kalkışırken bunun ulusal olmasında çok ısrarlıdır, çünkü olmadığı takdirde sömürge haline düşüyorsun, perişan oluyorsun. Ulusal bir kültür yaratmak gayreti içindedir. Bunun için de dili mümkün olduğu kadar ulusallaştırmaktan yanadır. Bunu yaparken de ulusal kültür eserleri verilmesinden yana çıkmıştır. Kısa süren hayatı içerisinde yönetimde bunları yapmaya gayret etmiştir.
Peki biz ne zaman ray değiştirdik? İlk ray 1938'de değiştirildi. 1938'de Gazi'yi kaybedince ray değiştirdik. ok kısa bir süre sonra o zamana kadar Batıyla hiç bir anlaşma yapmamış Türkiye Cumhuriyeti Fransa ve İngiltere'yle ittifak anlaşması yapmıştır. 1940'ta Yunan-Latin tabanına dönülmüştür. Bunun Tanzimat demek olduğu çok güzel gizlendi, büyük bir ilericilikmiş gibi sunuldu. Ve 1941'den itibarenden de milli eğitim milli olmaktan çıkarıldı. Aynı zamanda hem dini eğitime fırsat verildi hem yeniden sömürge okulları memleketin her tarafında pııtrak gibi bitmeye başladı.
Soğuk Savaş buna tüy dikti. Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra teorik olarak yalnız kalması o zamankileri dehşete düşürdüğü için kendilerini büsbütün Anglo-Saksonların kucağına attılar. Anglosaksonlar da burasını Hindistanmış gibi çok güzel biçimlendirdiler.
Ne oldu? Türkiye 1960'lara doğru tekrar eskiden olduğu gibi komprador tipli aydın, komprador tipli tüccar, komprador tipli sanayici yetiştirmeye başlamıştır.
Cumhuriyet Türkiyesi'nin ilk yıllarında birer birer ulusallaştırılmış, kamulaştırılmış olan ecnebî şirketlerinin yerine yenileri geldiler. Ve burada o şirketlerin vaktiyle acentesı durumunda olan kişiler bilâhare o şirketlerin Türkiye'deki fabrikalarını kurdular, şirketlerini kurdular yani onlara ortak oldular. Böylelikle çok tipik manada komprador bir ekonomi oluşmaya başladı.
1970'lerden sonra gittikçe daha hızlı olmak üzere komprador bir kültür, komprador kültürün sanatçıları, komprador kültürün tüccarları yetişmeye başladı. Bunlar şimdi yeniden medenî dünyadan bahsediyorlar ve o medenî dünyanın standartlarına göre yaşamak lâzım geldiğini söylüyorlar. Ve medeniyetin ancak onların medeniyetini benimsemek demek olacağını söylüyorlar. Yani çağdaş bir Türk medeniyeti, çağdaş bir Hint medeniyeti, çağdaş bir Çin medeniyeti olamazmış gibi koyuyorlar bu sorunu.
Bu ne şekle dönüşüyor, şu şekle dönüşüyor kendi edebiyatın reddediliyor, kendi sanatın reddediliyor, kendi kültürün reddediliyor. Bunun yerine yabancı kültürü ta eski köklerine kadar bilmek, onların gelişmesini taklit etmek, onlar gibi yapmak marifet sayılıyor. Ve eğer eskaza kendi yaptıklarını orada bir beğenirler de yayınlar, oynar veya takdir ederlerse sen çok zirveye varmış sayılıyorsun. Bu uşaklığın zirvesi tabiatıyla, köpekliğin zirvesi. Fakat bunun farkında değiller. O kadar devşirilmiş oluyorlar ki, kendilerini oralı sayıyorlar artık.
Bizim sanatkârımız da öyle oluyor. Yani Mustafa Kemal Paşa zamanında Anadolu edebiyatı, Anadolu sanatı teşebbüsü vardır. Onlar Batılıları örnek almıyorlardı. Tanzimatçılar alıyorlardı, Meşrutiyetçiler de almışlardır. Cumhuriyetçiler almıyorlardı, Cumhuriyetçiler kendi kültürlerini yaratmaya çalışıyorlardı.
Ne zamandan itibaren bu iş başladı? Garip hareketinden itibaren başladı. Garip hareketi çok net bir şekilde Fransız edebiyatından bir akımın Türkiye'deki temsilcisi olarak ortaya çıktı. Acenta oldu yani. Tıpkı onun gibi arkadan İkinci Yeni akımı geldi, o da bir acenteydı.
Onun arkasından da bu çıtırbom yeni romancılar geldiler. Bunlar da acente, bunlar da Batıdaki rüzgârın cereyanı. O cereyan da çok açık, çok seçik, çok belli. O Salman Rüştü, Teslime Nesrin şeklinde görünen cereyan, yani aslında Üçüncü Dünyalı olup Üçüncü Dünya halklarını küçük gören ve Batıyı öne çıkarmaya çalışan ve onların haklı olduğunu söyleyen devşirilmişlerin edebiyatı.
Şimdi biz de bunları üretmekle meşgulüz, oraya geldik. Komprador bir kültür yaratmaya çalışıyoruz ve bunun kendi kültürümüzle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığı gibi kendi kültürümüzü zaten horgörüyor. Böyle bir durumdayız.
Demek ki şimdi Türkiye ekonomide Ortak Pazar sayesinde yani Avrupa Birliği sayesinde, IMF ve Dünya Bankası sayesinde zaten komprador ekonomiye dönmüş durumdadır. Komprador ekonominin başını çeken de TÜSİAD'dır. Politikada zaten hep başından beri, yani NATO'ya girdiğimizden beri artık bağımsız bir dış politika güdemiyoruz. Doğrudan doğruya onların etkisi altındayız. Partilerimizin hemen hepsi komprador, acente oradaki bir firmanın Türkiye'deki temsilcisi halinde politik düzeyde. Edebiyatta da durum aynı, sanatta da durum aynı. Son derece kötü, komprador bir hayat içerisindeyiz.
Geçenlerde bu söylediğimi teyit eden bir olay gördüm. Ben bunu daha evvel söylemiştim Orhan Pamuk'tan bahsederken. Demiştim ki, "Salman Rüştü gibi olmak istiyor". Bir Batı Avrupa dergisinde bu konularla ilgili yazılar vardı; Orhan Pamuk'un ismini Teslime Nesrin ile beraber gördüm. Yani ne oldukları böylelikle tespit edilmiş oldu. Söylediğim doğru, onlar içimizden seçip kendi aleyhimizde adam arıyorlar. Bunu buldukları zaman da paye veriyorlar ve ne olurlar bunlar böyle giderlerse asıl mesele bu. İşte bunun önünün kesilmesi lâzım.
Şimdi Türk halkının büyük bir sakinlikle bunu görmesi lâzım. Biz bu duruma düşecek bir ülke değiliz. Biz en kötü zamanımızda, pekalâ ulusal demokratik devrimimizi yaptık. Bununla da kalmadık, ulusal kültürümüzü yarattık. Yani medenî milletlerin medeniyetine muhtaç değiliz. Tarih birikimimiz çok. Kendi kültürümüze dayanarak, kabile kültürümüzden beri, ümmet kültürümüz de dahil olmak üzere bunları benimseyip koruyarak, tamamen çağdaş ulusal ve gelişmiş bir kültür yaratabiliriz.
Mustafa Kemal Paşa'nın yazdıklarını okuyanlar Mustafa Kemal'in ısrarla Türk halkına şunları söylemek istediğini görür: Kendine güven. ünkü Osmanlılar kendine güvenmiyordu. Kendine güvenirsen yaparsın. O kendine güvendi ve yaptı. Ve bu güce sahip olduğunu göstermiştir.
Nasıl bir dramdır ki, daha o zamandan bizim toplumumuzda aynı hataların yapılıp, aynı yerlere götürecek insanlar olduğunu görmüş ve o şartlar altında bile yapman lâzım gelen görev neyse onu da söylemiştir: "Bunların hepsi başınıza gelebilir, aldırmayın. Siz güçlüsünüz, eğer dayanırsanız bunların da üstesinden gelebilirsiniz".
Bu bakımdan komprador aydını tipini çok dakmamak lâzım. Bunu tam önleyemeyiz ama önlemenin yolları var.
Yapılması gereken birinci iş, artık ulusallığını kaybetmiş olan eğitim ve öğretimi ulusallaştırmaktır. Bunun için de ilk önce ecnebî okullarının ortadan kaldırılması lâzım. Yabancı dille tedrisatın hele de devlet okullarında kesinlikle ortadan kaldırılması lâzım. Yabancı dil öğretsinler ama başka yollarla öğretsinler. Ve ayrıca da mutlaka Batı dillerini öğretmek zorunda değilsiniz. Dünya dilleri dendiği zaman bunun içinde İspanyolca da var, Rusça, Arapça, Çince ve Japonca da var. Bunları niye öğretmiyorlar acaba? Bunun dışında ulusal ekonomiye yönelik tedbirler almak gerekiyor.
AB ile Gümrük Biriği kurma rezaletimizi mutlaka ortadan kaldırmamız lâzım. Bu anlaşmayla 1838'de İngilizlerle yaptığımız Ticaret Anlaşması arasında hiç bir fark yok. AB'ye karşı ticarî ve iktisadi alanda mutlaka tedbirler almak lâzım. Bizim ekonomimiz acente ekonomisi değil. Bizim ekonomimiz ulusal, kendi kendini yaratan bir ekonomi. Mustafa Kemal Paşa Etibank'ı, Sümerbank'ı ortaya çıkardı. Biz kendi sanayimizi kuruyorduk. Şimdi o sanayiler, o fabrikalar elimizden alınıyor. Kendi kurduğumuz sanayii acente haline getiriyorlar.
Kompradorluk gerçekte sömürgeleşme yolunda bir acente mantığının bir ülkenin her şeyine hakim olmasıdır. Yani orada ulusal hiç bir şey kalmaz. Ulusal olan her şey ikinci plana atılır. Yabancının değer ölçüleri hakim olur. Sen onların acentesı olarak görev yaparsın. Edebiyattan tut politikaya, ekonomiden tut bilime kadar böyle olmuştur.
* * *
İlgili yazı: "Ofis basması" yıllarının fikir hayatı - Necdet Şen →
Aile AKP Ali Türkan Amerika Araba Aydın Beslenme Bilim Cem Karaca Cehalet CHP Cinsellik Çevre Çizgi Roman Çocuk Demokrasi Deprem Derkenar Devlet Dil Distopya Edebiyat Eğitim Ekonomi Erkek Fanatizm Felsefe Feminizm Gençlik Hayat Hayvanlar Hoyratlık Hukuk İnternet İslâm Kadın Kapitalizm Kedi Kemalizm Kent Kitap Kişilik Komplo Konut Kültür Kürtler Mavra Medya Mektup Meslek Militarizm Milliyetçilik Mizah Modernite Müzik Necdet Şen Nefret Nostalji Pazarlama Polemik Portreler Psikoloji Reklam Safsata Sağlık Sanat Savaş Sevgi Seyahat Sinema Siyaset Spor Şiir Tarih Teknoloji Telefon Televizyon Terör Toplum Tutunamayanlar Vicdan Yazmak Yalnızlık Yaşlılık Yergi Yoksulluk
Sitedeki içerik 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası ile korunmaktadır. Yazılı izin olmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz, değiştirilemez, başka mecralarda kullanılamaz. Ancak, uzunluğu 200 kelimeyi geçmemek, yazar adı ve kaynak belirtmek ve bu sayfaya link vermek kaydıyla yazılardan alıntı yapılabilir.