Patronsuz Medya

Şehvetli Türk

Andrew Wheatcroft

Künye - Andrew Wheatcroft, Osmanlılar, Altın Kitaplar, Sayfa:189-198  


Dört yüzyıllık süre içinde hiç bir şey değişmemiş görünüyordu ama yüzeyde her şey değişmişti.

Dış değişiklikler -kaftandan istambuline, sarıktan fese- gelenekçilikten reforma dramatik bir geçişin göstergesi olmuştu; yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin lideri Mustafa Kemal 1925'te İslâmî tutuculuğun merkezi olan Kastamonu'da ilk kez Panama şapkayla görüldüğünde duyulan dehşet, II. Mahmut'un kaftan ve sarığı çıkardığı zamanki kadar büyüktü. Mustafa Kemal bu sembolik jestin önemini kendisini karşılayan büyük kalabalığı şöyle vurguluyordu:

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk milleti uygardır; tarihte de, gerçekte de uygardır. Ama size şunu söylemeliyim ki, uygar olduğunu iddia eden Türkiye Cumhuriyeti halkı fikirleri ve zihniyetiyle, aile yaşamı ve yaşam biçimleriyle uygar olduğunu kanıtlamalıdır… Dış görünüşlerinde de uygar ve ileri insanlar olduklarını kanıtlamalıdırlar.

Size açıklamamı bir soru biçiminde yapacağım: Giyimimiz milli midir? (Hayır sesleri) Uygar ve milletler arası mıdır? (Hayır, hayır sesleri) Ben de sizin gibi düşünüyorum. Bu gülünç stil karışımı ne millidir, ne de milletler arasıdır. Milletimiz için uygar bir milletler arası giysi gerekli ve uygundur ve biz de bunu giyeceğiz. Ayaklarımızda ayakkabı ve çizme, bacaklarımızda pantolon, sırtımızda gömlek, kravat, yelek ve ceket… ve bunları tamamlamak üzere başımızda siperli bir başlık. Bunu açıkça belirtmek istiyorum. Bu başlığa şapka denir.

Kadınlar için daha dramatik bir değişim olacaktı, "uygarlık" kapalılığın ve peçenin sonu, erkeklerle hukuki eşitlikti. Ancak Batı geçmişin görüntülerine takılıp kalmıştı. "Uygarlık" kabul edilmeyi getirmiyordu; Türklerin yabancı niteliklerinden duyulan daha büyük bir korkuyu getiriyordu. Batılıların çoğu ister imparatorluk günlerinin Osmanlıları, ister 1923'ten sonraki yeni cumhuriyetin milliyetçileri olsun, bütün Türkler için çok açık olan değişimleri anlayamıyorlardı. Bunların yerine uzak geçmişin yapay, egzotik ve esrarlı görüntülerine bakıyorlardı. Bu davranışın Hıristiyan-Müslüman ilişkisinin ilk günlerinde yatan derin kökleri vardı, ancak onsekizinci yüzyıl başlarında korku ve düşmanlıktan korumaya ve hayranlığa doğru bir değişim olmuştu.

Bunun Osmanlıların askeri bir tehdit olmaktan çıktıkları tarih olduğu söylenmişse de, bu çok basit bir sonuca varmak olacaktır. İlişkinin şekli değişmişti; Batılı, Türkleri yalnızca savaş alanında ya da tutsak olarak göreceği yerde Batı'nın saraylarında elçi olarak görmeye başlamıştı. Osmanlıların bu yeni görüntüsü bir "Türkomania" modası olarak onsekizinci yüzyılın ilk yarısında bütün Avrupa ülkelerine yayıldı.

Türk olan her şeyle ilgilenme Mehmet Efendi'nin 1720-21'de Fransa elçiliğiyle başladı. Fransız saray erkânı kürkler, zengin kaftanlar ve heyecan verici egzotizm karşısında şaşırmışlardı. Ancak elçiliğin sona ermesinden sonraki yıllarda, Mehmet Efendi'nin herhangi bir kusuruna bağlı olmaksızın Fransızlar Türkleri dehşet duyulacak kişiler olarak görmekten vazgeçip egzotik zevk, şehvet ve iki yüzlülük odakları olarak görmeye başladılar. Ve Fransa'nın öncülük ettiği yolda Avrupa ardından yürüdü.

Çok geçmeden karakteristik Osmanlı kusurları olarak yalancılık, uyumsuzluk ve zorbalık da ortaya atılmaya başladı. Bunlara hayâl etmesi çok kolay olan haremin şehveti de eklenince eski Şehvetli Arap ve Kanlı Türkler klişeleri gerçeğe yaklaştıkça pekişti. Savaşçı ve erkeksi erdemleri nedeniyle artık korkulmayınca, Osmanlılar yatak odalarındaki faaliyeleri ve kurnazca zalimlikleri yüzünden hem kıskanıldı, hem nefret edildi. Doğu'yu düşünen Avrupalı erkeklerin hayâllerini sapkınlıklar azdırıyordu. Bu yanlış anlaşılma sadece Batı yönünden geliyor değildi: Batı'ya gelen Osmanlılar da derin bir şoka girip kendi fantezilerini yaratıyorlardı.

Bernard Lewis'in The Muslim Dicovery of Europe'da yazdığına göre Şeyh Rıfaa Fransızlar için şöyle diyordu:

"Erkekleri güzel olsun olmasın kadınların köleleridir. Biri şöyle demişti… Doğulular arasında kadınlar aile malları gibidir, oysa Fransızlar arasında şımarık çocukları andırırlar."

Libya'yı 1766'da ziyaret eden bir Faslı elçi kendisini çok şaşırtan bir şeyle karşılaşmıştı: Kadınlar kocalarından başka erkeklerle konuşup şakalaşmaya çok düşkünler… Bir Hıristiyan evine döndüğünde karısını, kızını veya kızkardeşini başka bir Hıristiyanla birlikte yemek yerken, hatta birbirlerine yaslanırken bulabilir. Adam bundan memnunluk duyar ve karısının ya da ailesindeki kadınların yanında duran Hıristiyanın kendisine iltifat ettiğini kabul eder.

Elçi al-Ghazal'ın böyle dehşete kapılması her halde gününün Müslümanlarının pek çoğunun tepkilerini yansıtıyordu:

"Kaldığımız yere geri dönünce Allah'a bizi bu kâfirlerin sefil durumundan koruması için yalvardık."

Ne var ki, bir anlamda kendinden hoşnut olma duygusuyla sarılmış bu karşılıklı yanlış anlama, her iki tarafın da kendi toplumlarının gerçeğini görmemelerini sağlıyordu. İngiltere ve Fransa'da erkekler Osmanlı topraklarında kadınların kapalı tutulmasından nefret ediyorlar ve Batı'da kadınların sahip oldukları özgürlük nedeniyle kendi kendilerini kutluyorlardı. Ancak kendi milletleri içinde kadınların seslerini yükseltmelerini görmüyorlardı bile.

Onsekizinci yüzyıldan önce Osmanlı İmparatorluğu'na giriş pek ender elde edilen bir ayrıcalıktı ve pek az Osmanlı ülke dışına çıkardı. Onsekizinci yüzyıldan başlayarak karşılıklı gidiş gelişler biraz daha arttı. İstanbul büyük turun uğraklarından biri oldu ve giderek daha çok sayıda Osmanlı Batı'ya gitti. Her iki tarafta paralel davranışlar görülmeye başladı. Önce, sayıları en az olan grup bu işten tatmin duyanlardı. Diğer uçta ise yabancı dünyanın her şeyinden nefret eden büyük bir grup vardı. Leh ya da aleyhte oluşlarında tutkulu olan bu iki grup, yabancı (diğeri) hakkında deneyim sahibi olmaktan çok, kendi umut ve korkularına destek buluyorlardı. Büyük grubun çoğunluğu sadece meraklıydı; genelde bu naif ve bilgisiz meraklarında kendi kültürlerinin aşağıladığı bilinç altı davranışlar yatmaktaydı. Son olarak da en kalabalık grup geliyordu; kendi gözleriyle görmeden Osmanlılar hakkında yargıya varanlar.

Yazılı iletişim araçları geliştikçe, özellikle de ondokuzuncu yüzyılda resimli basının gelişmesiyle, " Doğu sorunu" gazete okuyan ya da meyhanede veya yemek sofrasında ileri sürülen fikirleri dinleyen herkesin malı oldu. 1870'lerin "Bulgar mezalimi" ya da 1890'ların "Ermeni kırımı" ndan sonra Osmanlı konusu, en çok İngiltere'de olmak üzere Avrupa ve Birleşik Devletleri'nde de politikanın merkezi haline geldi.

İngiltere'de Doğu'ya gidenler ile gitmeyenler arasındaki fark genelde açıkça belliydi. Doğu'nun romantikliğine kapılıp Yunanistan, İstanbul ve Mısır'da aylarca kalmış olan Benjamin Disraeli buralarda "bir Türk gibi tembel" yaşamıştı. Onun için "Çarşıdaki en kötü bir tüccar bir Doğu peri masalının sultanını" andırırdı. Doğu, zevkine varılacak ve anlamaya çalışılacak bir şeydi. İtalya'dan daha doğuya gitmemiş olan ve Batı Hıristiyan uygarlığına değer veren William Ewart Gladstone içinse Türk nefret edilecek bir şeydi.

Batı'nın Osmanlılar konusundaki atavistik görüşleri üç geniş başlık altında toplanabilir: şehvet, zulüm ve pislik. Sonuncusu ilk ikisini kat kat aşar. Doğu'ya gitmiş herkes bunlardan birinin ya da hepsinin üzerinde durmak zorunluluğunu hissetmiştir.

Pek çok kişi için Doğu deneyimi bir kişisel iç çatışmayı ortaya çıkarmıştır; kadın gezginler için konular erkekler için olduğundan daha karmaşık ve hassastır. Çünkü kadınlar ısrarcı oldukları takdirde harem dünyasına girebilirlerdi ki, o konuda erkekler sadece hayâl kurup konuşurken onlar klişe ile gerçek arasındaki belirli çelişkiyle karşı karşıya kalırlardı. Ayrıca kadınlar kendi toplumları içindeki kısıtlamaların da farkındaydılar. Pope, Episte to a Lady adlı şiirinde şöyle der:

"Erkeklerin cesur yetenekleri ışıkta görünür,
Sizin erdemleriniz ise en iyi gölgede açar."

Alain Corbin karanlık ve hastalığın ilişkisini göstermiştir: Kadınların ışıktan ve açık havadan uzak tutulmaları halinde fiziksel ve psikolojik olarak çürüdükleri düşünülürdü. Çıplak penceresiz duvarlarıyla dış dünyadan çok uzaklarda olan harem erkeklere göre kötülüğün ve ahlâkî çürümenin verimli toprağıydı. Ama Avrupalı kadınlar erkekler tarafından "gölgeye" itilmemişler miydi? Onlar da kapalı kalmaktan şikâyet etmiyorlar mıydı? Bir haremin duvarları ardında kapalı duran kadınlarla aralarında bir yakınlık olduğunu hissetmiyorlar mıydı?

Kadınların bu iç dünyasını ilk ziyaret eden Avrupalı kadın Lady Mary Wortley Montagu oldu. Lady Mary'nin çok ayrıcalıklı seçkinlerden biri olduğunu ve pek çok kadından daha fazla bağımsızlığa sahip bulunduğunu unutmamak gerekir. Ama Pope'un zalim dizeleri onun için yazılmış olabilirdi; sıkıcı bir erkeğe zincirlenmiş akıllı bir kadın. Lady Mary, Osmanlı dünyasındaki deneyimiyle bir değişime uğramış ve yaşamına yeniden başlamıştır.

Lady Mary 1717 yılının ilk günlerinde III. Ahmet'e yeni İngiltere elçisi olarak giden kocasıyla İstanbul'a geldi. Sınıf ve ırkının bütün önyargısını yanında taşıyordu. Ancak zihni açıktı ve Osmanlı işgalindeki Balkanlara ilk girdiği günden başlayarak davranışlarında büyük değişiklikler ortaya çıktı. Petervaradin kentindeki evsahibi için şunları yazıyordu:

"Ahmet Bey, Babıâli'nin bütün tehlikeli şereflerine karşın sakin, rahat ve güvenli bir yaşamı seçecek sağduyuya sahip. Her gece bizimle yemek yiyor ve şarap içiyor. Benimle konuşuyor olmaktan ne kadar mutlu olduğunu hayâl bile edemezsin… Onunla âdetlerimizin farklılığı ve özellikle kadınların kapalı tutulmaları üzerinde sık sık konuşuyorum. Bana bunun pek önemli olmadığını, Türklerin avantajının karıları kendilerini aldattığında bunu kimsenin duymaması olduğunu söylüyor" .

Alexander Pope'a yazılan bu mektupta Osmanlıların üç klişesini buluyoruz: iki yüzlülük (şarap yasağı), şehvet (bir Avrupalı kadına çok yakın olmak) ve zulüm (kadınların kapatılması). Ancak Ahmet Beyin tavırları ve yanıtları bu önyargıları tek tek yıkmaktadır. Konukseverlik konuklarını ağırlamasını gerektirir ve zaten şarap yasağına yalnızca koyu dindarlar uyardı. Diğer yandan sarhoşluk kaçınılacak bir durumdu. Ve sultanı canlandıran şey Lady Mary'in peçesiz yüzü değil de, aralarındaki konuşma olmalıydı. Kadının güzel ve parlak gözlerinin etkisi çiçek bozuğu yüzü nedeniyle pek azalmış olmalıydı. Ve Ahmet Bey'in ihanet eden kadınlar hakkındaki sözleri de Lady Mary için özel bir anlam taşımalıydı; babası kendisini bön ama zengin bir İrlandalı soyluya satmak üzere pazarlık ederken, Lady Mary uzun süren buluşmalardan ve sonsuz entrikalardan sonra kocasıyla evlenmişti.

Lady Mary için Osmanlılar yabancıydı ama çekicilikten de uzak değildi. Buna kocası Edward Wortley Montagu'nün sıkıcı bir insan olması, romantiklikle hiç bir ilgisi bulunmaması eklenince Osmanlı kadınlarıyla özdeşleşme duygusu giderek artmıştı. Lady Mary Osmanlı topraklarına varır varmaz ilk iş olarak bir Osmanlı hanımefendisine uygun giyecekler almıştı. Vücudunu örten kat kat ipekliler arasında görünmezliğin yararlarını keşfediyordu; hiç bir Osmanlı bir kadın mahremiyetine müdahaleye cesaret edemezdi.

Haremin çıplak dış duvarları gibi Osmanlı giyiminin de kişiliksizliği, içerideki kadını kısıtlamak yerine dışarıdakileri itmekteydi. Gerçekten de Lady Mary korsesinin zırhlarından kurtulunca peçenin ardında kurtuluşa götüren başka unsurlar da bulmuştu. Şöyle yazıyor: "Şimdi onların âdetlerini biraz anlayınca bize onlar hakkında bilgi veren bütün yazarların ne kadar aptal olduklarını görüyorum." Lady Mary artık gerçeği görmüştü:

"Burada kadınların bizden daha çok özgürlüğe sahip oldukları kolayca görülüyor; hiç bir kadın iki örtüyle örtünmeden sokağa çıkamaz, bunlardan biri gözleri dışında bütün yüzünü örter, diğeri başını sarar ve arkasından beline kadar iner; "ferace" dedikleri şeyle vücutları tümüyle örtülüdür… Bunun onları ne kadar etkili bir şekilde gözlerden sakladığını tahmin edebilirsin, bir hanımefendiyi kölesinden ayırmak olanaksızdır; yine bunun gibi en kıskanç koca bile sokakta karşılaştığında karısını tanıyamaz ve hiç bir erkek sokakta bir kadına dokunmaya ya da onu izlemeye cesaret edemez."

Lady Mary çok geçmeden kadınların başka avantajlarının da farkına varmıştı. Evli kadınlara miras kalabiliyordu, kocalarının isteklerine aldırmadan kendi mallarını yönetebiliyorlardı. Ve bir Osmanlı memurunun yaşamı bir ipliğe bağlıyken kadınların "imparatorluğun özgür insanları olduğunu" anlamıştı:

"Divan bile onlara saygı gösterir. Bir paşa idam edildiğinde padişah bile haremin ayrıcalıklarını çiğnemez ve harem el sürülmeden dul kadına bırakılır. Kadınlar kölelerinin kraliçesidir ve kocası karısının seçtiği kadından başkasına bakamaz bile."

Ne var ki, aradan zaman geçince uygulamanın kurama uymadığını, İngiltere'de olduğu gibi orada da kadınların zorla evlendiklerini, aldatıldıklarını ve mallarının zorla elinden alındığını öğrenecekti. Lady Mary'nin karşılaştığı Osmanlılar, değişim halinde olan ve çok daha büyük değişiklikler geçirecek olan bir toplumu temsil etmekteydiler. Lady Mary sistemde var olan zalimlikleri ve adaletsizlikleri çoğunlukla görmezden gelmiştir. Onun mektuplarını yazdığı sırada III. Ahmet döneminde Batı dünyasına doğru bir açılış başlamak üzereydi. Gözlemlerinin çoğu, tıpkı imparatorluğu ziyaret eden erkek gezginlerinkiler gibi kendi ihtiyaç ve çıkarlarıyla renklenmekteydi. Ancak Lady Hester Stanhope gibi kadın yazarlarda erkeklerde pek görülmeyen bir analiz gücü vardı.

İlişkiler Batı kültüründe derinlere kök salmış olan klişelerin değiştirilmesi için yeterli olmuyordu. Napolyon'un 1798'deki istilâsından sonra Mısır'ın yeniden keşfedilmesiyle tekrar öne çıkan Doğu modası eski izlenimleri yenileriyle pekiştirmekteydi. Byron'un şehvet ve zalimlik karışımı betimlemeleriyle Delacroix ve Gericault'un tabloları, onsekizinci yüzyıl gezginlerinin daha akılcı olan görüşlerini bir yana bırakarak 1825 sonrası Osmanlı görüşünü oluşturuyordu. Charlemont şöyle diyor:

"Türkler arasında normal olan işkencelere ve acımasız cezalara rastlamadım. Bize günlük olaylardan olduğu söylenen kazığa geçirme cezasını duymadım bile. İstanbul'da bulunduğum bir ay içinde sadece bir idam cezası duydum."

Oysa kazıklama hâlâ uygulanıyordu ama başkent sokaklarında değil. Ama Charlemont'un beklemesi gerektiğine inandırılmış olduklarını görmemesi karşısındaki şaşkınlığı önemlidir. Zulüm ve vahşet vardı kuşkusuz, ama bunlar Batı'nın inandığı ölçüde değildi. Ancak ondokuzuncu yüzyılın ilk başlarından sonra - özellikle Yunan savaşının dehşetlerinden bunda yalnız Hıristiyanların çektikleri dile getirildiğinden- Müthiş ve Şehvetli Türk imajı her an gözler önündeydi.

Daha önceleri gelen gezginler Osmanlı kentlerinin temizliğinden etkilenmiş olmalarına karşılık, ondokuzuncu yüzyılın başlarından sonra; Osmanlı yaşamının pisliği üzerinde durulmuştur. Amerikalı William Elroy Curtis yeni bir iğrenme duygusunu şöyle ifade ediyordu:

"Evleri çok pis, bir insanın oturamayacağı kadar pis; İstanbul'un da, diğer Türk kentlerinin sokakları da tarif edilemez pisilik içindedir. Vücutlarının temizliğine (abdest alma îma ediliyor) karşılık giysileri kirlidir ve yemekleri sağlık nedeniyle yenemeyecek durumdadır."

Batı'da halk sağlığı standartları, özellikle pisliğin hastalıkla ilişkisinin bulunması ve bulaşıcı hastalıkların yoksulları olduğu kadar orta ve üst sınıfları da etkilediği anlaşıldığından beri çok değişmişti. Ancak büyük Avrupa kentlerinin pek çok mahallesi İstanbul'dan daha temiz değildi ve İbya'nın Andalusia'sının ya da İtalya'nın Mezzogiorno'sunun kırsal pislikte Orta Anadolu'dan aşağı kalır yerleri yoktu.

Osmanlıların pisliğinin sıhhi olduğu kadar ahlâkî bir çağrışımı da vardı. Curtis, Türk olan her şeyi lânetliyordu:

"Peçe takmanın amacı kadınları mümkün olduğu kadar çirkin göstermektir ve Türkler bunu başarmaktadırlar. Peçe takmayan kadınlar Müslüman değillerdir ve kendilerine gerekli saygı gösterilir."

Bu bağlamda bunun anlamı bir erkeğin sokakta bir Türk kadınına şapkasını çıkarmaması demekse de, uzun kitabı bütünüyle ele alındığında bir Türk korkusu sezilmektedir. Curtis Osmanlıları "insandışı bir tür" olarak görmektedir. Bu önyargının köklerini bulmak çok güçtür, ama Osmanlıların zaman içinde şaşırtıcı bir ısrarla korku ve nefret odağı oldukları açıkça görülmektedir.

Efsanelerin genelde gerçekle hiç bir ilgisi yoktu. Görgü tanıkları sık sık mümkün olmayan şeyleri gördüklerinde ısrar etmektedirler; örneğin, 1870'lerde İstanbul'da çoktan kapatılmış olan esir pazarını gördüklerini iddia edenler gibi. Bu insanların bir şey gördükleri kuşkusuzdur, ama bunun en olası açıklaması da yabancı bir kültür hakkında ya yanıldıkları ya da yanıltıldıklarıdır. Ne var ki, bu güvenle ileri sürdükleri şeyler efsanelerin tarihi yüküne eklenince hiç bir Osmanlı bunun ağırlığından kurtulamamıştır.

Osmanlıların Batı'yı yanlış anlamaları konusu ise daha büyük bir güçlük çıkarmaktadır. Batı'dan korkanların davranışları epey tutarlıdır, ancak imparatorluklarını değiştirmek için Batı'ya bakan Osmanlıların umutları kırılmıştır. Bunlar Batı taklitçileri olarak alay edilmişler, asla tam olarak kabul edilmemişler, her an geriye dönebilecek olarak görülmüşlerdir. İki dünya arasında bir boşlukta kalmış gibidirler. T.E. Lawrence "The Seven Pillars of Wisdom" da kendisi için şöyle yazmaktadır:

"İki geleneği, iki eğitimi, iki çevreyi peçeler ardından aynı anda gören bir insan çılgınlığa çok yakındır."

Yorumlar

Bu kitabı birkaç yıl önce okumuştum. Kitapta en çok ilgimi çeken bölümlerden biri de Yeniçeri Ocağıyla ilgili anlatılanlar olmuştu. Aynı konuyu bir de İdris Küçükömer'in Düzenin Yabancılaşması adlı eserinden okumak ve iki anlatımı karşılaştırmak ilginç olabilir. Meraklısına öneririm.

Necmi Ziya - 9 Aralık 2007 (01:38)

diYorum

 

92
Derkenar'da     Google'da   ARA