Patronsuz Medya

Ölüm ilânlarını okur musunuz?

Hakan Tayfun - 9 Şubat 2004  


Müthiş kalabalık bahçenin bir köşesi perde ile kapatılmış, birkaç kişi hararetle bir şeyler yapıyordu. Çocukluk merakı belki, bahçe duvarına çıkıp olan biteni izlemeye koyuldum. Masa gibi bir şeyin üzerine genç bir adam yatırılmış, birkaç kişi yıkıyordu onu.

Genç adam hareketsizdi, gözleri açık mıydı, kapalı mı? Göremiyordum. Onun bahsedilen kişi olduğunu biliyordum. Beş altı yaş civarındaydım. Bir ölü yıkanırken ilk kez görüyordum. O zamana kadar korkutucu bir çok öykü duymuştum ölüler hakkında. Oysa bu hiç de korkutucu değildi, hatta sevimliydi bile.

Bir gece Anadolunun küçük bir kasabasında silah sesleri duyulmuştu. Sabah haber herkesi şaşkına çevirmişti. Belki de bölgenin ilk siyasi suikatiydi işlenen cinayet. TİP İl Başkanı dün gece öldürülmüştü. Benim bildiğim ise, bütün mahallenin sevdiği, bir bilgin saygınlığı ile karşıladığı, masallardaki nur yüzlü, uzun beyaz sakallı dedelere benzeyen Hoca'nın oğlu öldürülmüştü.

Mahallemiz, küçük kentin önemsenen mahallelerindendi. Şimdilerde akvaryumdaki balık ya da kafesteki papağandan bahseder gibi, ya da ütopik bir şeymişçesine söylenen "toplumsal mozaik"in bir örneği, ermenilerin de yaşadığı, huzursuzluğun olmadığı bir mahalleydi. Dikran Amca ya da Lusin Teyze bayramlarda tüm komşular gibi bizi ziyarete gelir, paskalyalarda Lusin Teyze bize renkli yumurtalar yapardı. Jan ve Nadya ise bizim okul arkadaşlarımızdı. Jan, bizim sünnet düğünlerimize ne çok imrenirdi. Hatta, Garbis Amca'nın kızı Büyük Nadya ile arka sokaktaki Ali'nin gizlice buluştuklarını çok kişi bilir ama kimse ses çıkarmazdı.

O günkü kalabalıkta mahallenin kadınları evin içinde sessizce ağlıyor, erkekler bahçe ve dışındaki büyük alanda gruplar halinde bekleşiyorlardı. Garbis Amca ve Dikran Amca da oradaydı, mahallenin çoğu erkeği gibi. Hatta, biz çocukların biraz çekinerek baktığı, sosyal ortamlara pek katılmayan Huysuz Surpik Teyze bile gelmişti yaşlı gözlerle.

Öylesine kalabalığı sadece bayramlarda görürdüm, bir de gece yapılan fener alaylarında. O büyük kalabalık, abiyi koydukları tabutu omuzlayıp götürmüşlerdi, ardında sessiz hıçkırıklar bırakarak.

Günler sonra, Murat, Alper, Jan ve mahallenin diğer çocukları ile o evin önünde oynarken, birden kırmızı lekeler gördük yerdeki taşların üzerinde. Biz ne olduğunu anlamaya çalışırken, Piyer (ki içimizde en büyük oydu) "bu o abinin kanı oğlum" dedi bilmiş bir tavırla. Tuhaf biçimde sarsıldığımı hissettim o zaman, daha nice sarsılacağımı bilmeden.

Sonraları bir kez annemle beraber gitmiştik Hoca'nın evine. İhtimal ki danışılması gereken bir şey vardı. Yanında otururken, upuzun bembeyaz sakalın çevrelediği güzel yüzde iki ışık gibi duran gözlerde bir işaret, bir cevap aradım. Tam olarak ne aradığımı hatırlamıyorum ama, belki de o zamanlar ilk kez karşılaştığım ve insanoğlunun en çıplak ve çaresiz kaldığı ölüm karşısındaki tepkisinin ne olduğuydu belki aradığım. Ama hiç bir şey söylemedi. Oysa ne çok merak ediyordum, neler düşünüyor, neden bu kadar sessiz bu konuda?

Ara sıra oynadığımız sokaktan geçer, bu arada hepimiz nedendir bilmem, oyunumuza ara verir, Hoca'nın hepimizin başımızı ya da yanağımızı okşamasını beklerdik.

Bir gün yine bir oyun arasında hepimizi selâmladıktan sonra yanımızdan ayrılırken hafifçe sendeledi. Arkadaşlarım Hoca'nın iyi çakılmamış arnavut kaldırımının kuvvetli bir yağmurdan sonra taşmış kenarına takıldığını düşünse de, ben biliyordum O oğlunun kaybına dayanmakta zorlanıyordu.

Tüm bunlar, gazetedeki bir ölüm ilanındaki tanıdık ismi görmemle belleğimde saklandığı yerden döküldü, açığa çıktı;

Oğlumuz…

Ölümünün 25. ölüm yılında sevgiyle anıyoruz.

Ailesi.

diYorum

 

Hakan Tayfun neler yazdı?

55
Derkenar'da     Google'da   ARA