Patronsuz Medya

Ağıtlarını bile kendileri yakıp giden kahramanlar

İlknur Karakuş - 17 Şubat 2004  


Cem Karaca buralardan kaçıp gitmek zorunda kaldığında küçüktüm, hiç bir şeyi anlamıyordum. Dönüp geldiğinde biraz serpilmiştim, ilk gençliğime rastladı yeni şarkıları.

Sonra eskilerin peşine düştüm. Ne mutlu ki bir kez de olsa konserine gidebildim. Ömrüne binlerce selâm olsun. O ve onun gibi beyninde, yüreğinde ne varsa insanlara sunan, önünde eğilinesi insanları türlü ayak oyunlarıyla yıpratan, hoyratlıkta sınır tanımaz utanmazlara binlerce kere yuh!

Bize korkmayı öğrettiler. Şiirden, müzikten korkmayı. Ne Nazım'ı ne de onu okullarda duymadık. Önce kulaktan kulağa bir şeyler, sonra sezgilerimizin peşine düşerek tanıştık yakın tarih efsanelerimizle. Bir çoğumuzun haberi bile olmadı yapıp, ettiklerinden. Hem kulakları hem de yürekleri balmumuyla doldurulmuştu onların.

Kim bunlar? Ofiste bir yandan iş yapıp bir yandan mp3 dinleyenler, Sezen Aksu, "Ah kavaklar" diye söylemeye başladığında, "şu şarkıya bitiyorum ya, ne güzel söylüyor" deyip, sesine hüznün kırıntısı damlamayanlar; "Bu sözler Metin Altıok'un bir şiirinden, Sivas'ta yaktılar şairi" dediğimde aval aval yüzüme bakanlar.

Kim bunlar? Moğollar "Issızlığın Ortasında" diye seslenince Madımak'tan bîhaber "gitara bak gitara, babalar nasıl dolaşıyor gitarın tellerinde ama" diyenler; "Sivas'ta, Madımak Otelinde cayır cayır yakılan otuz yedi can anısına yapıldı bu şarkı" dediğimde yüzüme aval aval bakanlar.

Kim bunlar? Ezginin Günlüğü "Kırgınım, saçılmış bir nar gibi" dediğinde ne diyeceksiniz. "Bu da rahmetli Behçet Aysan'ındı. Nur içinde yatsın. O da Sivas'taydı."

Ağıtlarını bile kendileri yakıp giden kahramanlar tarihi yatıyor kalbimizde. Kimlerle yaşıyoruz?

Pazar günü çalışıyordum. İki personel aralarında tartışıyorlar. Biri diyor ki "Aziz Nesin bu ülkeye zarar vermiştir, yaptıkları ne ki, ben onun insanlara hakaret ettiği yüzdelik dilime ait değilim." Diğeri de ısrarla iyi şeyler yaptığını, kitaplar yazdığını, bugüne kadar yüzlerce çocuk için gelecek yarattığını anlatıyor sabırla.

Ben de hem işimle meşgul, hem de uzaktan dinliyorum. Çok akıllı ya Aziz Nesin sevmeyen bağırıyor, çağrıyor, "dinsizdi, imansızdı" gırla gidiyor. "Hem" diyor, "kitaplar yazdıysa karşılığında para almadı mı?"

İşte o zaman hatırladım onun iki yıl kadar önce yemekhanede bir grup genç yemek yerlerken biri diğerine "Mina Urgan'ın kitaplarını mutlaka okumalısın, çok seveceksin" dediğinde araya girip "Türk yazarların yazdığı kitapları bana hiç bir güç okutamaz, mutlaka siyaset yapıyorlar, sonra da bir kurum, bir çalım ortada dolaşıyorlar, sanki bedava yapıyorlar. Hepsi de karşılığında para alıyorlar" diyen kişi olduğunu.

O zaman daha yeniydim işyerinde, kim kimdir, bilmiyordum. Yeni ve yaşça büyük olmanın getirdiği avantajla, kitap okumayı sevmiyorsa sevmeyebileceğini ama hiç okumadığına göre tanımadığı insanlar ve bilmediği konular hakkında ileri geri konuşmaması gerektiğini yumuşak bir dille söylemiştim. Ayrıca Mina Urgan gibi Üniversite'de yıllarca hocalık yaparak binlerce öğrenci yetiştirmiş bir profesöre bırakın diğer yaptıklarını sadece "hocalık yılları" için saygı duyulması gerektiğini de eklemiştim.

Fazla uzatmamıştı ama yine de "yaptıysa parasını aldı" demeyi yine araya bir yerlere sıkıştırmayı unutmamıştı. "Eşşoğlu eşek" demiştim içimden. Karate bilmiyorsanız, kaba kuvvetiniz denk değilse başka ne diyebilirsiniz?

Bu geçen zaman içinde babasının polis olduğunu da öğrenmiştim. İşte şimdi de Aziz Nesin için atıp tutuyordu. Bu anlatılınca anlamaz cinsinden olanlar, madem anlamıyor, öyle ya anlattı çocuk, senin baban kaç çocuk yetiştirdi, Aziz Nesin Vakfı hâlâ çocuk yetiştiriyor, diye; naapiim, "mesai adabına uygun çalışınız" diyerek susturdum ben de onu.

Sanmayın ki, "özür dilerim" deyip sustu, hayır "rahatsız mı oldunuz, siz benim amirim değilsiniz" diyerek diklendi daha. Elbette ki biliyorum ben tutanak tutturup, savunmasını istettiğimde babası iki gün sonra Genel Müdür Yardımcı'sına "kahve içmeye" gelecek ve iş tatlıya bağlanacak. Göstermelik bir özür, yallah. Olsun, yağamıyorsam da gürlerim en azından. Di mi?

Karate bilmediğime pişman olduğum o kadar çok zaman var ki… Biri de Cem Karaca'nın gidebildiğim o biricik konserindeydi.

1999 yılında bir arkadaşımla Ankara Yükseliş Koleji spor salonunda vereceği konsere bilet alabilmiştik. Yaprak gibi titriyordum heyecandan. Erkenden salona gittik, salon boş. Dolacak dolacak, diye kendimi teselli ediyordum. Salonun çeyreğini bile doldurmaya yetmeyen yüzelli ikiyüz kişi olduk. Konser kesin iptal edilir gözüyle bakıyordum ama, sırasıyla çıktı programda yer alanlar. Grup Çığ, adını hatırlayamadığım başka gruplar, Moğollar ve Cem Karaca'yla Uğur Dikmen.

Çıktılar. Sahnede seyircisini coşkuyla selâmlayıp eğilmesi değildi beni duygulandıran. Ben seyirciyi az bulup çıkmayacak diye kaygılanırken o pırıl pırıl kostümüyle çıkıp bizi selâmlamıştı ya. O özenli şapkası ve sahnedeki o alçak gönüllü nezaketiydi bana en çok dokunan. Burnumu çeke çeke ağladım da birçok şarkıda.

Ama orada beni rahatsız eden bir şey vardı. Beceriksiz organizatör şirket temsilcileri hem konseri yeterince duyuramayıp, biletleri satmamış, hem de bütün cehaletleriyle sahnenin arkasında koşuşturup duruyorlardı. Arkasında deyince perde arkası falan sanılmasın. Perde yok ki sahnede, alenen ortada görünür bir vaziyetteler sahnenin arka duvarı önünde. Cahil demek iltifat olacak, mazeretini beraberinde taşır cehalet sözcüğü, bunlara görgüsüz, terbiyesiz, artık hangisini uygun görürseniz onu diyeceksiniz.

Koskoca salonda sanki yer yok muş gibi, önce bir kaç kişi derken neredeyse yirmi yirmibeş kişi sahnenin arkasında duvara yaslanıp bağdaş kurup oturarak konseri arkadan seyretmeye başladılar.

Yükseliş Kolejinin spor salonunu bilenler bilir. Parke spor alanının üç kenarı tribün, bir kenarında yüksek ve büyük bir sahne, sahneden oyun alanına inen merdivenler var. Spor alanının içine, sahnenin tam karşısında bulunan yere büfe kurulmuştu o gün. Seyirciler ya arkadan dolaşıp sahanın içine girerek yiyecek içecek alıyor ya da tribünlerden aşağıya atlayarak.

Tahmin edeceğiniz gibi çoğu atlayarak mutfağa kavuşmayı tercih etmiş seyircilerdi. Buraya kadar olan kısmına saç baş yolsanız da tahammül edip, "neyse" diyebilirsiniz. Yani sahnede Uğur Dikmen klavye çalıyor, Cem Karaca şarkı söylüyor, bazı kendini bilmezler de tribünlerden aşağıya atlayıp, tost, hamburger, cola alarak yeniden tribünlere tırmanıyor. Bu kadar aç, susuz bir milletiz yani. Peh!

Konseri arkadan izlemeyi tercih eden organizatör şirketin ayrıcalıklı insanları ne yaptılar peki? Ne yapacaklar eğilip bükülerek sahnenin kenarından kenarından geçip sahne kenarı merdiveninden aşağıya inerek tost almaya gittiler. Hele hele bir kız, Uğur Dikmen solo yaparken ışıkçı sadece Uğur Dikmen'i göstersin diye adeta sahnede saklanan Cem Karaca'nın önünden salına salına geçti ve yine aynı salınışıyla merdivenlerden inerek büfeye gitti. Cem Karaca yol vermese koskoca sahnede çarpışacaklardı neredeyse. İşte o zaman karate bilmeyi çok istedim. İyi bir uçan tekme haketmişti salınmaya meraklı saçaklı kız.

Ben bu düşünceler içimi kemirirken ve "bu saygısızın yaptığı yanına kar mı kalacak" diye düşünürken çalınan parça bittikten sonra konuştu Cem Karaca. "Sevgili Uğur Dikmen solosunu yaparken, bir Hanım kızımız salına salına sahneden geçti. Öyle rahat geçti ki hanımefendi sanki salondan mutfağa geçiyor. Madem mutfağa geçti bir çay demlesin de içelim" dedi.

Cem Karaca bunları söylerken arkada oturan o ayrıcalıklı tayfadan bir genç hışımla ayağa kalktı. Cem Karaca'nın üstüne yürüyecek. Birileri kollarından tuttular. Bunu görmedi Cem Karaca.

Hatırladıkça hâlâ tüylerim diken diken oluyor. Düşünebiliyor musunuz, çok daha fazlasını hak eden büyük ihtimal sevgilisine iki çift lâf söylendi diye, Cem Karaca'yı dövmeye kalkıyor adam.

İşte katmerli uçan tekme hakeden biri daha. Bu çeşitler lâftan sözden anlamayacaklar. Empatik beyefendi Üstün Dökmen'le aynı fikirdeyim, "Her yolu denediniz, baktınız ki olmuyor, sizin eliniz de armut toplamayacak, "diyor.

Üzücü olan, bu çocuklarının da anlamayacak olması. Onlar her fırsatta "yaptıysa parasını aldı, bedava mı yaptı" diyecekler. "Evet efendim, bedava da yaptılar" deseniz de hoyratlıklarının sonu yok.

Varlıklarıyla bizleri onurlandırıp, gönlümüze taht kuran nice insan, öldükten sonra bile rahat bırakılmıyor. "Direnen Son Lenin Heykeli" diye kitap yazdılar Nazım Hikmet için. Manevi değerlerimizin yağmalanıp, tekmelenmediği gün kalmadı neredeyse.

Sevgili Cem Karaca, bir yanı gündüz bir yanı gece ya dünyamızın; hem güneş hem ay battı sen giderken kalbimde. Bıraktığın yerde üç beş esas kişi kaldı, bir de biz.

Bıraktığın yerdeyiz, acı harlı bir ateş, birbirimize gösterip hafifletmeye çalışıyoruz. Boşuna tabii, zamanla küllenir ateşlerden bu. Kül oldu zannettiğimiz bir anda belki bir resim, bazen de bir şarkınla içimizi delip geçer, yeniden gelip yüreğimize oturur.

Sevgili Cem Karaca, ömrüne binlerce selâm olsun, incitenlerine binlerce yuh. Sevenlerinin başı sağ olsun.

diYorum

 

İlknur Karakuş neler yazdı?

52
Derkenar'da     Google'da   ARA